Hiçbir şeyin normal olmayacağı daha Londra'da Heathrow Havaalanı' nda belliydi.
Bavullarımızı teslim etmek için sıra bize geldiğinde, işini biraz ağırdan alan İngiliz Havayolları görevlisi "Size bir teklifimiz var" diye söze başladı ve "Bu uçak için fazla bilet satılmış. Size 250 sterlin nakit para versek bir sonraki uçakla gitmeyi kabul eder misiniz?" diye sordu.
Birlikte seyahat ettiğim iş arkadaşım Murat Baykara'yla aynı anda bu teklifi reddettik ve mutlaka bu uçağa binmemiz gerektiğini, bir toplantı için seyahat ettiğimizi söyledik.
Bu kez, "Peki İngiliz Havayolları'nda kullanabileceğiniz 400 sterlinlik hediye çekine ne dersiniz?" teklifi geldi.
Bir sonraki uçak 8 sekiz saat sonra olmasa belki teklifi kabul ederdik. Bilemiyorum...
Ancak bizim teklifi reddetmemiz yetmedi. Kalkışa 20 dakika kalmış olmasına rağmen hâlâ uçağa binip binemeyeceğimiz belli değildi. Heathrow Havaalanı'nın 51 numaralı çıkış kapısında elimizde bavullarımız ve yayın cihazlarımızla beklemeye başladık.
Bir süre sonra bizimle aynı durumda olan diğer yolcuların kıskanan bakışları altında adımızın anons edildiği kapıya yöneldik, bavullarımızı teslim ettik, uçakta yerlerimize oturduk.
Yolculuk sırasında önemli bir sorun çıkmadı... Güleryüzlü mürettebat, hoş sohbet bir pilot... yumuşak bir iniş...
Varış terminalinde yürüyen bantta bavullarımızı bulmanın rahatlığıyla bizi bekleyen arabaya doğru ilerledik.
Önümüzdeki birkaç günün hararetli olacağını kestirebiliyorduk ama şehrî İstanbul'un Haziran sıcağı ve havadaki nem Londra'dan yola çıkan bizler için gereğinden sıcak bir karşılamaydı.
Pek çok ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının bir araya geleceği NATO zirvesi için İstanbul hazırlıklarını tamamlamıştı. İstanbul'un her yanı Büyükşehir Belediyesi tarafından tasarlanan "I came, I saw, I loved" - "Geldim, gördüm, sevdim" pankartlarıyla donatılmıştı.
Dünyanın dört bir yanından gelen gazeteciler içinse haber maratonu yeni başlıyordu. Geldikleri doğru, görecekleri belirsiz, sevecekleri ise şüpheliydi...
Kaldığımız otel Zirve'yi izleyecek gazeteciler için Basın Merkezi'ne dönüştürülen Harbiye'deki Askerî Müze'nin tam karşısındaydı. Bunun ne kadar büyük bir şans olduğunu, kapanan yollar nedeniyle uzun mesafeleri yürümek zorunda kalan meslektaşlarımızın yakınmalarını duydukça daha iyi anladık.
Basın merkezine girmek için kayıt işlemlerimizi tamamlayıp güvenlik kontrollerinden geçtik, sıkı şekilde arandık, sorulan soruları yanıtladık. Kalemlerimizin, mikrofonlarımızın ve bilgisayarlarımızın güvenlik sorunu yaratmayacağına görevlileri ikna ettik.
İstanbul'un her yerinde benzer önlemler alınmıştı. Şehir merkezi İstanbulluların elinden alınmış, barikatlar, kontrol noktaları kurulmuştu...
Basına dağıtılan program ilginçti... İki günlük zirve boyunca neredeyse hiçbir toplantıyı izlememize izin verilmiyordu.
Elimizdeki broşürlerde basın merkezine kurulan sistemin özellikleri anlatılıyor, basın açıklamalarını, buradaki televizyon ve ses yayınlarından takip edebileceğimiz belirtiliyordu.
Liderlerin programında gazetecilerle karşı karşıya gelecekleri anlar gerçekten de "anlarla" sınırlı kalıyordu.
Gazeteciler için hazırlanan kafeterya bölümünde hem Türk basınından hem de dünyanın diğer bölgelerinden gelen gazetecilerin ortak sohbet konusu "habere" nasıl ulaşılacağıydı.
Gerçi hem NATO hem de Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George Bush karşıtı gösteriler bize iki gün boyunca açlığını duyduğumuz haber malzemesini sağladı ama haberin asıl konusu, NATO Zirvesi, haber sofrasında tadımlık olmaktan öteye gitmedi.
Zirve haberleri tadımlık kaldı ama karnımız aç kalmadı, onu da söylemek lazım. Zirveyi düzenleyenler, gazeteciler için, Türk mutfağının vazgeçilmezleri olan döner, ekmek arası sucuk, köfte ve gözlemeden oluşan bir mönü sunmuştu.
Vejeteryan bir yaşamı tercih edenler kendilerini biraz dışlanmış hissetse de geleneksel kıyafetler içinde, yer sofralarında hazırlanan peynirli gözlemeler onların da karınlarını doyurmalarına yardımcı oldu.
Durağan bir zirvede, İstanbul'un yakan güneşi altında, yarım saat sıra beklenerek ulaşılabilen döner ve gözlemenin göz kapaklarını ağırlaştırmasına aldırış edilmeden, baklava, tulumba tatlısı ve kadayıflar da afiyetle yeniyordu.
Maraş dondurması ve tezgahın başındaki ustanın dondurma külahını kaptırmama oyunu habersiz kalan habercileri kısa süre için eğlendiriyor, sonra yine haber kaygısı başlıyordu.
Televizyon kameramanlarını takip etseniz, Zirve'nin, hemen yanı başımızdaki ancak yüzlerce polis tarafından kuşatılmış, kapıları zincirlerle sağlamlaştırılmış, eğitimli polis köpekleri tarafından korunan toplantı merkezinde değil, gazetecilerin kafeteryasında yapıldığını düşünebilirdiniz.
Liderlere ulaşamayan kameramanlar, yemek yiyen meslektaşlarını, döner ve dondurma ustalarını, gözleme hazırlayan kızları görüntülemeye başlamışlardı.
Aylardır bu zirveye hazırlanan televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde NATO Zirvesi anlatılıyor ama aslında hiçbir gazeteci nerede ne olduğunu tam olarak bilmiyordu.
Elimize en net ulaşan haberler protesto gösterileri ve çıkan çatışmalarla ilgiliydi. Polis ve göstericilerin çatışmalarında, biber gazı, plastik mermi ve ardından coplar ortaya çıkıyor, yaralananlar ve gözaltına alınanların sayısı her eylemde artıyordu.
Basın merkezinde her gazeteciye bırakılan "Türkiye'deki Reformlar" kitapçığı, haberlere yansıyan bu görüntülerle çok örtüşmüyordu. Zaten hem Türkiye'de hem Türkiye dışında son dönemlerde sıkça duyduğumuz da bu değil mi? "Reformlar kağıt üzerinde güzel... ama uygulamaya yansımıyor."
Zirvenin "zirvesi" ABD Başkanı George Bush'un son gün Galatasaray Üniversitesi'nde yaptığı konuşma oldu.
Konuşma saati, söyleyeceği her söz, konuşmasını yaptığı sırada ekranlara yansıyacak görüntüler, Boğaz Köprüsü manzarası, omzunun üzerinden görünen Ortaköy Camii dikkatle seçilmişti.
Türkiye'ye övgüyle başlayıp, "Tanrı Türkiye'yi korusun, Tanrı Amerika Birleşik Devletleri'ni korumaya devam etsin" sözleriyle sona eren yarım saatlik konuşma tüm dünya televizyonlarının haber bültenlerine "kültürler, uygarlıklar ve dinler arası uzlaşı" manşetleriyle yansıdı.
Arka plandaysa, Boğaz'da NATO savaş gemileri, havada AWACS erken uyarı uçakları, askerî helikopterler, Galatasaray Üniversitesi'nde CIA ajanları vardı.
Özgür basın Zirve güvenliğine takıldı...
İfade özgürlüğü kağıt üzerinde güzeldi... ama uygulamaya ne kadar yansıyordu acaba?
Hatta NATO Zirvesi'ni izlemeyi amaçlayan gazeteciler için kağıt üzerine yansıtacak fazla bir şey de bulunamadı doğrusu.
Duyduk ki Zirve başarılı olmuş, ikili görüşmelerde önemli konularda önemli kararlar alınmış... Bilenler bilmeyenlere anlatmış!
İstanbul'da iki gün boyunca en büyük kalabalığı bir araya getiren Basın Merkezi'ne dönersek aklımda kalan en çarpıcı görüntü başka hiçbir zirvede görmediğim kırmızı boyalı arabalarda sıcak sıcak hazırlanan patlamış mısırlardı.
Binlerce gazetecinin, açık hava sinemasındaymış gibi, kurulan ekranlardan sadece seyirci olarak izlemek zorunda kaldığı bir zirve için en doğru seçim buydu galiba.