Kadın bedeni uzun süredir toplumun baskılarına açık bir alan. Güzellik anlayışı, kadınlara nasıl görünmeleri gerektiğini dayatıyor. Zayıf olmak, genç görünmek, estetik olmak bir zorunluluk gibi sunuluyor. Özellikle sosyal medya bu baskıyı daha da artırıyor.
Nihal Candan’ın ölümü, bu baskıların ne kadar ağır sonuçlar doğurabileceğini gösterdi. Candan’ın ölümü, toplumun kadın bedeni üzerinde kurduğu baskıyı ve “kabul edilebilir” güzellik normlarının yıkıcı sonuçlarını gösterdi. Candan, bu normlara yetişmek için verdiği mücadele, yaşam mücadelesine döndü.
Daha çok kadınlara olmak üzere insanlara dayatılan “zayıf ol” dayatmasının psikolojik sonuçlarını kadın ruh sağlığı, cinsel sağlık ve travma alanlarında çalışmalar yapan psikiyatrist Rengin Güvenç’a sorduk.
“Bedenlerini dışarıdan bir gözle değerlendirmeye başlıyor”
Sizce kadın bedeni üzerindeki toplumsal denetim mekanizmaları var mı? Varsa kadınların ruhsal dünyasını nasıl şekillendiriyor?
Kadın bedeni tarih boyunca sadece bireysel bir varlık değil, toplumların düzenini korumak için müdahale edilen bir alan oldu. Günümüzde bu denetim daha ince yollarla sürüyor; kadınların nasıl giyineceği, çocuk doğurup doğurmayacağı gibi konular hâlâ toplumsal denetim altında.
Foucault’nun biyoiktidar kavramı, bu durumu açıklamak için önemli: Modern iktidar, sadece yasaklayan değil, bedenleri ve yaşamı düzenleyen bir güçtür. Kadınlar da küçük yaşlardan itibaren toplumsal normları içselleştirerek bedenlerini dışarıdan bir gözle değerlendirmeye başlıyor. Bu, zamanla ruhsal baskıya dönüşüyor.
“Gerçekten kendi ihtiyaçları mı, yoksa toplumun beklentileri mi?” sorusu, kadınların bedenlerine dair kararlarında hep bir belirsizlik yaratıyor. Otonominin zayıflaması depresyon, anksiyete, yeme bozukluğu gibi sorunları tetikleyebiliyor.
Benim çok önemsediğim bir söz vardır feminist teorisyen Susan Bordo’ya aiti: “Beden, toplumsal denetimin uygulandığı alandır.” Kadınlar, bu denetimi içselleştirip sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşamaya başlıyor.
Güzellik normları bu denetimin en görünür biçimidir. Medya, kadına hep aynı mesajı verir: Zayıf, genç ve bakımlı olmalısın. Bu, hem kültürel hem ekonomik bir baskıdır. Güzellik idealleri değişse de her zaman bir ayrıcalık göstergesi olmuştur. Günümüzde ise estetik müdahalelerle ulaşılabilen bu “ideal” beden, yine ekonomik gücü olanlara ayrılmıştır
“Kusursuz olmalıyım”
Sürekli göz önünde olma hâli, özellikle kadınlar üzerinde nasıl bir baskı yaratıyor?
Günümüzde kadınlar adeta sürekli bir spot ışığının altında yaşıyor. Sosyal medyanın hayatın merkezine yerleşmesiyle özel alanla kamusal alan arasındaki sınırlar silindi. Kadınlar artık sadece sokakta değil, evde bile “görülüyor” ve değerlendiriliyor. Bu da üzerlerinde “iyi görünmeliyim”, “kusursuz olmalıyım” baskısı yaratıyor.
Zamanla bu baskı içselleştiriliyor; kadınlar kendi kendilerinin denetleyicisi haline geliyor. Bir fotoğraf paylaşmadan önce “Ne derler?” sorusunu sorup kendilerini düzenliyorlar. Bu durum, psikolojide “panoptik stres” olarak tanımlanır: Gerçekte izlenmeseniz bile izleniyormuş gibi hissedip sürekli kendinizi kontrol etmeniz, ciddi zihinsel yorgunluk yaratır.
Medya ve sosyal medya, ince, fit, bakımlı ve ne hikmetse hep mutlu görünen ideal bir kadın profili dayatıyor. Kadınlar da bu kalıpla kıyaslandıkça kendilerini yetersiz hissedebiliyor. Örneğin ABD’de genç kızların yarısından fazlası bedeninden memnun olmadığını söylüyor. Fiji’de televizyonun yaygınlaşması sonrası yeme bozukluklarının iki katına çıkması ise medya etkisinin gücünü açıkça ortaya koyuyor.
Dilimizi dönüştürmek, düşünce biçimimizi dönüştürmenin ilk adımıdır
Bir uzman olarak sizce toplumun dayattığı güzellik normlarına karşı nasıl bir savunma güçlendirilebilir?
Bu sorunun yanıtı bireysel değil; aynı zamanda kolektif bir uyanışı da içeriyor. Şunu net söyleyebilirim: Her kadının aynaya baktığında hissettiği o yetersizlik duygusu, kendiliğinden oluşmuyor. Sistematik olarak öğretiliyor bize. “Güzel ol, ama çok da gösterme.” “Genç kal, ama yaş almamış gibi görün.” “Zayıf ol, ama doğal ol.” Bu kadar çelişkili mesajla kim barış içinde kalabilir ki? Bu döngüyü kırmak zor ama mümkün.
Çünkü bu normlar dışımızdan değil, içimizden konuşmaya başlıyor bir noktadan sonra. Bizim yapmamız gereken şey, bu sesi tanımak ve onunla aramıza mesafe koymak. “Bu gerçekten benim düşüncem mi, yoksa bana öğretilmiş bir ölçüt mü?” diye sormak… Bu bir tür zihinsel farkındalık. Ve o farkındalıkla birlikte, kadınlar kendi bedenlerini farklı bir yerden görmeye başlıyor.
Sosyal medya içselleştirilmiş normların oluşmasında evet önemli, ama yıkılmasında da bir o kadar önemli. Artık medyaya yalnızca izleyici değil, aynı zamanda üretici olarak da katılan bir nesil var. Genç kadınlar Instagram’da, TikTok’ta bu kalıplara kafa tutuyor.
Filtre kullanmayanlar, cildini gizlemeyenler, “bakın benim vücudum böyle ve sağlıklıyım” diyenler çoğalıyor. Bu küçümsenecek bir şey değil. Çünkü her gerçeklik temsili, bir normu sarsar. Genç kadınların o cesareti çok önemli. Ama aynı zamanda biz “eski kuşaklar” da o cesareti desteklemeliyiz.
Estetik ameliyat yaptıran kadını da, doğal haliyle kalan kadını da aynı saygıyla karşılamayı öğrenmeliyiz. Kadın kadının yurdu olduğunda, toplumun o sert normları daha az etkili hale geliyor. Mesela bir arkadaş ortamında birbirimize fiziksel görünüş yerine enerjimizi, zekâmızı, emeğimizi övdüğümüzü düşünsenize. “Ne kadar kilo verdin?” yerine “Bugün nasıl ışıldıyorsun?” desek… Bunlar küçük gibi görünüyor ama aslında dilimizi dönüştürmek, düşünce biçimimizi dönüştürmenin ilk adımıdır.
Unutmamalıyız ki güzellik idealleri sabit ve değişmez değildir. Geçmişte nasıl farklı anlayışlar egemense, gelecekte de değişebilir ve değişecektir.
Kadınlar olarak bu normları dönüştürebilecek güce sahibiz. Kendi bedenimizi başkalarının yargılayan gözlerinden, toplumun spot ışıklarından çekip, kendi öznel deneyimimizin, ihtiyaçlarımızın ve sağlığımızın ışığında değerlendirmeye başladığımızda, bize dayatılan güzellik kalıplarının üzerimizdeki etkisi de zayıflayacaktır.
Bu dönüşüm, sadece bireysel değil, toplumsal bir değişimi de beraberinde getirir. Daha adil, insan haklarına duyarlı ve çoğulcu bir toplumda, herkesin kendi bedeniyle barış içinde, baskıdan uzak ve özgürce yaşayabileceği bir kültürü birlikte kurabiliriz. Bu da yalnızca mümkün değil, aynı zamanda hayati bir ihtiyaç.
(GB/EMK)