Paris Charles de Gaulle Havaalanı'nın ücra bir köşesinde, "dolmuş" uçaklara ayrılmış T3 terminalinde yolcular, muhtemelen "gri-kara" koyulukta siyah oldukları için "ücra"da istihdam edilmiş öfkeli polisler tarafından sertçe aranıyorlar. Artık yapılacak tek işin, zamanı gelince uçmak olduğu düşünülürken, biri sivil dört polis (beyaz-bembeyaz) gürültülü kahkahalar atarak ve espressolarını yudumlayarak bekleme salonuna giriyorlar, birkaç dakika yolcuları süzdükten sonra "aranan" kişiyi bulmuş bir edayla genç ve tek başına Türkiyeli bir erkek göçmenin başına çörekleniyorlar. Pasaportu denetleniyor, bavuluna, el çantasına bakılıyor, mahremiyeti orta yere saçılıyor.
Gerekçesiz, güvenlik kisvesi altında bir taciz
Genç adam ister istemez bir mahcubiyet havası içine giriyor. Utandırılma şiddetine uğruyor. Yaşadığı tedirginliğin, şaşkınlığın tesirinin zaman içinde bir öfkeye, öfkenin de çaresizliğe dönüşmesi kaçınılmaz görünüyor. Bir türlü rahat oturamıyor, zira bütün gözler onun üzerinde. Bütün gözler aynı soruyu soruyor: "Acaba neden bu adamı aradılar?" Sonra polisler sırayla, genç, yaşlı, kadın, erkek, çoğu Türkiyeli göçmen yolcunun içini dışına çıkarıyor. Biri bile gerekçe soramıyor. Gerekçesiz, güvenlik kisvesi altında bir taciz uygulanıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu aramanın bir arananı yok. İş ki, korkunun tadı unutulmasın, kimse rahat nefes almasın, çalının dibi eşelensin, herkes yerini bilsin...
İktidar arka mahallelerin dilini çözemez
Fransa'da oryantale yönelik olumsuz siyasi tavır köklü bir korku hatta fobi tarafından belirleniyor. Afrikalılar kolonilik yıllarının hatırına iğreti bir biçimde de olsa üvey evlat konumuna getirildiler ama Türkiyeliler, Cezayirliler, Faslılar Müslüman ümmeti olarak bir köşede duruyorlar. Fransa'da laiklik bu nedenle, oryantal tehlikeden korunmanın bir yolu olarak görülüyor. Aslında tam da aynı nedenle, yalnızca bir dini topluluk ya da düşük gelir düzeyli insanlar grubu olmadıkları kabul edilmediği için banliyölerdeki direniş hiçbir zaman dindirilemez. İktidar arka mahallelerin dilini çözemez.
Paris metrosunda "kağıtsız, kimliksiz, aç-açıkta" göçmen gözleri birkaç metre daha aşağı çeker atmosferi. Onların hep dudakları renksiz-kuru, ciltleri gergin, kirpikleri uzun, bakışları manasızdır. Bu fiziksel tanım siyasi tanımlarıdır aynı zamanda. Bazen metroda yaşlı bir Fransız kadının parlayan mavi gözleriyle zencileri ve Cezayirlileri saydığını, her geçen gün daha çok arttıklarını düşündüğünü sezebilirsiniz. Sistemin hor görmesinin yanı sıra, ortalama Fransız halkı, seçkinliğe duydukları nostaljinin küçük bir nesnesi yerine koyar onları. Fransızların "milliyetçiliği"ne dair bir nevi uluslararası dedikodu teması olan, Fransızların (Fransalıların değil) bilseler bile İngilizce konuşmadığına dair tevatür, çok masum kalır bütün bunların yanında.
Koca bir yalandan ibaret entegrasyon meselesi, gündelik yaşam faşizminin üstünü örtmeye yarayan bir nezaket politikasıdır. Gündelik yaşamda, erk sahibi ile "öteki", "ezen-ezilen" dengeleri sürekli değişir. Üniformalarıyla mini bir iktidar sahibi siyah polislerin "öteki"si Türkiyeli göçmen olur, Türkiyeli göçmen siyahlardan hazzetmez ama eşit derecede berbat bir hayat yaşarlar. Her şey alabildiğine "göstermelik" ve alabildiğine "bıçak sırtı"dır.
Sistemin nezaketli şiddeti
Sistemin nezaketli şiddetiyle havaalanında herkesin içinde çantası boşaltılan adam kaç yaşındaydı, adı neydi bilmiyoruz. Ama sınır dışı edilmesine karar verilen 22 yaşındaki delikanlının adı Kazım Kuştul'du ve 4 Aralık'ta Marsilya'da kaçak yabancıların tutulduğu yerde kendini astı. Kazım Kuştul'un öfkesinin ve çaresizliğinin bundan daha zarif bir ifadesi de olamazdı aslında. Göçmen demeyelim, adını söyleyelim, hikâyesine bakalım. Meseleyi kişiselleştirelim. Kazım Kuştul en az, Ekim 2005'te banliyöleri ateşe veren çocuklar kadar çaresizmiş belli ki, ama onlardan daha yalnızmış galiba.
Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy, ideolojik olmaktan bile çıkan faşist eğilimini, orta sınıf Fransız halkını satın almak için sermaye ederken, Paris tarihinin isyanlarla ilişkisi bir parça umut veriyor.
Yine de ne olursa olsun, sürünerek yaşamaları, ölmeleri, itilip kakılmaları hiç bitmeyecek, biliyoruz. Paris'in şu satılık imgesini ters yüz etmek acıyı biraz dindirir mi acaba? Paris ne aşk şehri, ne sanat şehri ne şairlerin şehri, Paris şimdi kara adamların çile şehri. (NZ/KÖ)