Özçelik: İçimizdeki karanlığı kusmadan rahat nefes alamayacağız
Kendilerine şiddet uygulayan kocalarını öldürmüş iki kadının; Aylin ve Havva'nın mektuplarından yola çıkarak çekilen "15+ Cezaevinden Mektuplar" bugün İstanbul Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapacak.
Yönetmen Ceylan Özgün Özçelik'in üçlemesinin ikinci filmi "Cadı Üçlemesi 15+ Cezaevinden Mektuplar", 41. İstanbul Film Festivali'nin Ulusal Belgesel Yarışması kapsamında dünya prömiyerini bugün yapacak.
Kadınlara ve kız çocuklarına yönelik erkek şiddetine dair farklı biçimlerde, zamansız ve mekânsız "şifa hikâyeleri" anlatan üçlemenin ikinci filmi "15+ Cezaevinden Mektuplar", kendilerine şiddet uygulayan kocalarını öldürmüş iki kadının öyküsünü anlatıyor.
Aylin Işık ve Havva Zor'un mektuplarından yola çıkan belgesel, gerilimden deneysele türler arasında dolaşıyor. Oyuncular Hare Sürel ve Gülçin Kültür Şahin'in iki kadını seslendirdiği filmin ilk gösterimi bugün saat 19.00'da Kadıköy'deki Sinematek/Sinemaevi'nde gerçekleşecek.
Yönetmen Özçelik, filmin yapım sürecini, Aylin ve Havva'yı bianet'e anlattı.
"Aylin'i sonsuza kadar dinleyebilirsiniz"
Cezaevindeki kadınlara nasıl ulaştınız? Aylin Işık ve Havva Zor isimlerini nasıl seçtiniz? Cezaevinde ziyaret edebildiniz mi?
"15+"nın araştırma sürecinde; dava dosyalarını, adli tıp raporlarını ve haklarında yapılmış tüm haberleri okuyup farklı cezaevlerindeki kadınlarla bir araya geldim. Mesleği yapmıyor olsam da, İstanbul Barosu'na kayıtlı bir avukat olduğum için kadınları ziyaret edebildim. Niyetim bir seçim yapmak değildi. Hayatını bizimle ve seyirciyle paylaşmak isteyecek kadınlar arıyordum. Henüz ilk buluşmada karşılıklı içimizi döktüğümüz, zamanla daha özel bir ilişki kurduğumuz, ayrıksı karakterlerinden büyülendiğim üç kadın oldu: Aylin, Havva ve Behiye...
Belgeselin yolculuğuna birlikte çıkmaya karar verdik. Aylin'i ilk olarak bundan üç yıl önce, Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevinde ziyaret etmiştim. Ömrümde kendini bu kadar güzel ifade eden başka birini görmedim. Aylin'i sonsuza kadar dinleyebilirsiniz.
"Havva aynı anda ağlıyor, ağlatıyor, gülüyor, güldürüyor"
Havva'yı tutuklu bulunduğu İskenderun Cezaevinde ziyaret etmeden önce istinaf duruşmasına gitmiştim. "Ben onu o gece öldürmeseydim, o bizi öldürecekti. Kendinizi benim yerime koyun" dedi hâkime. Hâkim kendini Havva'nın yerine koymadı tabii ama Havva'nın bunu söyleyebilmesi bile başlı başına bir mücadeleydi. Cezaevinde görüş odasına girdiğim anda kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi konuşmaya başladık. Havva baş döndürücü biri! Aynı anda ağlıyor, ağlatıyor, gülüyor, güldürüyor.
"Benim hiç güzel anım yok"
Behiye, çekimler sırasında artık belgeselde olmak istemediğini paylaştı. Çekincelerini anlıyordum, "Sadece güzel anılardan ve hayallerden konuşabiliriz" dedim. Altmışlarındaki Behiye elimi tuttu ve "Benim hiç güzel bir anım yok" dedi. Behiye'nin bakışı gözümün önünden hiç gitmedi, gitmiyor: "Benim hiç güzel bir anım yok."
"İkisinin de doğayla ilişkileri ve isyanları benzer"
Mektuplarında Aylin Işık ve Havva Zor, şiddete maruz kaldıkları anlardan çok, iyi, olumlu duygularından söz etmiş. Şiddete maruz kaldıkları erkeklere dair az detay var. Çocukluklarında oyun oynadıkları arka bahçe, köy hayatı, kuşlar... İki kadının da aynı şeyleri anlatması tesadüf müydü? Mektuplaşmalar nasıl gerçekleşti?
Tüm cezaevi ziyaretlerimde Aylin ve Havva dâhil hiçbir kadına uğradıkları şiddete ve olay gecelerine dair soru sormadım. İçerideki uyku düzenlerini, psikolojik ve fiziksel sağlık koşullarını, dinledikleri müzikleri, okudukları kitapları, televizyonda neler izlediklerini, onları nelerin güldürdüğünü, cezaevindeki etkinlikleri ve kursları, ihtiyaçlarını, telefon haklarını, görüşlerini, kimlerle mektuplaştıklarını, avukatları, koğuş arkadaşları ve cezaevi çalışanlarıyla ilişkilerini konuştuk. Dilediklerinde daha fazlasını anlattılar.
Aylin ve Havva'yla da böyle oldu. Onlara mektupla kırktan fazla soru gönderdim. Yaşadıkları mahalleleri, çocukluk anılarını, masalları, şarkıları, hayvanları, bayramları, doğayı, fotoğrafları, arkadaşlarını, kâbuslarını, düşlerini, mutluluğu, mucizeyi, çocuklarını, dışarı çıkınca ilk ne yapacaklarını ve daha pek çok soru sordum. Belgeselde yer alan olay geceleri ve öncesindeki şiddet anlatıları Aylin ve Havva'nın dava dosyalarındaki ifadeleri. Onlara o anları yeniden yaşatacak sorulardan kaçındım. Aylin kim, ne hissediyor? Havva kim, ne hissediyor? Önemli olan buydu. Bambaşka iki karakter olmalarına karşın doğayla ve hayvanlarla ilişkileri çok benzer. İsyanları da...
Çekimler Diyarbakır, Hatay, İzmir ve İstanbul'da
Çekimlerin ne kadarı özgün? Ne kadarı anlatımların geçtiği şehirlerde yapıldı?
Çekimlerin tamamı özgün ve anlatımların geçtiği yerlerde yapıldı. Belgeseli Diyarbakır, Hatay, İstanbul ve İzmir'de çektik. Aylin'in de Havva'nın da belgeselde paylaşabileceğimiz bir video kaydı yoktu ne yazık ki. Fotoğrafları bile yok denecek kadar az. Kendilerine ait olan ne varsa evli oldukları adamlarla yaşadıkları evdeydi. Olay gecelerinden sonra hiçbir eşyalarını geri alamadılar.
Yargı neden yakacak bir "cadı" arıyor?
Belgeselin fikri baştan beri böyle miydi? Film, yolda ne kadar değişime uğradı?
Dünya çapında yapılan çalışmalar, "kasten öldürme" suçu özelinde kadınların suçu yönelttiği kişinin yüksek oranda eşleri veya ailenin başka bir erkek üyesi olduğunu söylüyor. Türkiye'deki kadın "suçlu"larda aile içi şiddetle çocuğunu koruma saiki çok etkili. Belgesele bu sorularla başladım: Kadınlar için öldürmek nasıl ve ne zaman tek seçenek oluyor? Yargı neden kadınlar kendini koruduğunda "öz savunma" diyemiyor ve yakacak bir "cadı" arıyor?
Bu soruları, psikolojik gerilimden deneysele türler ve formlar arasında gezinen bir belgesel aracılığıyla sormak istedim. İç içe geçen imgeler, bakış açısı çekimleri, rahatsız edici bir ses dünyası, elektronik müzik... Netleşemeyen hayalet imgeler ve klostrofobik atmosfer, ışıl ışıl nükteli anılarla paslaşacaktı. Hepsi bir yana görüş odalarına kamerayla girmek istiyordum. Ben sordukça Aylin ve Havva direkt kameraya anlatacaktı. Duygularını görecek ve duyacaktık. Cezaevinde kamerayla kayıt yapabilmek için Adalet Bakanlığı'na başvurduk. Başvurumuz reddedildi. Yeniden, bu kez sadece ses kaydı alabilmek için başvurduk. Başvurumuz reddedildi. Nihayetinde sorularımı mektupla ulaştırdım. Aylin ve Havva, içlerini sayfalara döktüler. Hare Sürel ve Gülçin Kültür Şahin, iki kadının mektuplara döktüğü sesleri oldular. Aylin ve Havva'nın yüzlerini görememek bir tercih değil, mecburiyetti.
Hale Sürel ve Gülçin Kültür Şahin
Pandemi şartlarında post prodüksiyon
Kurgu aşaması hem sizin hem de Arzu Volkan için nasıl bir süreçti? Pek çok görüntü olmalı elinizde.
Çekimleri tamamlayıp post prodüksiyona başlayacağımız sırada pandemi, hayatı durdurdu. Arzu, Roma'da yaşıyordu. İkimiz de şehrimizden çıkamıyorduk. Arzu'yla bir araya gelmeden önce kurguda çeşitli yapısal denemeler çalıştım. Bu denemeleri Arzu'yla paylaştım. Sonrasında aylarca birbirimize bağlanarak ilerledik.
Aylin ve Havva'nın anılarını iç içe geçirdiğimiz, onlarla birlikte o sokaklarda dolaştığımız, düşlerine ortak olup, kâbuslarını paylaştığımız bir yapı kurduk. Çok fazla görüntü varken yan yana çalışamamak kurgu sürecini epey uzattı. Fiziksel olarak sadece iki kez bir araya gelebildik. Arzu kendini belgesele adadı resmen. Salgın şartları ve belgeselin içeriği düşünüldüğünde her yönüyle eşsiz bir dönemdi. Post prodüksiyon süreci yaklaşık bir buçuk yıl sürdü.
"Hüzün hep vardı, hâlâ da var"
Kadınların çocuklarına duydukları sevgi, inanç ve umut filmde ön planda. En büyük dayanakları çocukları. Anneleri cezaevinde olan çocukların görüntülerini kullanırken neye dikkat ettiniz?
Çocukları; Aylin ve Havva'nın zihnindelermiş gibi yansıtmak istedim. Kamera Aylin'di. Kamera Havva'ydı. Çocuklar gülüyor. Çocuklar oynuyor. Çocuklar, Aylin ve Havva'nın çocukluklarının geçtiği evlerin önünde duruyor. Annelerine bakıyor. Her bir plan, hafızada canlanan bir anıya dönüşüyor. Gerçek mi, düş mü, belirsiz. Aylin'in köyü Lice'de çekim yaparken, oğlu bir anda kameraya yaklaştı, kameraya sarıldı ve nihayetinde kamerayı öptü. Çocuklara "kamera anneniz" dememiştim, içlerinden ne geliyorsa onu yapıyorlardı. Ekip olarak büyük bir şaşkınlık yaşadık. Hüzün çöktü. Gerçi hüzün hep vardı, hâlâ da var. Çocukların neler yaşadığını bilmek ağırdı. Her şey çok ağırdı.
Gerilimli filmler ve ferahlama duygusu
"Şifa hikâyeleri" olarak tanımlıyorsunuz filmleri. Gerilimli bir anlatımı olmasına rağmen gerçekten iyi hissettiriyor film. Tabii bu yönetmenin kendi şifa arama süreci de olabilir mi?
Yapımcım Armağan Lale'yle birlikte dört yıl önce sinemamızda yeterince temsil edildiğine inanmadığımız bir konuyu, iyileşmeyi arayan bir hafıza belgeseline dönüştürmek hayaliyle yola çıktık. "Cadı Üçlemesi"ni inşa ederken seyri zor, gerilimli filmler yapmak ama finallerde ferahlama duygusu verebilmek istiyordum.
"Karabasanlarımızı yıkmayı ve renkli düşler örmeyi diliyorum"
Seyircinin salondan umutsuz çıkmasını istemiyordum. Birbirinden farklı dil arayışlarıyla yaptığım bu filmlerle ortak karabasanlarımızı yıkmayı ve renkli düşler örmeyi diliyorum. Evet, kendi geçmişim, şiddet deneyimim bu öyküleri daha içeriden anlatmamı sağlıyor ama yine tam da bu sebepten her adım daha sancılı oluyor. İçimizdeki karanlığı kusmadan rahat nefes alamayacağız.
"Kadının yok sayıldığı sektörümüz..."
Pek çok kadın oyuncu filme destek vermiş, ekibin çoğu da kadınlardan oluşuyor... Biraz bu destek ve ekibin oluşturulma sürecinden söz eder misiniz?
İlk uzun filmim "Kaygı"yla birlikte özellikle departman başlarında kadınlarla çalışmaya karar verdim. Sektörde inanılmaz yetenekli kadınlar ve korkunç boyutta bir cinsiyet eşitsizliği var. Kadının yok sayıldığı sektörümüzde tutkuyu ve mücadele gücünü kaybetmeden film yapmaya çalışıyoruz. Belgesel için aldığımız fonlar, bütçenin dörtte birini ancak karşılıyordu. Yapımcım Armağan uzun ve titiz bir destek süreci inşa etti. Belgeselin tamamlanması için destek olan herkese teşekkür ediyorum. Öz savunma hakkını kullanan kadınların öyküsünü anlatan ekibimiz için çok değerli.
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı....
Cumhuriyet gazetesinde kültür-sanat muhabirliği, haber merkezi ve yazı işlerinde editörlük yaptı. Kurum içi iletişim ve sektör dergilerinde çalıştı. Sözlü tarih belgesellerinin yapım aşamalarında görev aldı. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu. 2019-Haziran 2024 arasında bianet'te editör ve muhabirdi.
Yiğit Akın, Birinci Dünya Savaşı’nın toplumsal tarihine bakıyor; başka bir deyişle, savaşı salt askerî-siyasi boyutunun ötesinde, toplumsal bir olay olarak inceliyor.
Hapishaneden Mektuplar - Antonio Gramsci (Çev. Cemal Erez, Meral Erez) (717 sayfa)
Ölümünden yıllar sonra bir araya getirilen Hapishaneden Mektuplar, 1926-1937 yılları arasında Gramsci’nin kaleme aldığı, bilinen 489 mektubun tamamını içeriyor. Bir entelektüelin düşünce dünyasını, insani yönlerini en açık biçimde sergileyen mektupların her satırında küçük sevinçler ve kederler kadar derin ahlâki ve entelektüel yargılar da yer alıyor.
Cemal Erez ve Meral Erez’in titiz çalışmalarıyla, tamamı ilk kez Türkçe yayımlanan Hapishaneden Mektuplar, Antonio Gramsci’nin düşünsel mirasının önemli bir parçası…
Doğana - Gündüz Vassaf (166 sayfa)
Baba olacağını öğrenen Gündüz Vassaf, çocuğunun doğumuna aylar kala kaleme sarılır ve ona mektuplar yazmaya başlar... Yazılmalarının üzerinden 40 yıla yakın zaman geçtikten sonra nihayet gün yüzüne çıkan bu mektuplar, baba adayı Vassaf’ın iç dünyasını tüm samimiyetiyle ortaya koyuyor: Hamileliğin öğrenilmesinden ebeveynlik sorumluluklarını düşünmenin yarattığı baskılara, kendi anne-babasıyla ilişkilerini sorgulamasından çocuğunun geleceği için kurduğu hayallere, ilk ultrason görüntüsünden insanlık üzerine düşüncelere...
Ziyafet Güzin - Yalın (168 sayfa)
Güzin Yalın, Ziyafet’te bazen bir sofradan, bazen kaynayan tencerenin başından; bazen de iki arada bir derede ağza ancak bir lokma atılabilen sıkışık anlardan ve kalabalık zamanlardan yola çıkarak hayatın tam ortasına gelip kurulan öyküler anlatıyor: aşklar, ayrılıklar, yeni yeni heyecanlar, yalnızlıklar…
Unutma Bizi Dolması - Gülhan Davarcı (109 sayfa)
Gülhan Davarcı’nın kahramanları hayatın akışı içerisinde önemsizmiş gibi görünen ama aslında o akışa yön veren duygularla baş başalar: Bazen, her şey yoluna girecekmiş hissi veren, bazen de bir lekeymişçesine üzerimize yapışıp kalacağını gelişinden anladığımız…Duygular gibi kahramanlar da gelgitli, temkini elden bırakmadıkları anlarda coşkunun ya da karamsarlığın esiri etmiyorlar kendilerini, bir köşede başlarına gelecekleri kabullendikleri anlarda ise dünyanın hemen yok olacağına inanmış insanların o umutsuz gözleriyle bakıyorlar etrafa.
Bilinmeyen Bir Tanrıya - John Steinbeck (Çev. Mehmet Harmancı) (242 sayfa)
Joseph Wayne genişleyen ailesi için yeni yerler kapmak üzere Kaliforniya’ya taşınır ve burada bir çiftlik kurar. Babaları öldükten sonra diğer kardeşleri de aileleriyle birlikte buraya gelirler. Joseph kendisinin toprakla özel bir bağı olduğunu ve ölen babasının evin bahçesindeki ağaçtan kendisini izlediğini düşünür. Onları kuraklık ve kötülüklerden koruduğuna inandığı bu ağaca neredeyse bir put gibi tapar. İnsan iradesi, yalnızlık, inanç ve doğayla kurulan mistik bağ üzerine derinlemesine bir anlatı sunan Bilinmeyen Bir Tanrıya, Steinbeck’in edebi mirasında özel bir yere sahip.
Çok Şeker Armud-Komiser Entürk’ün Asayiş Hikâyeleri - Roni Margulies (168 sayfa)
Çok Şeker Armud, Christie’den ve Simenon’dan ilhamla yazılan, ama yaşadığımız memleketin tüm dertleriyle, ilginçlikleriyle karılan hikâyelerden müteşekkil; bunlar "cinai hiciv" denebilecek yeni bir türün örnekleri.
Ateş'in Güneş'i-Galatasaray’da ve Siyasi Elitte Bölünme - Mehmet Şenol (384 sayfa)
Mehmet Şenol, Ateş’in Güneş’i’nde Türkiye’de futbol-siyaset ilişkisinin sansasyonel bir tarihsel vakasını bir roman gibi anlatırken aynı zamanda Tek Parti döneminde siyasi elitler arasındaki mücadelenin kritik bir “muharebesini” ele alıyor. Bir tarafta, Cumhuriyet’in müesses nizamı karşısında, “politikacılar bankası” diye anılan İş Bankası Grubu, Denizcilik Bankası, Celal Bayar… Bir tarafta Galatasaray Lisesi merkezli seçkinler karşısında Peyami Safa’nın deyişiyle “Galatasaray’da cumhuriyet ilanı zamanı geldiğini” ileri sürenler...
Nurgül Certel, Türkiye’nin aşina olduğu fakat araştırma konusu olarak çoğunlukla gözden kaçmış bir hususu ele alıyor: Çokeşlilik. Suriye iç savaşının neden olduğu zorunlu göç sonrası, Suriyeli kadınlarla yapılan çokeşli evlilikleri yerinde gözlemlediği çalışmasında, bu evliliklerin taraflarından olan erkeklerin, çokeşli evlilikleri nasıl meşrulaştırdıklarını gösteriyor. Erkeklerin, “mağdur olana sahip çıkmak”, “çocuk sahibi (ağırlıkla erkek çocuğu) olamamak”, “sevgisiz ve geçimsiz evlilikler” gibi sebeplerle yapıldığını iddia ettikleri çokeşli evliliklerin diğer tarafları olan kadınların da sesi oluyor. Hem Türkiyeli “ilk eşlerle” hem de Suriyeli “ikinci-üçüncü eşlerle” yapılan görüşmeler neticesinde kadınların bu evliliklere nasıl ve neden “razı olduklarını/edildiklerini”, evlilik içi dinamikleri ve ilişkileri açıklama çabasının yanı sıra bu evliliklerin “aracılarını”, kadınların bir meta gibi pazarlık konusu haline getirilmelerini, kadınlar üzerinden kurulan çıkar ilişkilerini ve sağlanan kazançları da es geçmiyor.
Devrim öncesi Rusya’nın başkentinde, 20. yüzyılın başlarında geçen Petersburg, siyasi kaosun ve bireysel varoluş sancılarının gölgesinde bir baba-oğul çatışmasını merkeze alır. Senatör Apollon Ableuhov ve devrimci fikirlerle “zehirlenmiş” oğlu Nikolay’ın hikâyesi, Petersburg’un sisli sokaklarında, patlamaya hazır bir bomba metaforu etrafında şekillenir. Beliy, şehrin mimarisini ve atmosferini canlı bir karaktere dönüştürerek, mekânı hem bir dekor hem de bir anlatıcı olarak kullanır. Dilsel oyunlar, ritmik anlatım ve simgesel imgelerle zenginleşen Petersburg, Dostoyevski’nin ahlâki derinliğiyle Gogol’ün grotesk mizahını buluşturur. James Joyce’un Ulysses’i ile kıyaslanan bu başyapıt, modern roman sanatının kilometre taşlarından biri.
Klinik psikolog Jessamy Hibberd Sahtekârlık Sendromundan Kurtulmak’ta öğrencilerden üst düzey yöneticilere kadar geniş bir yelpazede çok sayıda insanı etkileyen bu durumdan sıyrılmanın basit ve uygulanabilir yollarını açıklıyor ve mağdurlara kendi kabiliyetlerine inanabilecekleri daha iyi bir gelecek için umut veriyor.
Festival, kuir filmlerin yer aldığı “Nerdesin Aşkım?” bölümünün kaldırılmasının film seçkisinin içeriğini etkilemediğini açıkladı; İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası ise festivalin her sansür vakasını benzer tepkilerle karşıladığını savundu.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 11-22 Nisan 2025’te 44. kez düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali (İFF), bu yıl programında önemli bir değişikliğe gitti.
2014 yılından bu yana festivalde yer alan ve kuir filmleri bir araya getiren "Nerdesin Aşkım?" bölümü, festivalin 2025 programında yer almadı. Festivalin kararı, kültürel alandaki sansür mekanizmalarının derinleştiği ve kuir sinemanın sistematik olarak dışlandığı yönünde eleştirilere neden oldu.
İFF, eleştiriler ve boykot çağrısıyla ilgili bianet'e ilettiği açıklamada “İstanbul Film Festivali programı bu yıl daha çok film içeren daha az sayıda bölümden oluşuyor. Bölümlerde yapılan değişiklik, festivaldeki film seçkisinin içeriğini etkilemiyor. Önceki yıllarda Nerdesin Aşkım?, Çiçek İstemez ve Musikişinas bölümlerinde yer alabilecek filmler, bu yıl diğer bölümlerin altında yer alıyor," dedi.
İFF’nin yanıtıyla ilgili konuştuğumuz İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi ise festivalin sansür iddialarına somut bir yanıt vermediğini ve bu nedenle boykot çağrısına devam edeceklerini belirtti.
Komite, açıklamasını şöyle sürdürdü:
Birkaç kez üst üste okunsa bile anlaşılmayacak kadar karışık yazılmış bir cevap. Ne sansür yok diyen bir tavır var, ne de olanları samimiyetle açıklama çabası. Festival geçmişte de her sansür vakasında gelen tepkileri böyle karşılıyor.
Sansür yapmak zorunda kalmaktansa bölümleri komple kaldırmak gibi bir çözüm üretiyorlar son yıllarda ve çözüm olarak gördükleri bu tutum sansür mekanizmalarının daha da derinden işleyebilmesi için ona alan açıyor. Bu tavrı kabul etmiyoruz, festival ifade özgürlüğünü savunana ve sansüre karşı durana dek boykota devam edeceğiz.
“İfade özgürlüğüne sahip çıkın”
Öte yandan, sosyal medyada yer alan yorumlarda da festivalin kararının Türkiye’de "Aile Yılı" kapsamında LGBTİ+’ları hedef alan politikaların bir parçası olduğu vurgulandı.
Eleştirilerde Ulusal Yarışma ve Ulusal Belgesel Yarışması’nı da iptal eden İstanbul Film Festivali’nin sinemada ifade özgürlüğü alanlarını daraltan adımlar attığı ve özellikle Kürt Sineması’na yönelik sansür mekanizmalarına zemin hazırladığı belirtildi.
Sansüre karşı boykot çağrısı yapan sinemaseverler ve LGBTİ+ hak savunucuları, festivalin ifade özgürlüğüne sahip çıkması gerektiğini vurguladı. İzleyicilerden bazıları boykot kapsamında Lale Kart üyeliklerini iptal edeceğini ve bilet almış bile olsa festivaldeki filmleri izlemeyeceğini duyurdu.
Festival, “Nerdesin Aşkım?” bölümünü 2014 yılında şöyle duyurmuştu:
“Sinemaseverler için İstanbul'da yaşamanın güzelliklerinden biri olan festivalin bu yılki sürprizlerinden biri yepyeni bir bölüm ve adı Gezi'nin gülümseten sloganlarından biri: Nerdesin Aşkım? Festivalin, aşkın ne yaşı ne de cinsiyeti olduğunun altını çizen bu yeni bölümü, aşkı bulmanın bin bir yolu olduğunu anlatan filmleri bir araya getiriyor.” (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.