70'lerin başlarında ekonomik kriz kendisini hissettirmeye başlayınca Batı dünyası kesin bir dönüşle sağa kaydı. Adı sanı bilinmeyen bir Polonyalı piskoposun Karol Wojtyla'dan Jean Paul II'ye dönüşmesi de, bu geçiş döneminin bir parçasıydı.
Katolik kilisesi 60'ları atlatmayı bilmişti, ama artık solcu keşişleri, eylemci rahibeleri ve Latin Amerikalı Katolik Marksistleri dizginlemenin vakti gelmişti. Bunların hepsi de, muhafazakar Katoliklerin sapkın dediği, hatta Sovyet ajanlığını yakıştırdığı Papa John XIII tarafından harekete geçirilmişti.
Dizginleme işine, Soğuk Savaş tekniklerini iyi bilen biri gerekiyordu. Polonyalı bir piskopos olarak Wojtyla, Katolik kilisesinin muhtemelen en tepkici ulusal kalesinden, Meryem'e gözyaşları içinde tapınılan, milliyetçilikle ve acımasız bir komünizm karşıtlığıyla dolu Polonya'dan geliyordu. Yıllardır Polonyalı komünistlerle uğraşmaktan hem kendisi hem diğer Polonyalı piskoposlar mükemmel siyasetçilere dönmüştü.
Bizzat Polonya kilisesinin Stalinist bürokrasiden ayırt edilemeyecek hale geldiği dönemler oldu. Her iki kurum da kapalı, dogmatik, sansürcü ve hiyerarşikti, mitler ve kişisel kütlerle doluydu. Kendi aralarında ölümcül düşmanlıkları olsa da, bu piskoposlar Polonya halkının ruhu üzerine yürüttükleri ölümcül savaşa kilitlenmişlerdi.
Polonya rejimiyle diyaloğa girmekten pek bir şey elde edemediklerinin farkında olan piskoposlar, evrensel kilise içinde tüm şiddetiyle devam eden ilahiyatçı çatışmanın iki tarafına da kulak vermek istemiyordu. Otoriter Wojtyla, Papa olmadan önce Vatikan'a yaptığı bir ziyarette, birbiriyle tartışan ilahiyatçıları görünce dehşete kapılmıştı. Varşova'da işler böyle yürümüyordu.
Vatikan'da, Konsey'den başından beri nefret etmiş ve onu yok etmek için elinden geleni yapmış muhafazakar kanat, kurtuluş için Polonyalılardan medet umdu. Papa'nın tahtı boş kalınca, muhafazakarlar İtalyan olmayan bir piskopostan duydukları nefreti bastırmayı başarıp, 1522'den beri ilk kez böyle birini Papa seçtiler.
Papa Jean Paul II tahta kurulur kurulmaz, Vatikan'ın liberal kazanımlarını geri çekmeye koyuldu. Önde gelen liberal ilahiyatçıları tahtına çağırıp bir güzel azarladı. Başlıca amaçlarından biri yerel kiliseler nedeniyle merkeziyetçilikten çıkmış iktidarı yeniden Papa'nın elinde toplamaktı. Eskiden kilisede sıradan insanlar kendi piskoposlarını seçermiş. Vatikan bu kadar ileri gitmediyse de, meslektaşlık doktrininde ısrar etmişti: Papa mafyadaki gibi 'babaların babası' değil, eşitler arasında birinci olmalıydı.
Gel gelelim, Jean Paul kimseyle eşitlik filan kabul edemezdi. Rahipliğinin ilk yıllarından beri ruhsal ve zihinsel güçlerine aşırı derece güvendiği bilinirdi. Graham Greene bir zamanlar gazetelerde 'Jean Paul İsa'yı takdis etti' manşeti bile hayal etmişti. Piskoposlar Roma'ya çağrıldı ve kendilerine kardeşlik anlayışı içinde danışmak şöyle dursun, emirler verildi. Deli mistikler ve Fransuvacılar el üstünde tutulurken, Latin Amerikalı siyasi özgürlükçüler azarlandı.
Papa'nın otoritesi öyle sarsılmaz bir gerçekti ki, İspanya'da bir ilahiyat okulunun başkanı öğrencilerine, onlara mastürbasyon yapmak için Papa'dan şahsen izin almış olduğunu söylediğinde, öğrencileri buna inanabildi.
Tüm gücün Roma'da merkezileştirilmesinin sonucunda, yerel kiliseler çocuk yerine kondu. Ruhban sınıfı, Papalığın nefesini ensesinde hissetmeden en ufak bir inisiyatif alamaz oldu. Tam da yerel kiliselerin en azından bir krizi atlatmayı becerebilecekleri bir noktada, çocuklara cinsel taciz skandalı koptu. Jean Paul'ün buna yanıtı ise, olayı sürekli örtbas etmeye çalışmış bir Amerikalı kardinali Roma'da bir göreve atayarak ödüllendirmek oldu.
Ancak bu Papalığın en büyük suçu, ne bu örtbas olayındaki rolü, ne de kadınlara mağara adamı yaklaşımıydı. En büyük suçu, gelişmekte olan ülkelerde sayısız Katoliği acılarla dolu bir AIDS ölümünden koruyabilecek prezervatifleri, 'ölüm kültürü'nün parçası olarak kınamasındaki anlamsız ironiydi.
Papa ebedi mekanına, elinde bu ölümlerin kanıyla birlikte gidiyor. Kendisi, Hıristiyan kilisesinin Charles Darwin'den beri görmüş olduğu en büyük felaketlerden biriydi. (TE/TK)
(Manchester Üniversitesi'nde kültür kuramı profesörü Terry Eagleton'ın The Guardian'daki 4 Nisan 2005 tarihli yazısının Türkçesi, Radikal gazetesinde yayınlandı. Yazının İngilizce orijinali için tıklayın. )