8 Mart Kadınlar Günü’nde yapılan gece yürüyüşü ile binlerce kadın, İstiklal Caddesi’ni rengarenk pankart ve dövizlerle doldurdu. Bu pankartlardan bazıları, bazılarının tüylerini diken diken ederken, bazıları da kahkahalar attıran mizah unsurları ile kaplıydı. Fakat yürüyüş sonrası gördük ki kadınların taşıdığı bir çok pankart ciddi tartışmalara yol açtı. Peki neydi bizleri bu kadar tartıştıran pankartlar? Nedendi tartışmamız?
Öncelikle hemen hepsinin ortak özelliği kadınların cinselliklerini konuşan ve yüksek sesle kadın bedenine dair söylem üreten yazılar olmasıydı. Kadına şiddete yönelik ciddi mesajlar içeren pankartlar kimse için soru işareti yaratmazken, toplumda sesli olarak dile getirilmesi kabul edilmeyen kadın orgazmı, seks işçiliği, klitoris ve vajina gibi kelimelerin kartonlara kocaman harflerle yazılması birçokları için rahatsız edici oldu.
Bu pankartların feminizmle ne alakası vardı?
Bunun emekçi kadınlara veya “ciddi” kadın sorunlarına ne katkısı vardı?
Feminizmi çok mu yanlış anlamıştık?
Ahlaksız olmakla mı övünüyorduk yani?
Yoksa kadın mücadelesini mi sulandırıyorduk?
Bunların hepsine cevabımız kocaman bir hayır! Ama baktık ki hayır demek yetmiyor, bu pankartların açıklanması ve anlaşılması gerekiyor. Eh, biz de bir grup feminist olarak bir araya geldik, kolları sıvadık ve yürüyüşte yer alan çeşitli pankartları derledik.
Bu yazıyı yazmaktaki yegane amacımız, temel kavramlardan yola çıkarak hazırlanan bu pankartların arkasındaki feminist söylemi göstermek, cinsel devrime dair üretilen mizahın tüm kadınların hayatında ne kadar önemli bir yeri olduğunu anlaşılır kılmak ve göreceğimiz bütün pankartların arkasında yürümek zorunda olmadığımız halde o pankartları savunarak “birlikte güçlü” olduğumuzu bir kez daha hatırlatmak.
Bir hususu da belirtmekte fayda var. Feminizm kimsenin tekelinde değildir. Her ne kadar bu yazı da dahil olmak üzere karşılaşacağımız hiç bir söylem yeryüzündeki tüm feministleri temsil edebilecek olmasa da ve bu dünyada yaşayan kadın sayısı kadar farklı deneyim mevcut olsa da, feminizm hepimizin aynı çatı altında toplanabildiği temel bir özgürlük arayışıdır. Bizler bu yazıda, en temelde ortaklaşmamız gereken temel kavramları ve gurur duyduğumuz farklılıklarımızın ürettiği cümleleri kaleme almayı amaçladık.
“Lilith’in Sürtükleriyiz” (Sürtük mü? Aman tanrım)
Efsaneler vardır inanırız, efsaneler vardır inanmayız. Kimileri hayatımızı şekillendirir, kimileri ilham kaynağı olur sloganlarımıza.
İşte yine böyle bir efsaneye göre Tanrı, kadın ve erkeği topraktan yaratır. Kadının adı Lilith, erkeğin adı ise Adem’dir. İnsanlığın ilk çifti cennette yaşarlar fakat bir türlü mutluluğa erişemezler. Adem, Lilith’ten kendisine tabi olmasını ister. Lilith ise ikisinin de topraktan yaratıldıklarını ve eşit olduklarını söyler. Adem kendisini, bağışlayan ve bereketli gökyüzüne benzetirken; Lilith’i de ürün veren toprağa benzetir. Asla huzuru bulamayacaklarını düşünen Lilith, Tanrı’nın kesinlikle söylenmemesi gereken ismini söyleyerek ona bahşedilen tüm nimetlerden vazgeçer ve göğe yükselir. Şeytandan ve cinlerden çocuklar yapar. Artık o da dışlanmışların arasındadır. Yalnızlığa dayanamayan Adem, Tanrı’dan Lilith’i geri getirmesini ister. Lilith’i ikna etmeleri için üç melek yollar Tanrı. Lilith, Adem’e geri dönmelidir yoksa her gün çocuklarından yüz tanesi ölecektir. Lilith yine de boyun eğmez ve bu tehdit gerçekleşir.
İşte feministlerin dövizlerine konu olan isyankâr ruhlu, eşitsizliğe tahammülü olmayan ve bu uğurda sahip olduğu her şeyi silerek hayatına sıfırdan başlama cesaretine sahip Lilith’in hikâyesi böyledir.
Lilith sürtük olmakla yaftalanmıştır. Bir kadının hak, adalet ve eşitlik arayışı onu bir sürtük yapıyorsa, feministler de pekâlâ bu yaftayı üstlenerek birer sürtük olabilirler. Hem de en iyisinden!
“Ben senin kaburgandan yaratılmadım, sen benim vajinamdan çıktın!”
Efsanenin devamında Tanrı, Adem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Bu sayede Havva Adem’e tabi olacak, Adem de yalnızlıktan kurtulacaktır. Fakat Lilith, efsaneye göre kadınların kulağına aslında erkeklerle eşit olduklarını fısıldar ve onları günaha davet eder.
Günümüzde kadınlara karşı yapılan hiçbir ayrımcılık herhangi bir din veya efsane ile temellendirilemez. Kaldı ki; bir tartışmaya dini bir argüman üretmek yalnızca o dinin mensupları için anlam ifade eder.
Biz feministler; lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks, herhangi bir dine mensup olanlar veya olmayanlar dahil tüm farklılıklarımızla omuz omuza meydanlardayız. Olmaya da devam edeceğiz. Unutulmamalıdır ki dindar kadınlar kadar inanmayan kadınlar da vardır!
(Lilith’in hikayesi hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler tıklasın.)
“Boşanmayı engellemek isteyen evlilik kurumunu kaldırsın!”
Kadınlar, evlilik ve dolayısıyla “toplumun temel yapı taşı olan” aile kurumunu da merceğe alırlar. Kadınların evlilikle en temel derdi, kadını bir birey olarak görmeyi reddeden “kadın eşittir aile” algısına indiren söylemdir.
Evlilik, resmi sözleşme ile ortak kararla kurulan bir kurumdur. Ancak evlilik toplumlarda kutsallaştırıldığı için aile içindeki sorunlar görmezden gelinir, ev içinde kadının emeğinin sömürülmesi ve kadının maruz kaldığı şiddet görünmez kılınır.
Boşanma da evlilik kadar kolay ulaşılabilmesi gereken bir haktır. Son yıllarda boşanmayı engelleme yönündeki çabalar artmaya başladı. Boşanmanın engellenmesi, kadını sömürüye, hatta şiddete mahkum eden bir zihniyetin ürünü olarak kadın özgürlüğünün önünde engel oluşturabilir.
Bu durumda ortaya bir başka soru çıkıyor. Eğer kadın "aile" demek değilse, o halde kimdir bu kadın? Neyin nesidir? Çiçek midir yoksa?
“Kadın kadındır, çiçek babandır”
Bu pek manidar slogan pratik olarak çok eskiye dayanmamakla birlikte son yılların 8 Mart’larında yer alıyor.
Tarih öncesi dönemlerden beri, yüklenen roller bakımından kadın ve erkek farklılaştırılır. Bu da şu demektir: kadınlık bir araya getirmek, inşa etmek, bakım, besleme, eğitimle eş anlamlı olurken; erkeklik de rekabet, savaş, tahrip etmek ve dağıtmakla eş anlamlı olur. (*)
Burada kadınlık kavramı ortak olarak uysallıkla özdeşleştirilir ve bu da kadınları bitki temelli bir varlık halinde yansıtır. Dolayısıyla, kadının çiçek olmasının yanı sıra ot gibi olduğu da görülür; edilgen ve tekdüze. Kadın ot gibi olurken, ilginçtir ki erkek de odun gibi olmakla tasvir edilir. Böylece kadınlar çiçek olurken, çiçek olmanın bedellerini de onlara biçilen rollerle öder. Kadını çiçek yapan ataerkil yapı, onu aynı zamanda ikincil kılar, toplumsal ve maddi değer taşıyan mesleklerden dışlar (ya da kadını öğretmenlik gibi belli mesleklerle kısıtlar), evişi ve bakım emeği gibi konularda her türlü emeğini görünmez kılar.
Yüzyıllardır eleştirel saptamalarda bulunan feministlerin “kadın kadındır, çiçek babandır” sloganı kendilerini görünür kılma mücadelelerinden sadece biridir. Başka bir deyişle, ataerkil sistem kadını doğayla eşleştirirken çiçeği uygun görmüştür. Kadınlar çiçektir ya da aynı anlama gelen benzer ifadeler olan “Bütün kadınlar bir çiçektir” ve “Her kadın bir çiçektir” cümleleri de şu anlama gelir: “Papatya kadar saf, gül kadar kokulu ve menekşe kadar renkli”dir.
Özetle bu pankart, kadını çiçek yapan erkek egemen yapıya ait tüm bu tezahürlere karşı kadının eleştirel baktığı ve buna karşı olarak duygusunu ifade ettiği bir pankarttır. Dolayısıyla, "kadın kadındır, çiçek babandır" demek de en az "kadınlar bir çiçektir" kadar politiktir. Bu pankartla ortaya konmak istenen, kadının çiçek düşmanı olduğu değil, kadının çiçek olduğu anlayışına eleştirel bir bakıştır.
(*) Gilman, Charlotte P. (2016)Kadınlar Ülkesi, Çev.: S. Özbay, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
“Bırak evi bok götürsün”, “Ev işlerini Marslılar yapsın”, “Tabuları yıkarım bulaşıklara karışmam” ve diğerleri
Hazır kadınların “çiçek” yakıştırması ile nasıl uysal kılındığı ve bunun bir sonucu olarak da ev içinde sömürülen bir canlı haline getirildiğine değinmişken, bu sloganları yazımıza dahil etmesek olmazdı. Şüphesiz en çok karşılaştığımız pankart yazılarının bir başka örneği, kadınlara "atanmış" evişleri sorumluluğunu reddeden cümle çeşitleriydi.
Evişleri, kadın ve erkek olarak ayrılmış iki kutuplu/çift cinsiyetli toplum yapısında tamamen kadına atfedilmiş bir görev. Kamusal alanda para kazanma ve bakma sorumluluğu erkeğe atfedilirken, ev içerisinde yani özel alanda hapsolmuş kadınlara da “evinin idaresi” uygun görülmüş. Bu "evi çekip çevirme" görevi içerisinde, o evin içerisinde yaşayan bütün bireylerin (kocanın ve çocukların) karnını doyurmak, giysilerini yıkamak vb. gibi temel yaşam ihtiyaçları da kadının sırtına yüklenir. Kadınların kamusal hayata katılımı ve çalışmaya başlaması ile beraber hayatın müşterekleşmesi beklenmesi gerekirken, tersine kadının sırtındaki yük ikiye katlanmış ve işten eve gelen kadının, aynı eviçi emeği sürdürmesi beklenmiş.
Bu algı, günümüzde işten gelen erkeğin televizyon başına oturup hazır olan yemeği yemesi, işten gelen kadının ise üzerini değişir değişmez yemek hazırlamaya koyulup gecenin geri kalanını bulaşık yıkamak, varsa çocuklarının ödevlerini ve banyolarını yaptırıp yatırmak ve evi toparlamak ile geçirmesi olarak tezahür eder.
Bazı “şanslı” kadınların ise kendilerine “yardım eden” eşleri vardır ve eşleri en azından sofrayı toplamak, salataya limon sıkmak veya bulaşık makinasını boşaltmak gibi konularda eşlerine "yardım" ederler. Peki ihtiyacımız olan şey gerçekten "yardım" mıdır? Kadınlar bu pankartlar ile niye evişleri yapmayı reddediyorlar?
Evişleri üzerindeki bu cinsiyetlendirme doğal değil, yapay bir ayrımdır. Bu şu anlama gelir; yemek yapmak için bir vajinaya ihtiyaç yoktur. Biyolojik olarak kadın ve erkek bireyler arasında temel yaşam fonksiyonlarını gerçekleştirme kapasitesi açısından herhangi bir fark bulunmamaktadır. Bu sebeple belirli bir yaşam alanını yaşanabilir halde tutmak, kadına yüklenen bir sorumluluk olmaktan çıkmalı ve o alanı paylaşan herkesin dahil olması gereken bir süreç haline getirilmelidir. Eşlerine yardım eden kocalara değil, eşleriyle beraber –aynı zamanda kendi yaşam alanları da olan- evi derleyip toplayan, temizleyen, kendi karnını ve çocuklarının karnını doyurabilen, kendi giysilerini giyilebilir kılan partnerlere ihtiyaç vardır.
Bir kadın evişlerini yapmayı reddettiğinde o evi bok götürüyorsa, ihtiyacımız olan şey tam olarak budur. Kadınların görünür kıldığı bu isyan, ev işlerini kadınların üzerinden atıp erkeklerin sırtına bindirmek amacı taşımaz. Tersine, ortak yaşam alanlarının getirdiği sorumluğu ortak bir şekilde paylaşmak ve sağlıklı bir iş bölümü arzusunu dile getirir. Marslıların (*) da mutfağa girme vakti gelmişken, kadınlar artık bulaşık yıkamak yerine tabuları yıkıyor.
(*) Pankartta kullanılan “Marslı” ifadesi, kadınların Venüs erkeklerin ise Mars gezegininden geldiğine dair popüler anektoda gönderme yapıyor.
“Erkeklik nedir? Küçülebilen bir şeydir!”
Bizler erkek düşmanı mıyız? Yanıt hayır ise, nedir bu dilimizden düşürmediğimiz erkeklik?
“Erkeklik” erkeklere toplumsal ve kültürel olarak yüklenen özellikleri belirtmek için kullanılır. Bu özellikler erkekler için normal kabul edilen, ‘doğal’ diye yorumlanan ve kadınlar aleyhine bir güç ilişkisi barındıran özelliklerdir. Dövizde erkeklik ile kastedilen şey erkeklerin kadınlar, çocuklar ve eril dünyada yeterince erkek olmayanlar (LGBTİ bireyler*) üzerinde sahip oldukları ‘iktidar’dır.
Erkekliğin taşıdığı ikili anlama da gönderme yapılmıştır. İlk anlamında erkeklikle bağdaştırılan toplumsal özellikler: güç, cesaret, kavga etme yetisi, şiddet kullanarak egemen olmak iken; kastedilen ikinci anlam erkek cinselliğinin sertleşen ve duhul eden biçimidir. Ereksiyon sorunu yaşayan erkeklerin iktidarsız (!) olarak adlandırıldığı dilde buna gönderme yapmak, ikili cinsiyet rejiminin egemen olduğu bir toplumda penis ve ikidar arasındaki ilişkiyi ironik biçimde vurgulamaktadır. Kadınlar, cinsel ilişki sırasında erkekliğin küçülebildiğini bildiklerini ve toplumsal-kültürel alanda inşa edilen erkekliğin de küçülebileceğine inandıklarını esprili bir dille vurgulamışlardır.
* LGBTİ ne demektir?Lezbiyen, gay, biseksüel, trans ve interseks kelimelerinin baş harflerinden oluşan kısaltmadır. Lezbiyen: Bir kadın bedeninin başka bir kadın bedenine karşı ilgi duymasıdır. Gay: Bir erkek bedeninin başka bir erkek bedenine karşı ilgi duymasıdır. Biseksüel: Bir bireyin her iki cinse karşı da ilgi duymasıdır. Trans: Erkek bedeninde dünyaya gelmiş bir bireyin kendini kadın hissetmesi (trans kadın olması) durumudur. Ya da tam tersi kadın bedeninde dünyaya gelmiş bir bireyin kendini erkek hissetmesi (trans erkek olması) durumudur. Bu bireylerin bazıları ameliyat ile bedensel cinsiyet geçişi gerçekleştirebilir, bazıları ise gerçekleştirmez fakat yaşamlarını kendilerini tanımladıkları cinsiyette sürdürürler. İnterseks: Bu bireyler tipik kadın veya erkek tanımına dahil edilemeyen anatomik cinsiyet özelliklerinin (kromozomlar, genital ve/veya üreme organları) bir karışımına sahiptirler. İnterseksin birçok şekli vardır, tek bir kategori değildir. |
“More sex less sexism” (Daha fazla seks, daha az seksizm)
İngilizcedeki uyağı sebebiyle pankarta orijinal dilinde taşınmış olan bu sloganın Türkçe çevirisi “daha fazla seks daha az cinsiyetçilik” anlamına gelir. İngilizcedeki sex kelimesinin Türkçe karşılığına bakıldığında hem cinsiyet hem de cinsel ilişki olmak üzere iki farklı anlamda kullanıldığı görülmektedir. Pankartta vurgulanmak istenen sex ise cinsel ilişki anlamıdır.
Peki niçin kadınlar için daha fazla seks isteniyor? İnsan cinselliği, zihinsel ve fiziksel haz almak üzere bedenin ve özellikle genital organların kullanılmasıyla ilgilidir. Cinsel pratiklerin biçimlendirilmesi ve düzenlenmesi, toplumsal olarak inşa edilmesi, toplumdan topluma değişiklik gösteren bir dizi ahlaki-kültürel kurallar ve normlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ataerkil toplumlarda kadınlara dayatılan cinselliklerini evlenene kadar yaşayamama durumu da cinsiyet ayrımının bir çeşididir. Kadınlar evlenmeden önce 'bakireliğini kaybederse', 'ahlaksızlık'la suçlanır, 'kirlenmiş' olarak yaftalanır.
Pankartta, toplumumuzda kadınların cinsel arzularının bastırılması, kendi bedenlerine hakim olamamaları ve bedenleri hakkındaki kararları erkek dayatmasından azade şekilde verememeleri vurgulanıyor. Kadınlar da erkekler gibi cinselliklerini özgürce yaşayabilir. Kadın bedeni, ahlaki açıdan doğru kabul edilen bazı kültürel ve dini normların, değer yargılarının, tabu ve kuralların malzemesi olmadığı ölçüde kadın cinselliğinin anormalleştirilmesinin önüne geçilir.
Sexism kavramına gelirsek, cinsiyetçilik/cinsiyet ayrımı gibi Türkçe çevirileri vardır. Bir cinsin diğerine olan üstünlüğünü savunmak ve toplumda cinsiyet farkı gözeterek yaşam pratikleri geliştirmek cinsiyetçiliktir.
Cinsiyetçilik, genel olarak erkeklerin kadınlara, heteroseksüellerin de eşcinsellere karşı üstünlüğü şeklinde tezahür eder. Günümüzde cinsiyetçilik, hayatımızın her alanında yer edinir. Dildeki cinsiyetçilik gerek televizyon reklamları, filmler ve diziler gerek ders kitapları, atasözleri ve küfürler hatta iltifatlar da dahil olmak üzere gündelik hayatımızda hemen her gün karşımıza çıkar.
Cinsiyetçilik aynı zamanda toplumsal cinsiyet ile de ilişkilidir. Toplumsal cinsiyet kabaca, kadına ve erkeğe biçilen/atfedilen rollerin toplumsal olarak inşa edilmesidir. Kadınsı olarak görülen bazı rol, davranış ve düşünce kalıpları ataerkil iktidarlar tarafından dayatılır. (Buradaki iktidar, hem devlet iktidarı hem ev içinde eş, baba, erkek kardeş iktidarı hem de işyerinde erkek patron iktidarı olarak farklı şekillerde görülür). Örneğin, bir deterjan reklamında erkeklere pek rastlanmaması veya dizilerde kadınların çoğunlukla ev içinde konumlandırılması bunun bir sonucudur. Bu tarz örnekler çoktur, ancak temelde ataerkil toplumsal örüntülere bakıldığında kadınlar “ağırbaşlı, itaatkar, güçsüz, zayıf, duygusal ve evcil” olarak nitelendirilirken, erkeklerle bağdaştırılanlar ise “girişken, koruyucu, güçlü, hırslı, mücadeleci” olmak gibi davranış kalıplarıdır. “Kadınların yeri bellidir” gibi kadın düşmanlığına varan söylemler ve “kadınlar korunmaya muhtaçtır/erkeklere emanettir” gibi korumacı erkeklik, cinsiyetçiliğin farklı tezahürleridir.
Sonuç olarak artık kadınların seks yapmasının 'ahlaksızlık' ile bir görüldüğü bu anlayışı değiştirme çabası, kadınların cinsiyetçi söylem ve pratiklere maruz kalmasını engelleme çabasından ayrılamaz. Kadınlar, toplumdaki edilgen konumlarını yıkıp kendi özgür iradeleriyle aldıkları kararlarla birer birey oldukları anlayışını uygulamaya çalışırlar.
“En az 3 orgazm”
Bu pankartta AKP hükümetinin “En az üç çocuk” söylemine karşı çıkıyor ve yumurtalarımızı kapitalizme “feda etmek” istemediğimizi ironik bir şekilde dillendiriyoruz.
Kadın bedenini bir çocuk fabrikası gibi gören iktidarın eleştirisini, kadının haftada en az üç kere sadece istediği için sevişeceğini haykırarak yapıyoruz. Unutmayalım ki ‘Cinsel Olan Politiktir’.
“Diktatör değil vibratör istiyoruz.” (Haftada 3 orgazmı nasıl olacağız yoksa?)
Vibratör nedir? Vibratör aslen vibrasyon (yani titreşim) yayan alet demektir. Yaygın kullanımı ile kadınların cinsel haz almalarını sağlayan, titreşimleri ile vajina ve klitorisi (*) uyaran bir araçtır.
Peki, bir vibratör ile diktatöre karşı koyabilir miyiz? Eğer vibratörü elimize alıp, diktatörü dövmek için kullanmayacaksak hayır. Fakat vibratörün varlığı kadınlara ikinci bir kişiye bağlı olmadan cinsel haz duyma ve orgazma ulaşma imkanı sağlar ve varlığı itibariyle günümüzde kadının kendi iradesiyle yaşayabileceği cinselliği temsil eder.
Otokratik sistemlerin en büyük destekçisi erkek egemen sistemdir ve bu işbirliği, kadınların kendilerine ait özgür bir cinsellik alanına sahip olmasını istemez. Bu cinselliği konuşarak görünür kılmalarını ise hiç istemez. Dolayısıyla bu pankart diktatör ve vibratör kelimeleri arasındaki uyaktan faydalanarak mizahi bir unsurla, kadınların cinselliklerinin yok sayıldığı bir sistemi reddediyor ve bunun yerine bedenleri ile kurabilecekleri haz ilişkisini istediklerini vurguluyor.
(*) TIKLAYIN - Klitorisin Hiç Anlatılmayan Hikayesi
“Sen onu benim klitorisime anlat”
Klitoris demişken, kadınların sürekli kendini anlatmaya çalıştığı bir dünyada asıl biz eril iktidara inanmayıp “Sen Onu Benim Klitorisime Anlat” diyerek iktidarın yalanlarına inanmadığımızı söylüyoruz ve bunu yaparken de iktidarın dilini kullanmaktan kaçınıyoruz.
Zira “Külahıma Anlat” deyiminde erkeklerin taktığı, iktidar sembolü olan ve erkeklikle ilişkilendirilerek kullanılan başa takılan külah ile bedenimizde tek işlevi zevk vermek olan klitoris yer değiştirir ve erkeklik mizah aracılığıyla yerle bir edilir.
“Bir kadının yoksa cebinde parası, amıdır kumbarası!”
8 Mart 2014 gece yürüyüşünde açılan ve bu seneki yürüyüş sonrası tekrar gündeme taşınan “Bir kadının yoksa cebinde parası, amıdır kumbarası!” pankartı üzerinden de büyük bir tartışma döndü. “Kadınlık vajinaya mı indirgeniyor?”, “Küfüre karşıyız ama neden bu söylem yeniden üretiliyor?”, “Söylemde dışlayıcılık yok mu?” gibi sorular üzerinden şekillenen tartışmaya bir açıklama getirmeden önce dikkat çekmesi gereken bir nokta var. Cinsellik ile ilgili bu kadar fazla pankart olması bize gösteriyor ki, farklı kimliklere sahip olan bu grupların cinsellik üzerinden ezilmesi oldukça ön planda. Dolayısıyla cinsel şiddetin, kadın ölümlerinin, çocuk istismarlarının bu denli arttığı bir ülkede, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü, kadınların kendi cinsellikleri üzerinde söz sahibi olduklarını beyan etmeleri için bir alan tanıyor. Patriarkal yapının böylesi derinleştiği bir yerde, kadınlar cinselliklerini, bedenlerini ve tabii ki hayatlarını geri almak istiyorlar. Bunu yaparken öncelikli adım olarak “Kadın cinselliği vardır!” ve “Bedenimiz bizimdir!” sloganlarından güç alarak yollarına devam ediyorlar.
Yukarıda sayılan şiddet türlerinin yanı sıra, şiddetin dilde başladığı da görülüyor. Cinsel kimliklerin ötekileştirilmesi, toplumsal cinsiyet kalıplarının yaratılması dil ile mümkün. Erkek egemen zihniyet, erkekliği yüceltip kadınlığı ve kadınsılığı aşağılarken bunu dil üzerinden kuruyor; hakaret ve küfür ederken, kendinden alt seviyede olduğunu düşündüğü kimselere de kadınlık ve kadınsılık üzerinden etiketlemelerde bulunuyor. Noktalama işareti kullanır gibi kullanılan (kadın cinsel organları üzerinden şekillenen) küfürler, tecavüz kültürünü desteklediği kadar, kadın bedeni üzerinde tahakküm kurulmasına da sebep oluyor.
Bir erkeğin kadın bedeni üzerinden yarattığı küfürleri hiçbir çekince duymadan kullanabildiği bir ortamda, kadının cinsel organının ismini telaffuz etmesi, bedeni üzerinde söz sahibi olmak için atabileceği büyük bir adımdır. Çünkü kadınların cinsel organlarını rahatlıkla telaffuz edebilmesi ve istediği gibi ondan bahsedebilmesi dildeki eril tahakkümü de sarsar ve cinsel devrime giden yolun önündeki engelleri aşmaya yardımcı olur.
Bir başka mevzu da bir insana hakaret etmek istenildiğinde tercih edilen bir kelime olan “orospu”dur. Bazı kadınlar seks işçiliğine zorlanırken, bu onlara dayatılırken, bazı kadınlar bu mesleği tercih edebilirler. Yani tüm seks işçileri “kurban” değildir. Ataerkil ahlaki örüntüleri, seks işçilerine karşı konumlanmamıza ve bazı noktaları gözden kaçırmamıza sebep olur. Bu noktada önemli olan şey, doğup büyürken aynı zamanda, toplum ve toplumsal cinsiyet kodları tarafından yoğrularak şekillendirildiğimizdir. Çünkü ahlaki kodlar, heteroseksüel kadınların ve LGBTİ+ bireylerin, tahakküm altına alınmasını kolaylaştırıyor ve kişileri özel alana hapsediyor. Elbette, seks işçiliğine karşı ahlaki kodlarla yaklaşmanın neden sorgulanması gerektiğine dair bir tartışma, burada kısaca üzerinde durabileceğimiz bir konu olmadığı için, başka bir yazıda daha uzunca ele almak çok daha sağlıklı olur; ancak gece geç saatte dışarı çıktığı için “Orospu!”, “Tecavüzü hak ediyor!” denilen kadınların; geceyi de, sokakları da, bedenlerini de geri almak için Feminist Gece Yürüyüşü’nde “normalleştirilen ve ötekileştirilen” ne varsa ele alıp pankartlarında buna dikkat çekmesi, kendi hayatlarını kurmak istemesi, bu perspektiften bakıldığında daha anlaşılırdır.
Feminist teoriyi, pratiğe dökmek, kapsayıcı ve efektif bir hareket yaratmak için gerekli bir adım olarak görülür. Bu sebeple, kişiler arası hiyerarşik ilişkilerin olmadığı, heteroseksüel kadınlar ve LGBTİ+’lar arasındaki dayanışmanın yaşatıldığı, cisseksist (*), dışlayıcı ve ötekileştirici söylemlerin ortadan kaldırıldığı bir ortam oluşturmak feminist bilinci hayata geçirmek için önemlidir. Bu perspektiften bakarak pankartın trans kapsayıcı olmadığı ve bireylerin sorunlarını tetikleyici olabileceği eleştirisi yapılabilir. Çünkü her kadının vajinası yoktur ve vajinası olan her kişi de kadın değildir. Nasıl ki cinsiyetçilikten bahsederken, sadece iki cinsiyet olmadığını belirtiyorsak, cinsiyetçi ve dışlayıcı olan her türlü söylemi reddediyorsak, kişilerin travmalarını ve hassasiyetlerini tetiklememek gerektiğini belirtiyorsak; böylesi bir yürüyüşte de bunu göz ardı etmemek ve trans kapsayıcı bir söylemle hareket etmek, hareketin içindekileri ve harekete katılma potansiyeli olan kişileri küstürmemek adına önemlidir.
Feminizmin kendi içinden verilecek böyle bir özeleştirinin çok önemli olduğunu vurgularken, diğer yandan biyolojik kadın bedeni üzerinden söylem üretmenin de tek başına transfobik olmayacağını ve deneyime dayanan bir yaşantının pankartlara aktarılması olarak da yorumlanabileceğini akılda tutmak gerekir. Feminist ortak değerler çerçevesinde hepimizin kendi deneyimleriyle 8 Mart alanında kendine yer bulabilmesi, biz kadınların en temel gayesidir.
(*) Cisseksist: Cis ön eki, aynı tarafta olmak anlamına gelir; buna göre cis kişilerin biyolojik cinsiyetleri ve cinsiyet kimliği aynıdır. Cisseksizm ise buna bağlı olarak, heteroseksüellik dışındaki herhangi bir cinsel yönelime karşı önyargılar barındırma, ayrımcılıkta bulunma tutumudur.
8 Mart Dünya Kadınlar Günüdür
Son olarak “emekçi kadınlar günü” meselesine değinmek isteriz.
Türkiye solu ve feministler arasında yıllar yılı süren bu tartışma üzerine çok fazla yazı yazıldı, konuşuldu, söylenecek temel şeyler söylendi. Fakat bu yıl bir kez daha hissettiğimiz ihtiyaç çerçevesinde bir iki kelam daha edelim istedik.
Her yıl mart başında başlayan tartışmalarda bazılarının parmak sallayarak “Kendinize gelin bugün Dünya Emekçi Kadınlar Günü!” diyerek bize had bildirmeye çalışmasının en önemli sebebi, hareketin bir işçi sınıfı hareketi olarak ortaya çıktığını ve bu günün fabrikada çalışan kadınlar için olduğunu vurgulama isteğidir.
Bu günün ilk olarak Ağustos 1910 tarihinde Kopenhag kentinde yapılan 2. Enternasyonal yıllık toplantısı öncesinde bir araya gelen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi’nde, Alman Sosyal Demokrat Partisi delegesi Clara Zetkin tarafından önerildiği doğrudur. Ancak ısrar edilen isim, bilinenin aksine “Uluslararası Kadın Günü”dür.
1908’de New York’ta kadın iğne işçileri tarafından çalışma koşulları ve oy hakkı talebiyle düzenlenen grevin 8 Mart tarihinde olması ve 25 Mart 1911’de yine New York’taki bir işyerinde 140 tekstil işçisi göçmen kadının yanarak ölmesi, Mart ayını uluslararası bir simge haline getirmiştir. 1922 yılında Clara Zetkin’in önerisiyle Lenin, 8 Mart’ı “Uluslararası Kadın Günü” ve resmi tatil ilan etmiştir. Ancak aynı yılda Türkiye’de Komünist Parti bu günü “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlamış, belki de bugünkü tartışmaların önünü açmıştır. 8 Mart ilk kutlanışından yaklaşık 60 yıl sonra ise, ikinci kuşak kadın hareketinin yükselmesinden sonra, 1975’de Birleşmiş Milletler tarafından Lenin’in önerdiği ad resmen tanınmıştır.
Türkiye solunun bu günün adına özellikle “emekçi” vurgusunu eklemek istemesi, pankartlara çeki düzen verilmesini istemesi; hareketin tek bir merkezden yönetildiği ve kadınların o merkezin sözünü harfiyen yerine getirecek birer nefer olduğu izlenimini uyandırır. Oysaki Feminizm cinsiyetler arasındaki ilişkilerin dönüşümünü merkezine alan bir düşünce ve eylem biçimini tanımlar; farklı farklı enerjiler bu dönüşüme yoğunlaşır. Feminizm hiyerarşiyi reddeder; dolayısıyla üst merciden hareketin nasıl şekillendirileceği dikte edilemez. Ya da patronun ekonomik sömürüsünün baba figürünün sömürdüğü eviçi emekten daha önemli olduğunu iddia edemezsiniz. Kapitalist sistem beslediği diğer adaletsizliklerin yanında ataerkil yapı ile de işbirliği halinde elbette ama patriarka kapitalizmden çok daha eski bir sömürü biçimidir ve kapitalist sistemin değişmesi ile kendiliğinden son bulmaz.
Feminizm, her adımda kendini düşünür ve yeniden yaratır. Bu dönüşümü esas alan bir hareketin, gündeminin de değişebileceğini ve hiçbir dogmayla hareket etmeyeceğini söylemeye gerek bile yoktur. Dünya değişiyor, ekonomik ilişkiler değişiyor, kültürel yapılar değişiyor feminist mücadele de elbette değişecek ve dönüşecek, her alanda kendine özgürlük alanı açmaya çalışan kadınların sesi olmaya devam edecek.
Sonuç olarak…
8 Mart kadınların kendilerini birey olarak ifade ettikleri bir direniş günüdür. Bu “direniş” birçok kesim tarafından kabul edilse bile atlanan ya da gözden kaçan bir nokta var ki o da bu direnişin güncel politikalar zeminiyle şekillendiği.
Ataerkil iktidar bir rejimi ya da siyasi ortamı değiştirmek istediğinde değişime önce kadınlardan başlar. Yani bir anlamda, kadın bedeni iktidarın birincil nesnesidir. Kapitalizmle birlikte kadın bedeni çocuk üreten bir fabrikaya dönüşmüştür ve aynı ikiyüzlülükle ve olanca ahlakçılığıyla kadın bedenini görünmez kılmaya çalışır. Bunu biz kendi ülkemizde de yaşıyoruz. Cinsiyet rejiminde, Türkiye’deki tüm siyasal iktidarların kadınların kontrolünde hemfikir olduklarını çeşitli çalışmalardan biliyoruz. Ancak özellikle son 10 yıldır AKP iktidarı politikalarını kadın ve kadın bedeni üzerinden yürütüyor. Biz kadınlar kadın öznelliğini ortaya koyarak bu politikalara karşı çıkıyor ve hem pratiklerimizle hem de sloganlarımızla politik bir eylem gerçekleştiriyoruz.
Bu bağlamda bu pankartlar, iktidarın kendini hiç saklamayan bir erillikle hegemonya kurmaya çalıştığı kamusal alanda, kadınların kendi bedenlerini temsil etme hakkını kimseye bırakmamak üzere bütün düzeylerde yapılmış bir hamlenin pratiğidir. Ahlakçılığın dayattığı sınırları verili ve doğal kabul etmeden kendimizi ve üstü ahlakçı ikiyüzlülükle örtülmeye çalışılan bedenimizi şiirsel bir ironiyle söze dönüştürüp iktidarın yüzüne çarpmanın coşkusudur bu pankartlardaki…
Özel olan politiktir ve kadın hareketine yönelecek her eleştiri okunun ucundaki özne, özel olanın politikasını yeterince sorgulayıp sorgulamadığını kendisine sorar. Kadınlar ve LGBTİ+ bireyler özel alanda yaşadıkları problemleri tesadüfi olarak değil her alandaki erkek şiddetinin nesnesi olarak konumlandırıldıkları bu sistem yüzünden deneyimliyorlar. Bunun bilincine vardıktan sonra “Birlikte Güçlü” pankartının arkasında bu özel hayat problemlerini dile getirmek direnişin en önemli parçasıdır.
İktidarların beden politikaları vardır. Kaç çocuk yapılacağından, hangi yolla doğurulacağına; nerede kiminle sevişileceğine, kimin ne kadar haz alacağına kadar karışır ataerkil iktidar. Söz üretir, ahlak inşa eder. Bugün ülkemizde de sık sık maruz kaldığımız, genelde iktidar yanlısı erkekler tarafından üretilen kimi söylemler münferit değil tam aksine normalin ne olduğunu belirlemek üzere yapılmış planlı açıklamalardır. Kadınların kendi bedenleri hakkında söylem sahibi olmaları, hazlarına sahip çıkmaları mücadele ettiğimiz ataerkil karanlığın tam kalbine saplandığı için bu kadar rahatsızlık yaratıyor. Kadınlar kendi bedenleri, cinsel organları, hazları üzerinde söz sahibi olduklarında erkekliğin tahakkümünü kırabilme gücünü de kazanmış olacaklardır. Bu yolda cinselliğin sadece bir sınıfın tekelinde olmadığını, dolayısıyla işçi sınıfı kadınların da cinsel devrimden muaf tutulamayacağını fark etmek ve her gün birbirimize hatırlatmak belki bizler için faydalı olacaktır. İktidar karşısında muhalif bir konum aldıklarını iddia ederken, kadınlara taşıdıkları pankartlar üzerinden ahlakçı eleştiriler yönelten herkesi dönüp yaslandıkları ahlaki değerlere bakmaya davet ediyoruz.
Biz kadınların önemsediği bir soru var: Genel ahlak, kimin ahlakı? (DB/EK/HG/MÇ/PA/YY/ÇT)