Topkapı'daki paket postanesinde yurt dışından gelen bir paketi alırken yaşadıklarım, bu demeceyi bize ve "memur"lara uyarlamaya yöneltti. Tam 22 yıllık devlet memuruyum. Dolayısıyla böyle bir değerlendirmeyi yapacak kadar bilgi ve deneyimim, ayrıca da bunları söylemeye hakkım var. Yine de katılıp katılmamak size kalmış. Ama ben şöyle dedim:
Bir memur devleti yönetir. İki memur devleti yönetmeyi bırakır birbirlerini yönetir. Daha doğrusu yönetmek için kavga verir. Üç memur olunca kavga durur. Çünkü onlardan biri amir olur ve diğerlerini yönetir.
Sayı dört olunca
Ama iki memur yine de farklıdır. Biri iş yapar, diğeri iş yapar görünür. İş yapan amirinin her dediğini yapar. Yapmayan ise ya amire birinciyi çekiştirir, ya da amirin ayağını kaydırmak ve yerine amir olmak için bir üst kademede kulis faaliyetlerinde bulunur.
Memur sayısı dört olunca durum pek değişmez, yani aynı sistem sürer ama dördüncü memur genellikle amir olana yardımcı olarak atanır. Eğer amir "iyi" ise, yardımcısı "kötü", amir "kötü" ise yardımcısı genellikle "iyi"dir.
Memur sayısı beşe ulaşınca tüm sitem bozulur. Bu durumda memurlardan biri -en son gelen, en işgüzâr olan ya da en tepedeki amir- tek başına devleti yönetir, diğer dördü işi bırakır en yakındaki bir kahvehaneye gider pişpirik oynarlar,
Biri kadınsa
Eğer bunlardan en az birisi kadınsa o gelen vatandaşları karşılamakla görevlendirilir ve "bugün git yarın gel", "şef bu gün yok", "şunları tamamlayın da gelin" cümlelerinden birisini söyleyerek işleri idare ederler.
Kadın sayısı birden fazlaysa bu işi nöbetleşe yaparlar ama sabahtan akşama kadar sürekli dedikodu yaparlar.
Altı memur olan yerlerde memurlardan dördünün görevi yine kahvehanede sürer ama görüntüde hep dışarı işindedirler. Kalan iki kişi birbirlerini yönetmek için mücadele ederler. Devletin işleri burada her zaman olduğu gibi yine bekleyebilir.
Karmaşa ve devlet dairesi
Yedi memur olunca burası artık bir dairedir ve yeni bir organizasyon tanımlanması ihtiyacı baş gösterir ve herkes her şeyi bırakır ve durumdan şikayet etmeyi iş olarak üstlenir.
Bu koşulda genellikle tam bir karmaşa ve düzensizlik söz konusudur. Hizipler ve gruplar oluşmaya başlar.
Ancak sayı sekize çıkınca artık orası bir devlet dairesi olur. Artık buranın bir müdürü, bir müdür muavini, üç tane kısım şefi ve her şefin de bir memuru vardır. Arı gibi çalışmaya başlarlar. Türkiye'de kamuda işlerin belirli bir sistem içinde yürümesi için en az memur sayısı budur.
Gönüllü kontrol
Müdür genellikle bağlı olunan üst birimde ya dairenin ihtiyaçlarını karşılamak, ya üst birimde bir görev kapmak için uğraşır, ya da memleketinde aynı dairenin oluşması için tayin yaptırmak amacıyla bağlı olduğu bakanlıkta merdivenleri ya da daire müdürlerinin kapılarını aşındırır. Diğerleri çalışmayı sürdürür.
Devletin ne kadar hantal, mevzuatın ne kadar anlamsız, olanakların ne kadar kısıtlı, yöneticilerin ne kadar iş bilmez olduğunu anlamak ve "eğer ben müdür-genel müdür- bakan vb. olsaydım, bak o zaman işler ne kadar düzgün giderdi" sözlerinin duymak için gerekli minimum memur sayısı budur.
Memur sayısı dokuz olunca artık yerleşik bir daire vardır. Düz memurların dördü yine dışarı işlerinde ama aslında hemen her zaman pişpirik oynamak için kahvehanededir.
Genellikle birim şefleri işleri yürütür. Bu arada artık müdür dışındaki herkes gönüllü olarak birbirini kontrol görevini de yürütmeye başlar, her fırsatta diğerinin ayağını kaydırmaya uğraşır.
Birimler ve şefler
On kişi olunduğunda; onuncu kişi büyük olasılıkla bir "taharri memuru" olarak ya dairenin bağlı olduğu üst makam ya da genel emniyet tarafından her türlü yasa dışı faaliyeti önceden görmek ve önlemek için oraya gönderilmiştir. Dairede hem gerçekten hem de öyle görünen "en çok çalışan" memur odur.
On bir kişi olunduğunda artık bu birim bir daire olmayı aşmış demektir. Orası bir "bölge", "il" ya da "ilçe" müdürlüğü şeklinde teşkilatlanmaya başlar ve hızla alt birimler oluşturulur. O alt birimleri de burada çalışan kısım şefleri oluşturmaya başlar.
İşlerin özelleştirilmesi
On iki memur olunca artık müdürlük alt birimleri olan bir yapı haline gelmiştir ve o hizmet üretmekle birlikte daire artık devleti tüketen bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Yapılan işler hızla özelleştirilir, yeni rant ve kâr kapıları oluşturulmaya başlanır.
Yapılan işin karşılığında bir bedelin alındığı, örneğin döner sermaye işletmesi, geliştirme ve güzelleştirme dernek ve vakıflarının kurulduğu kocaman bir organizasyondur. Artık o "devlet"in temel unsurlarından birisidir ve dağılması ya da dağıtılması, hükümet kararına bağlıdır.
Meksikalılar 13 kişi olunca uğursuz olduk deyip dağılırlar ama bizde bu sayıya ulaşılınca artık "devlet" olunur.
Paket postanesi
İşte bu tür bir devlet dairesi görüntüsü çiziyordu, paket postanesi. Beni bir kamu çalışanı, bir memur olarak rahatsız eden en önemli noktalardan birisi de devletin yukarıda anlattığım bakışı nedeniyle bir memuruna güvenmemesi ve bir başka memuruna onu kontrol ettirmesiydi.
İsterseniz bu söylediklerimin ne anlama geldiğini yaşadıklarımı anlatarak sizlere aktarayım.
Hediye paketle gelince
Her şey İsviçre'de yaşayan bir dostumun bana bir hediye göndermesiyle başladı. İş yerime bir PTT memuru tarafından bırakılan bir ihbarnamede yurtdışından gelen paketlerin tesliminin yapıldığı paket postanesine yedi gün içinde ve mesai saatleri dahilinde gitmem ve paketimi almam gerektiği belirtiliyordu.
Bu ihbarnamede yazan önemli bir bilgi de bu süre içinde başvurmazsam paketim için bir de günlük depo kirası ödeyeceğim bildiriliyordu. İmza karşılığı yapılan bu ihbarın tarz ve üslubundan çağrıya icabet etmediğim koşulda sanki beni mevcutlu olarak oraya götüreceklerini düşünmeden edemedim. İhbarnamenin üzerindeki bir notta da kendim gidemezsem bir vekilimin gidebileceği notu düşülmüştü.
Devlet memurları ve kamu çalışanlarının uygun görülecek izin talepleri arasında "bir postaneden alınacak paketin gelmesi halinde" diye bir ibare yoktur. Dolayısıyla devlet memurları ancak kaçarak ya da bir hastalık raporu alarak veya amirleri idare ederse böyle bir paketi alabilirler.
Doğrusu ben kaçtım. Epey sapa bir yerde olan paket postanesine vardığımda yaşadıklarımın tam anlaşılabilmesi için ancak bir belgesel filminin yapılması ve izlenmesi gerekir.
Yine de anlatmayı deneyeyim.
Postaneye bir büyük döner kapıdan geçilerek giriliyor. Ortada bir güvenlik görevlisi var. Sizin neden geldiğinizi anlamadan asıl bölüme geçmeniz olanaksız. Burada bir elektronik kapı da var ama belli ki uzun süredir kullanılmıyor. Bir ön giriş holünden geçerek büyük bir depo gibi bir bölüme giriyorsunuz.
Bu bölümün ortasında bir uzun koridor var. Koridorsun duvarları camdan. Bu camlar çeşitli bölümlerin koridora bakan duvarlarını oluşturuyor. Camların altlarında tıpkı bir vezne açıklığı gibi boşluklar var.
Buralardan evraklarınızı alıp veriyorsunuz. Sizi ilk karşılayan görevli üzerinde 15X15 cm. boyutlarında "1" rakamı yazılı bölüme yönlendiriyor. Bu "1" rakamını görünce diğer bölmelerin üzerlerindeki aynı büyüklükteki diğer rakamların varlığını fark ediyorsunuz.
Her biri aynı büyüklükte ve tek tipte yazılmış, mavi zemin üzerinde 2,3,4 diye sıralanan rakamlar var.
Fiş ve kimlik
"1" no'lu bölümde iki eleman çalışıyor. Bunlardan birisi sizin elinizdeki ihbar fişine bakarak üzerindeki numarayı taşıyan bir evrak tomarını önündeki kutudan alıyor ve önce bir kimlik ibraz etmenizi istiyor.
Eğer oradaki evraklardaki isimle kimlikteki adınız tutarsa, bu kez kimliğinize bakarak bu belgenin bazı yerlerini dolduruyor ve sonrasına bir deftere kaydediyor. İşi bitince ihbar fişini ve yazdığı belgelerden birisini size vererek "7" no'lu bölmeye gitmenizi istiyor.
"7" no'lu bölme biraz ilerde. Camın aralığından elinizdeki belgeleri bu bölmede çalışan görevliye veriyorsunuz. O elinizden aldığı bu kağıtlara bakarak etrafını saran raf dizilerine yöneliyor ve paketinizi bulup size sesleniyor.
-"Arka tarafa dolanarak '8' no'lu bölmeye gelin."
Elinde falçatayla
Koridoru sonuna kadar gidiyorsunuz. Orada cam bölmeler bitiyor ve bir açıklıktan geçerek iç kısma ulaşıyorsunuz. Buraya vardığınızda 8 No'daki görevli de 7 no'ludan sizin paketinizi almış oluyor. Bir elinde paket, bir elinde kocaman bir falçata sizin gözünüzün önünde size gelen pakete bir hamle yapıyor, artık paket "kapalı" bir paket değil.
İçini açıyor ve kontrol ediyor. Bu kontrol sırasında paketin içinde yazanın, pakete ait evrakların üzerinde yazan bilgiyle aynı olması gerekiyor.
Adedi ve içeriğinin anlaşılması koşuluyla bu kontrol yapıldıktan sonra paket değil ama ilgili evrakı size uzatıyor ve "9" no'daki görevliye gitmenizi söylüyor.
Bu arada paketinizi bir elektrikli naylon kaplama cihazının altına konulduğunu ve yeniden paketlendiğini görüyorsunuz. "Oh ne güzel, ne güzel!..."
Yeni baştan
"9" no'daki görevli evrakın üzerine bir paraf atıyor ve sizi yeniden "1" numaraya gönderiyor. "Eyvah" işler yeniden başlıyor diye düşünmeyin. Buraya geliş nedeniniz paketin içeriğiyle ilgili belgedeki yazılanın aynı olduğunun teyidi için.
Orada yapılan ilk kayda bu doğrulama bilgisi de işleniyor ve bu kez bir tür fatura doldurularak vezneye gitmeniz söyleniyor.
Vezneye giderken bir tereddüt yaşıyorsunuz. Öyle ya gönderilen bir ticari değere sahip eşya; üstelik de yurt dışından geliyor, muhtemelen bir gümrüğü olmalı, acaba içindekine değer mi değer mi diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Nihayet kavuşma
Eliniz cebinizde vezneye gidiyorsunuz. Oranın numarası "2". İki numaralı bölmede yani veznede iki memur var. Bunlardan birisi elinizdeki evrakı alıyor, bir başka deftere kaydediyor ve bir makbuz kesiyor, ikinci görevli ise makbuzu ilkinden alıyor, parayı tahsil ediyor ve arkasını imzalayarak 6 no'lu bölümden eşyanızı alabileceğinizi söylüyor.
Verdiğiniz "harç" (-kesinlikle gümrük değil) çok büyük değil. Buna seviniyorsunuz. Sevinciniz katlanıyor çünkü yaklaşık 15 dakika süren bir işlemle paketinize kavuşma olasılığı gündeme gelmiş durumda.
"6" no'lu bölmedeki memur elinizdeki tüm evrakları ve makbuzu sizden alıyor. Evraklarla paketinizi yeni yerinden alıyor ve önündeki masanın üzerine getiriyor. Paketin üzerindeki kayıtlarla, belgelerin üzerlerindeki yazılanların son bir kontrolünü daha yapıyor ve belgelerin bir yerini açarak size veriyor, orada duran kalemle imzalamanızı istiyor. İmzayı attığınızda artık paket sizin. Onu alabilir ve istediğinizi yapabilirsiniz.
İstese bakar!
Geri dönüp koridorun başına geliyorsunuz. Oradaki güvenlik görevlisi size şöyle bir bakış fırlatıyor ve çıkıyorsunuz. Yani o da bir kontrol yapabileceğini ama buna gerek görmediğini anlatmak istiyor. Paketiniz ve içeriği çok önemli değil çünkü.
Döner kapıdan sevinerek çıkıyorsunuz. Bu sevincinizin nedenini düşünürken buluyorsunuz kendinizi.
İlk neden; 3,4,5 no'lu bölmelere uğramak zorunda olmayışınız. İkinci neden sizden çok fazla para alınmaması. Ama asıl neden "ne iyi ki bizde işler böyle değil" demeniz. Sizin çalıştığınız yerde birileri sizi işinizi yapıp yapmadığınızı başkalarına kontrol ettirmiyor.
Ve yorum
Bu kontrolün bir denetim ve aksaklıkların saptanıp ortadan kaldırılması amacına yönelik olduğunu düşünmüyorum. Bir tek neden var. Devlet burada çalışan memurlarına güvenmiyor. Onları bir başka memuruna kontrol ettirerek sistemin aksaksız işlerliğini sağlamayı hedefliyor.
Haksız mı? "Benim memurum işini bilir" düşüncesinin yöneticiler tarafından kamuya egemen kılındığı günlerden başlayarak bu durum böyle.
Ama bence altta yatan bir başka amaç var. Bu da kurumların özelleşmesine zemin yaratabilmek. Benim gibi en çok kamudan yana olan kişiye bile "böyle de olmaz ki" deyip isyan ettirmek için böyle bir düzenek kurabilmek gerçekten büyük başarı.
O mekanda yaklaşık 50 kişi sabahtan akşama kadar birkaç kişinin yapacağı işi yapıyor. "İnsanlara hele hele kamu çalışanlarına güvenmeyin" deniliyor. "Bunlar çalar, yani hırsız" deniliyor. "Bunlar rüşvet alır" denmek isteniyor.
Bunların hiç biri doğru değil bence.
Postacıya güven
Bu ülkede birkaç kamu bankasından başka bankanın olmadığı, yurt içi ve dışı kargo şirketlerinin olmadığı dönemde bu işlerin bir çoğunu PTT yapıyordu. Hâlâ da yapıyor.
Hiç de öyle büyük ve yoğun hırsızlık ya da yolsuzluk olmuyordu. Genellikle olan yolsuzlukların failleri ise yine genellikle büyük bürokratlar ya da politikacıların getirdikleri müsteşar ya da danışmanlardı.
Ve genellikle bunların yaptıklarıyla sınırlıydı. Vatandaş gümrük müdürüne güvenmiyordu ama postacısına güveniyordu. Nereden nereye gelindi!...
Devlete değil, kamuya hizmet
Şimdi bir paketin en az 8 kişiye başvurarak alınmasının nedeni kamu için kamu tarafından yapılan tüm hizmetlerin tümüyle ortadan kaldırılmasını sağlayabilmek.
Aklı başında olanlar, bilim insanları, aydınlar, bilinçli emekçiler ve örgütleri sizlere sesleniyorum: Gelin artık devlete değil "kamuya hizmet" düşüncesine sahip çıkalım ve bunu yadsıyan, ortadan kaldıran her şeye karşı duralım, dahası örgütlü kamu çalışanları olarak bu düzeni değiştirelim.
Hizmet verdiğimiz halka ve ona hizmet edenlere güvenelim.
Politikacılara ve yöneticilere ise asla...(MS/NM)