Zamanı bilmiyorum. Bulunduğum mekanı da. Bana seslendikleri adım da yabancı geliyor. Söylenen her şeyi beş dakika sonra unutuyormuşum. Öyle diyorlar. Yeniden, yeniden anlattırıyormuşum. Ama dinlediklerimi ilk kez duyduğumdan eminim.
Bu yüzden geçen süreyi tam olarak bilmiyorum.
Genç bir adam var. Benimle en çok o ilgileniyor. Ağabeyim olduğunu söylüyor. Bir kardeşim olduğundan eminim ama o değil mi bilmiyorum. Doğru olduğundan hiç emin değilim.
Bana az önce anlatılanları size de anlatayım:
Hastanede uyandığımda yaklaşık 4-5 ayı kapsayan bir süre içinde hiçbir şey yememişim. Hiçbir şey yemeyip, içmediğim adına "ölüm orucu" denilen o süreç yaşamışım.
Bunu ben hiç anımsamıyorum. Acaba birileri beni kasıtlı olarak aç bırakmış olabilir mi? Hafızam çok bulanık. Geçmişe dair çok sisli görüntüler var. Daha çok zamansal sıçramalar doğrultusunda bir görünüp bir kaybolan anılar şeklinde hatırladıklarım. Yakın zamana dair ise hiç bir şey yok.
Geçmişteki o bulanık anıları da onlar anlatıyor. Özellikle de ağabeyim olduğunu söyleyen o genç adam. Babam olabilir mi? Daha yaşlı olmalıydı. Sanırım değil. Dediğine göre biz 'siyasi' bir eylem yapmışız. Benim bundan haberim yok.
Hastanede uyandığımda annem olduğunu söyleyen o güzel bakışlı kadın da varmış başucumda. Onu da, o zamanı da anımsamıyorum. Yüzü tanıdık geliyor ama emin değilim.
Kardeşim "Eskişehir" diye bir yerde okuduğumu anlattı. Okuldan mezun olup eve geldiğimi. Sonra o "ölüm orucu"na karar vermişim. Kimse bir şey diyememiş. Kendim karar vermişim. Bazı arkadaşlarım da cezaevlerinde aynı şeyi yapıyorlarmış. Onlardan ölenler bile olmuş.
Şimdi yürüyemiyorum. Bu da "ölüm orucu" yüzündenmiş.
Hafıza sorunum da bu yüzdenmiş. "Wernicke Korsakoff" diye bir hastalık olduğunu söylüyorlar. Bazen ağabeyim koluma girip yürüyüş yaptırıyor bana. El ve ayak koordinasyonumda bir sorun var. Bu yüzden kendim tutunup da yürüyemiyorum.
Ağabeyim 29 yaşımda olduğumu söylüyor. Ben hiç bir şey anlamıyorum bundan. Aynaya bakıyorum, gördüğüm kişiyi de tanımıyorum. Ağabeyimden daha yaşlı görünüyorum. Nasıl 29 yaşımda oluyorum ben şimdi? Çok komik geliyor bana. Ağabeyinden büyük bir adam.
Bu eve getirdiklerinde bu ev komşularla, ziyaretçilerle dolup taşıyormuş. Hepsiyle konuşmuşum. Ama onları da tanımamışım. Şimdi kimse uğramıyor. "Annem" olduğunu söyleyen kadını gizlice ağlarken yakalıyorum sıklıkla. Ağabeyim de hep kederli. Bana bakarken kaşlarıyla dudaklarının kenarını yukarıya doğru kaldırım, gülümsemeye çalışıyor sürekli. Ama onu da yakalıyorum. O da rol yapıyor aslında.
Bazı gelenler de cezaevindeki arkadaşlarım olduğunu söylüyorlar. İhtiyaçlarımı karşılaması için para bırakıyorlarmış. Paraya ihtiyacım oysa. Bir şey yemiyorum. Dışarı çıkmıyorum.
Ha bir de, ağabeyim olmadığı zaman yanıma gelen birisi daha var. Onu da tanımıyorum, ama o da elinden gelse beni hiç yalnız bırakmayacağını söylüyor. Her gün bana bir şeyler hatırlatmaya çalışıyor. Ama ağabeyim olduğunu söyleyen adam onun sık gelmesini istemiyor.
Onun anlattığına göre "F tipi" denilen bir cezaevinde kalıyormuşum. Beni hücreye koymak istemişler. Ben de oraya konulmaya karşı direnenlerden biriymişim. Daha önce bir arada yaşadığımız koğuşlardaymışız. Sonra tek kişilik sadece duvarlardan oluşan, çok küçük odalara hapsetmek istedikleri için isyan etmişiz. O duvarların arasında yavaş yavaş ölüyormuş insanlar.
Büyük koğuşlar farklıymış, orada birbirine benzer, ortak idealleri paylaşan insanlar daha iyi vakit geçirir, kendilerini geliştirir alabildiğine ruh sağlıklarını bu yolla korumaya çalışırlarmış. Ama bu F Tipi denilen tek kişilik hücreler, içine tıkılan herkesi delirtirmiş. Arkadaşım bunları söyledikçe tabut geliyor aklıma. O dediği şey bir tabut olmalı. Öyle ya, on adım genişliğinde neredeyse dört duvardan oluşmuş, içinde sadece bir yatağın ancak sığabildiği hücreye girmektense karşı koymak, bunun için riski göze almak daha mantıklı. İşte ben de buna karşı olanlar arasında yer almışım, o dört duvardan oluşan hücreye girmeyeceğim demişim ve ölüm orucu yapmışım. Zorla müdahale etmişler bana yedirmek için, çok dövmüşler ama ben yememekte direnmişim. Sonra bitkisel hayata girmişim. Bütün bunları arkadaşım söylüyor. Oysa ben bunların hiç birisini hatırlamıyorum. Oraya ne zaman götürdüler beni, bir hatırlayabilsem.
'Nasıl bir savaş bu?'
Gözümün önüne gelen o bulanık anıların arasında bir de bir "kâbus" var. Sık sık görüyorum, bazen uyanıkken de o anı yaşıyormuşum. Bunu da onlar söylüyor.
Bizi bir yerlere tıkmışlar, yanımda yüzlerini tam olarak seçemediğim arkadaşlarım var. Bombalar atıyorlar, yanımdaki arkadaşımın yandığını görüyorum. Onu kurtarmaya çalışıyorum. Etrafta su arıyorum. Ne garip, bir bakıyorum ki arkadaşımın üstü, elbiseleri yanmıyor. Bedeni derisi yanıyor. Demir parmaklıklar, atılan garip bir bombayla eriyor. Elbiselere bir şey olmuyor ama elbiselerin içindeki insanların bedeni eriyor. Bir yere tıkılmışız, kımıldayamıyoruz. Etrafımız duvarlardan ve demir parmaklıklardan ibaret, kendimizi korumak için mekansal hiç bir olanak yok. Ama yüzlerce asker etrafımızı çevrelemiş. Etraf cehennem yeri. Arkadaşlarımın hepsi yerlerde sürünüyor. Askerler arkadaşlarımın üzerlerine çıkmış, ellerindeki demir sopalarla habire vuruyor. Bir arkadaşımın yüzü iskelet haline gelmiş, yüz derisi su gibi akıyor. Kanlı, cıvık yüzün göz akları gözüküyor sadece.
Bu kâbustaki ayrıntıları da onlar söylüyor. Ben anımsamıyorum. Ama anlattıklarında bağırarak onları durduruyormuşum.
Sakinleşince ben orada ne arıyorum diye soruyormuşum.
Doğru; eğer bu bir savaşsa, nasıl bir savaş bu? Niye biz bu kadar savunmasız ve araçsız ve sivil giyimliyiz ve elimizde hiç bir silah yok? Niye onlar silahlı, bombaları, hatta kimyasal bombaları var ve tam teşeküllü, donanımlılar? Nasıl bir savaş bu? Düşmanlar bizi esir aldıysa -ki, esir alınmış olmalıyız çünkü hepimiz perişan bir halde dar bir alana tıkıştırılmışız- o zaman niye saldırıyorlar, hunharca dövüyor, neredeyse parçalıyorlar bizi? Acaba bu esir alınmadan önce mi oluyor?
Bu rüyalar, kâbuslar beni rahat bırakmıyormuş. Bu görüntülerinden ardından bağırıp uyuyormuşum.
Bir çözebilsem orada niye olduğumu, savunmasız arkadaşlarıma niye saldırdıklarını bir çözebilsem rahatlayacağımı düşünüyorum ama nafile.
Sorularımın ardı arkası gelmiyor ki.
Bir de kendinden "Başak" diye söz eden bir kız var. Yine geldi. Başak, arkadaşım olduğunu söylüyor. Bu isim bana yabancı. Onu da anımsamıyorum. İlkokulda bir kız arkadaşım vardı. O olabilir mi acaba? Sanırım aradan çok zaman geçtiği için hatırlayamıyorum. O ise cezaevinde birlikte olduğumuzu söylüyor. Ben ona da inanmıyorum; o benim anımsayamadığım o ilkokul arkadaşım. Şakacı biriydi o. Başak da sık sık şaka yapıyor. Ben de gülerek inanmış gibi yapıyorum. Peki o zaman 'söyle' diyorum ben de ona -dalga geçerek- 'mademki askerler bize saldırdılar, ben o esnada ne yapıyordum?' O da diyor ki, "seninle birlikte on kişi yediğiniz darbelere direndiniz. En sevdiğin arkadaşın Hilmi kimyasal etkili gazla tanınmaz hale geldi. Birbirinize kenetlendiniz. Her birinize 4-5 asker karşı koydu. Çok feci dövdüler sizi. Zaten bir deri bir kemiktik hepimiz. Kapılarda ambulanslar bekliyordu. Herkes ayrı hastanelere, daha doğrusu bilinmez yerlere götürüldü. Senin tek gözünün kör olması yediğin demir darbesinden oldu." İyi de ben bunları neden hatırlamıyorum? O bana anlattığı için mi görüyorum bu kâbusları yoksa? Hem Hilmi diye birisini tanımıyorum.
Okuduklarımı anlayabilsem...
Benim anlayamadığım bir şey var, mademki biz bu kadar büyük bir şey yaşadık. Yani büyük bir vahşet. Niye herkes bu kadar sessiz. Akrabalarımız bile annemin dediğine göre ayaklarını kesmişler evimizden. Babamın ben üniversitede okurken öldüğünü söylediler az önce. Annem evde dikiş dikerek bize bakmış. Ağabeyim de iş buldukça çalışmış. Ben de okurken geçici işlerde çalışmışım.
"Annem" olduğun söyleyen kadına çok üzülüyorum şimdi, "ağabeyim" olduğunu söyleyen de neredeyse bana adamış kendini. Artık kimse gelmiyor evimize.
Bugün yine "ağabeyim"le yürüyüş yaptık.
Bir de bir araca binerek gittiğimiz bir tedavi kurumu var; oranın doktoru "günde bir iki saat yürütün" demiş.
Geçenlerde biri sormuş "niye yürüyemiyor, felç mi geçirdi?" demiş. "Ağabeyim" de, bize saldırdıklarını, benim ölüm orucu yaptığımı, bu yüzden de vücudumun fonksiyonlarını yitirdiğini söylemiş. Soran kişi de bunu duyunca hemen kaçmış yanımızdan.
"Ağabeyim" sık sık bunu anlatıyor. Bu duruma çok içerlemiş, bana sarılıyor, yüzünü göstermeden ağlıyor. Burnunu çekmesinden ve soluğundan anlıyorum. Sonra benden ayrılıp arkasını dönüyor ve kollarıyla gözlerini siliyor.
"Ağabeyim" olduğunu söyleyen o adam bana sık sık kitap okuyor. Benim eskiden kitap okumayı çok sevdiğimi söylüyor. Şimdi okuyamıyorum! Yok hayır, tek gözümü yitirdiğim için değil, harfleri tanıyorum ama birleştirip okuyamıyorum. Birleştirsem de okuduklarımın anlamını çıkaramıyorum.
Ahh okuyabilsem ve okuduklarımı anlayabilseydim ne iyi olurdu. Alıyorum elime kitabı, bir iki sayfaya bakıyorum. Sonra uykum geliyor. Onun için "ağabeyim" okuyor bana. Onun okuduklarını da başka bir zamanda ben yaşamışım gibi geliyor. Sonra duyduklarımı hemen unutuyorum. Bana okunan ya da anlatılan her şeyi rüyamda gördüm gibi geliyor. Ama bütün bunların böyle olduğunu da "ağabeyim" söylüyor bana.
Duvarlar...
Her yer duvar, rüyamda da duvarları görüyorum, duvarların arasına sıkıştırılan ben ve arkadaşlarıma sürekli saldırdıklarını görüyorum. Bu evin duvarlarından dışarı çıkmak istiyorum, dışarısı da duvar. Dışarıda da "ağabeyim"in sayesinde attığım her adımı duvarların dibinde noktalıyorum.
İnsanlar geçiyor yanımızdan, görmüyor, işitmiyor, duymuyorlar. Benim kâbuslarımı kimse duymuyor. Annemin dediğine göre gece çok bağırıyormuşum, ama hiç bir komşu bu bağırtılarımı duyup, annemi teselli etmek için evimize gelmiyor. Benim kâbuslarımı kimse görmüyor, duymuyor...
Ağabeyim, bir keresinde bana "seni dar duvarların içinde, dışardakileri de geniş duvarların içinde yok ettiler" dedi. Ne demek istedi?
Ağabeyim az önce bir kitapla geldi yine "Jean-Paul Sartre" diye birisi yazmış. Onu anımsıyorum. Hayır onu tanıyorum. O galiba benim yakınım. Kim olduğunu çıkaramıyorum ama beni tanıdığından eminim. Kitabı'nın adı: Duvar
O Duvar adlı kitabı okumaya başladı az önce.
Kitapta "Pablo İbbieta" diye birisi var. Bunu da tanıdığımı söyledim. Bir an gözümün önündeki bulanıklık kayboldu:
-"Ben oyum" dedim. Bana güldü. Okumayı sürdürdü.
O an anımsadım işte. O benim "ağabeyim" değil: Kardeşim. Kardeşim "Juan". Ona sarıldım. Hatırladığım için sevindim.
Susturdum onu. Elinden kitabı aldım bir kenara attım. Sonra anlatmaya başladım herşeyi. Yaşar gibi. Susup beni dinlemeye başladılar. Evet, evet her şeyi anımsamaya başladım işte. O karanlık perde yırtıldı bir an... Evet hepsi yalan söylüyor. Ben Pablo İbbieta'yım. Tanrım sana şükürler olsun. Belleğim yerine geldi. Anlattım onlara her şeyi:
"Bizi büyük beyaz bir odaya..."
-"Bizi büyük beyaz bir odaya soktular, gözlerim kırpışmaya başladı, ışık gözlerimi rahatsız ediyordu. Sonra bir masa ve masanın arkasında dört herif gördüm, sivildiler, kâğıtlara bakıyorlardı. Öteki tutukluları dibe yığmışlardı; onların yanına kadar gidebilmemiz için bütün odayı baştan başa geçmemiz gerekiyordu.
Aralarında pek çoğunu tanıyordum; ötekiler yabancı olmalıydılar. Önümde duran ikisi yuvarlak kafalı, sarışındılar. Birbirlerine benziyorlardı. Fransızdılar sanıyorum. Küçük olan durmadan pantolonunu yukarı çekiyordu: sinir işte. Bu üç saate yakın sürdü. Sersemlemiştim; kafam bomboştu. Ama oda iyiden iyiye sıcaktı; bu da hoşuma gitmiyor değildi; yirmi dört saatten beri buz kesmiştik. Muhafızlar tutukluları birbiri ardısıra masanın önüne götürüyorlardı. O zaman dört herif, tutuklulara, adlarını ve işlerini soruyorlardı. Çoğu zaman pek derine inmiyorlar ya da Muhimmat depoları sabotajına katıldın mı? Ayın dokuzunda sabahleyin neredeydin, ne yapıyordun? gibilerden şuradan buradan sorular soruyorlardı. Yanıtları dinlemiyorlardı, dinler gibi bile görünmüyorlardı. Bir an susuyorlar, dosdoğru önlerine bakıyorlar, sonra da yazmaya koyuluyorlardı. Tom'a Uluslararası Tugay'da çalıştığının doğru olup olmadığını sordular.
Ceketinin içinde ele geçirilen kâğıtlar yüzünden Tom aksini söyleyemiyordu. Juan'a hiçbir şey sormadılar, ama odanı söyledikten sonra uzun uzun birşeyler yazdılar.
-Anarşist olan erkek kardeşim Jose'dir, dedi Juan. Artık burada olmadığını pekâlâ biliyorsunuz. Ben hiçbir partiden değilim, ben hiç siyasetle uğraşmadım.
Yanıt vermediler. Juan yine:
-Ben bir şey yapmadım. Başkaları uğruna gürültüye gitmek istemiyorum, dedi.
Dudakları titriyordu. Bir gardiyan onu susturdu ve götürdü. Sıra bana gelmişti:
-Sizin admız Pablo Ibbieta mı?
-Evet, dedim. Herif kâğıtlara baktı.
-Ramon Gris nerede? diye sordu.
-Bilmiyorum.
-Ayın altısından ondokuzuna kadar onu evinizde saklamışsınız.
-Hayır.
Bir an birşeyler yazdılar, sonra gardiyanlar beni çıkardılar. Koridorda Tom ile Juan iki gardiyanın arasında bekliyorlardı. Yürümeye koyulduk. Tom gardiyanlardan birine sordu:
-Şimdi ne olacak?
-Ne olmuş ki? dedi gardiyan:
-Bu bir soruşturma mıydı, yoksa bir yargılama mı?
-Yargılamaydı, dedi gardiyan.
-Peki, şimdi bizi ne yapacaklar? Gardiyan, kuru kuru:
-Karar size hücrelerinizde bildirilecek, dedi.
Gerçekte bize hücre olarak verilen yer hâstanenin mahzenlerinden biriydi. Burası, hava akımı yüzünden korkunç soğuktu. Bütün gece buz kestik; gündüz de bundan daha iyi değildi durum. Bundan önceki beş günü ortaçagdan kalma bir çeşit zindan olan başpiskoposluk mahzeninde geçirmiştim. Çok tutuklu olmasına karşılık yer az olduğundan neresi olursa olsun yerleştiriyorlardı. Ben kendi yerimden yana şikâyetçi değildim, soğuktan üşümüyordum, ama orada yalnızdım. Zaman uzayınca da bu sinir bozucu bir şey oluyor. Mahzende can yoldaşı vardı. Juan hiç konuşmuyordu. Korkuyordu ve üstelik söyleyecek bir sözü olmayacağı kadar gençti. Tom konuşkandı ve İspanyolcayı iyi biliyordu. Mahzende bir bank ve saman dolu dört şilte vardı. Gardiyanlar bizi getirip bırakınca oturduk, sessizce beklemeye koyulduk. Bir süre sonra Tom,
-İşimiz bitik, dedi.
-Bence de, dedim. Ama bana öyle geliyor ki ufaklığa bir şey yapmayacaklar.
-Ona bir suç yükleyemezler, dedi. O eylemcilerden birinin kardeşi, hepsi bu.
Juan'a baktım; söylenenleri işitirmiş gibi bir hali yoktu. Tom yeniden söze başladı:
-Saragossa'da ne yapmışlar, biliyor musun? Adamları yerlere yatırmışlar, sonra üzerlerinden kamyonlarla geçmişler. Bunu bize asker kaçağı bir Faslı söyledi. Mermi harcamamak için böyle yaptıklarını söylüyorlarmış..."
Bana anlattıkları harfi harfine böyleydi. Hiç konuşmadan, hiç soru sormadan dinledim onu. O anlatırken usulca az önce attığı kitabı önüme aldım. Harfi harfine kitapta yazılanları söylüyordu.
Kendimi dışarı nasıl attığımı, kaçar gibi koşarak nasıl uzaklaştığımı, artık bacaklarımda takat kalmayınca fark ettim. Ne kadar zaman geçtiğini, ne kadar koştuğumu bilmiyorum. Kaçarken yaptığımız görüşmeyi kaydettiğim cihazı da almışım. Koşamaz, yürüyemez hale geldiğimde, orada gördüğüm alçak bir duvarın üzerine oturduğum sırada o cihazın elimde olduğunu fark ettim.
Biraz soluklanıp yine hiçbir yerde durmadan eve geldim. Hemen çözdüm ve bu okuduklarınızı bilgisayara kaydettim.
-"Pablo İbbiata 'ölüm orucu' yaptı mı?"(AS-MS/EÜ)
_________________________________________________________________________
Not: Bu metinde İtalik-Bold olarak yazılı yerler Jean Paul Sartre'ın "Duvar" adlı kitabından alınmıştır.