Galatasaray Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümünden Arş. Gör. Ozan Çağlayan’ın Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 34. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Terör örgütü propagandası yapmak ile suçlandığım 17 sayfalık iddianameyi detaylı bir şekilde okudum. İddianamedeki iddialara 8 başlık altında yanıt vereceğim.
1. 11 Ocak 2016 tarihli bildiriye yer vererek başlayan iddianame, hemen ardından 2. sayfada, başkaca hiçbir delile ihtiyaç duymaksızın bildirinin “PKK/KCK Terör Örgütü’nün alenen propagandası mahiyetinde olduğunun sabit olduğuna ve bunun bildiri içeriğinden açıkça anlaşıldığına”hükmederek, doğrudan sonuca gitmeye kalkışmaktadır.
2. İddianamenin 8. sayfasında bağlamından koparılmış bazı cümleler seçilerek bildirinin, “şiddete başvuran bir örgüt karşısında hükümet, emniyet ve ordu güçlerinin ülkenin toprak bütünlüğünü korumaya ve suçu önlemeye yönelik tedbirlerini” hedef alarak, bu tedbirleri özünden saptırdığı belirtilmiş, 13. sayfada ise “bir akademisyen El-Kaide veya DAEŞ ile mücadele eden ABD ya da AB ülkelerinden herhangi birini örgüte karşı katliam yapmakla itham edemez”örneği verilmiştir.
Israrla vurgulanmalıdır ki imzaladığım bildiri, hiçbir şekilde şiddete başvuran bir örgüte karşı yürütülen mücadeleye değinmemektedir. Bildiri, sivil halkın “anayasa ve taraf olunan uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılıyor olmalarına” itiraz etmektedir. Buna rağmen iddianamenin iki farklı yerinde metnin talebi çarpıtılarak bildirinin “terör örgütüyle mücadelenin durdurulmasına çağrıda bulunduğu” ima edilerek şahsıma karşı terör propagandası suçu isnat edilmeye çalışılmaktadır.
3. İddianamede bildirinin “esas amacının”, “gerçek amacının”, “özünün” açıkça anlaşıldığını belirten soyut ifadelere oldukça sık rastlanmaktadır. AİHM’nin Yağmurdereli-Türkiye kararında da belirtildiği üzere “bir kişinin açıkça söylemediği bir amacının olduğu iddia ediliyorsa, bunun somut olarak ortaya konma yükümlülüğü” vardır. İddianamede bu yükümlülük yerine getirilmemiş, bildiriyle doğrudan veya dolaylı ilgisi olmayan bir takım alıntılar, bilgiler, basın açıklamaları, analizler, davayla bağlantılandırılmadan ardı ardına sıralanarak, suç isnadı temellendirilmeye çalışılmıştır. Bu hususta vereceğim üç örneğin ortadaki ayrıksılığı göstermek için yeterli olacağını düşünüyorum:
- İddianamenin dörtte birini kaplayan tarihsel analiz bölümünde 1980’li yıllarda başlayan çatışmalara atıfta bulunulmuş, çözüm sürecine değinilmiş, “7 şubat girişimi” adında ne olduğu dahi açıklanmayan bir olaydan bahsedilmiş, iddianamenin devamında suç isnat etmek için kullanılacak olan Bese Hozat adlı şahsın açıklamaları alıntılanmış, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin internet sayfasında yayınlanan bazı teknik ve operasyonel basın bildirileri kopyalanıp yapıştırılmış ve bu kopuk analiz neticesinde “bildiri metninin terör örgütünün Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim birimlerinde yürüttüğü şiddet eylemlerinin teorik düzeyde tamamlayıcısı olduğuna”hükmedilmiştir! Yan yana sıralanan bu olaylar ile bildiri metni arasındaki nasıl bağlantı kurulmuştur? Tüm bu sıralananlar ile benim aramda nasıl bir bağlantı bulunmaktadır?
- İddianamenin son bölümünde, Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Chris Stephenson’ın “gözaltındaki meslektaşlarıyla dayanışmak için terör örgütü propagandası yapmaya yönelik materyallerle İstanbul Adliyesi’ne geldiğinden” bahsedilmiştir. Adı geçen öğretim üyesi atılı suçun unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle, bu iddianamenin hazırlandığı 23 Eylül 2017’den tam 15 ay önce, 23 Haziran 2016 tarihinde, 13. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada beraat etmişken, bu paragrafın iddianamede yer almasının amacı nedir?
- Üçüncü örnek; Savcılık “bazı yabancı kuruluşların, daha önceden yapmayı planladıkları etkinlikleri görünürde akademisyenlere karşı yapılan baskı ve hak ihlallerini gerekçe göstererek, özünde ise Türkiye’yi uluslararası kamuoyunun hedefi haline getirmek amacıyla iptal ettiklerinden”bahsetmektedir. Uluslararası kuruluşların veya akademisyenlerin aldıkları bir takım inisiyatiflerin sorumluluğu hangi gerekçeyle şahsıma yüklenmektedir? Etkinliklerin şu veya bu sebeple iptal edilmeleri hangi yasaya göre terör propagandası suçunun oluşması için delil sayılmaktadır?
4. Bildiriden 20 gün önce 22 Aralık 2015 tarihinde PKK/KCK terör örgütü yürütme konseyi eş başkanı Bese Hozat tarafından yapılan bir açıklamanın, şüphelilere talimat mahiyetinde olduğundan bahsedilmektedir. İstatistik biliminde de sıkça vurgulandığı üzere; ilişkililik nedenselliği gerektirmez, yani bu iki olay arasında geçen sürenin kısalığı, olaylar arasında nedensellik bağı kurulması için yeterli değildir. Nasıl ki 17 Ağustos depreminin, depremden 6 gün önce meydana gelen güneş tutulmasından kaynaklandığını iddia etmek bilimsel dayanaktan yoksun ise, bu bildirinin kendisinden 20 gün önce yapılan bir açıklamadan hareketle yayınlandığı iddiası da mesnetsizdir. Bu talimat bağı hangi somut delillere dayanarak tespit edilmiştir? Bu talimatın nasıl, nerede, ne şekilde, hangi iletişim kanalı üzerinden tarafıma ulaştırıldığının delilleri neden dosyaya konmamıştır?
5. İmza attığım 11 Ocak 2016 tarihli bildirinin yanı sıra, 10 Mart 2016 tarihinde gerçekleştirilen ve 2 aylık süreç içerisinde imzacı akademisyenlerin yaşadığı hak ihlallerine vurgu yapan basın açıklamasından hatalı bir şekilde “ikinci bir bildiri” olarak söz edilmiş, daha da vahimi iddianamenin 14. sayfasında ikinci bildirinin altına da imza atan akademisyenlerin PKK tarafından gerçekleştirilen eylemlerin faturasını Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Hükümetine kesmek istediklerine kanaat getirilmiştir. 11 Ocak 2016 tarihli metne imza koyan şahsıma, herhangi bir imzaya konu olmayan 10 Mart 2016 tarihli basın açıklaması üzerinden de ayrıca suç isnat edilmeye çalışılmasının anlaşılır tarafı yoktur.
6. İddianamede, söz konusu bildirinin Türkçe ve yabancı dillerindeki metinlerinde bazı kelime ve kavramların kasıtlı olarak değiştirildiği, yabancılara imzalatılan metinlerde profesyonelce dokunuşlar yapılarak ulusal ve uluslararası kamuoyunda terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerinin meşru gösterildiği iddia edilmektedir. Bu doğrultuda iddianamenin 10. sayfasında ingilizce bildiriye yer verilmiş, 11. sayfada ise ingilizce bildiri sözde tekrar Türkçe’ye çevrilmiş ancak bu çeviri esnasında Türkçe’de “Kürt illeri” anlamına gelen “Kurdish provinces” ifadesi “Kürdistan” olarak değiştirilmiştir. Bu hatalı çeviri, iddianameninin sadece bu bölümünde yer almamakta, iddianamenin temel kurgusunda suç isnadını güçlendirmek için aralara serpiştirilmiş bulunmaktadır. İddianamede yer alan
“Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusundaki illeri ifade etmek amacıyla PKK/KCK jargonuyla Kürdistan ibaresi kullanılarak ayrıştırıcı ve bölücü bir üslup takındığı”,
“Uluslararası kamuoyunda Türkiye’de Kürdistan adı ile anılan coğrafi ve siyasi bir bölge bulunduğu algısını yaratmaya çalıştığı”,
“Sistemli, bölücü ve ayrıştırıcı karakteri dikkate alındığında T.C.’nin toprak bütünlüğünü bölmeye çalışan terör örgütünün propagandasını yaparak örgütün ulusal ve uluslararası camiada desteklenmesini sağlamayı hedeflediği”
cümleleri, bu serpiştirmenin çarpıcı örneklerindendir. Oysa; Türkçe bildiriye imza vermiş biri olarak neden tarafıma bildirinin ilk defa iddianamede karşıma çıkan İngilizce çevirisi üzerinden suç isnat edilmeye çalışılmaktadır? İngilizce bildiriye onay verdiğim veya bunun da ötesinde ingilizce bildiğim kabulü hangi somut delile dayanmaktadır? soruları da cevapsızdır.
7. İddianamenin 9. sayfasında, “Bilim insanı sıfatını taşımamdan dolayı sahip olduğum özel rol gereği, Türkiye Cumhuriyeti’nin haysiyet, şeref, itibar ve haklarına saygı göstererek, yasalarda belirlenen eleştiri sınırları içerisinde tepkimi dile getirme hakkına” sahip olduğumu ancak “Türkiye Cumhuriyeti’nin onurunu kırıcı ifadeler içeren, hakikatleri ters yüz ederek ve çarpıtarak sunan bir bildiriye imza atmak suretiyle terör örgütü propagandası yaparak suç işlediğimi” şaşırarak öğrendim.
Öncelikle Anayasanın 10. maddesi herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğuna, 25. maddesi hiçbir vatandaşın düşünce ve kanaatleri sebebiyle suçlanamayacağına ve 26. maddesi herkesin düşünce ve kanaatlerini tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğuna hükmetmektedir. Dolayısıyla bilim insanı sıfatını taşımamdan dolayı tepkimi dile getirme hakkına sahip olduğum iddiası başlı başına anayasaya aykırıdır.
Devamında yer alan, “…bunun aksine onur kırıcı ifadeler içeren, hakikatleri ters yüz ederek ve çarpıtarak sunan bir bildiriye imza atmak suretiyle…” ifadelerine ilişkin olaraksa, “Türkiye Cumhuriyeti’nin onurunu kırıcı ifadelere”başvurmadığımı belirtmeliyim. Aksi düşünülse bile, bu durumun“terör örgütü propagandası” olarak değerlendirilemeyeceği açıktır.
8. İddianamede terör örgütü propagandasıyla suçlamak için ortaya atılan bir başka husus ise bildiride“Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim alanları için betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı/güvenilir bir temelden yoksun bulunduğu”iddiasıdır. İddianamede, betimlenen tablonun neden gerçek-dışı olduğuna dair tek bir kanıt/rapor/tanıklık sunulmamış, bunun yerine iddia; “gerçekleri özünden saptırmak, kasıtlı olarak çarpıtmak, yaşanan hadiseleri manipüle etmek, bilgi kirliliği yaratmak, dezenformasyon yoluyla yanlış bilgiler yaymak, doğruluğu bulunmayan kasıtlı bilgiler yaymak” gibi formülasyonlarla, olabildiğince tekrarlanarak perçinlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle ve izninizle, bildirinin açıklandığı dönemde yaşananlarla dair bilgiler içeren ululsal ve uluslararası raporlardan çeşitli alıntılar yapmak istiyorum:
- Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 1 Kasım 2017 tarihli “16 Ağustos 2015 ile 1 Kasım 2017 Tarihleri Arasında Sokağa Çıkma Yasakları İlanları” adlı bilgi notunda, bu tarihler arasında toplam 11 il ve en az 47 ilçede resmi olarak tespit edilebilen en az 268 sokağa çıkma yasağı ilanı gerçekleştiği, bu yasaklar başlamadan önce gerçekleşen 2014 nüfus sayımına göre ilgili ilçelerde yaşadığı bilinen en az 1 milyon 809 bin kişinin özgürlük ve güvenlik hakkı; özel ve aile hayatına saygı hakkı; toplanma özgürlüğü; örgütlenme özgürlüğü; din özgürlüğü; bilgi alma ve verme özgürlüğü, mülkiyetin korunması hakkı, eğitim hakkı, işkence ve insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele yasağı, yaşam hakkı ve vücut bütünlüğü hakkı olmak üzere en temel hakları ihlal edilerek bu yasaklardan etkilenmiş olduğuna yer verilmiştir. Yine TİHV Dokümantasyon Merkezi verilerine göre, ilk sokağa çıkma yasağı ilan edilen tarih olan 16 Ağustos 2015 ile 20 Nisan 2016 tarihleri arasında en az 338 sivililgili çatışma ortamlarında yaşamlarını yitirmiştir. Bu kişilerden; 78’i çocuk, 69’u kadın ve 30’u 60 yaşın üzerindedir.
- Uluslararası İnsan Hakları İçin Doktorlar Örgütü (PHR) Ağustos 2016’da, bölgedeki sağlık çalışanlarıyla ve sağlık hizmetine erişimde güçlük çeken vatandaşlarla yapılan görüşmeleri içeren “Türkiye’nin Güneydoğusu: Kuşatma Altında Sağlık Hizmeti” adlı bir rapor yayınlamıştır. Bu rapora göre, çatışma bölgelerindeki hastanelerin acil servislerinde görevli sağlık çalışanları, sokağa çıkma yasakları sırasında güvenlik güçlerinin hastaneleri yatakhane ve ofis olarak kullandıklarını ve sağlık çalışanlarının görevli oldukları bölümlere girmelerinin engellendiğini belirtmişlerdir. Raporun tavsiye kısmında İnsan Hakları için Doktorlar Örgütü, devlet hastanelerinin askeri amaçlarla kullanılmasına son verilmesini, güvenlik güçlerinin bir an önce tüm devlet hastanelerinden çekilmesini ve sağlık tesislerinin hasta ve yaralılara hizmet sunmak dışında başkaca bir amaçla kullanılmasının yasaklanmasını önermiştir.
- Türkiye’nin kurucu ülkeleri arasında yer aldığı Birleşmiş Milletler’e bağlı İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) Şubat 2017 tarihinde “Temmuz 2015 – Aralık 2016 arasında Türkiye’nin güneydoğusundaki insan hakları durumuna” ilişkin bir rapor yayınlamıştır. Bu raporun II. Bölümünde şöyle ifade edilmiştir:
30 kentsel alanda gece gündüz devam eden kapsamlı sokağa çıkma yasakları uygulanmıştır. Böylelikle güvenlik operasyonlarının ortasında sıkışıp kalan “yerinden olmuş kişilerin” tahliyesi engellenmiş, hastalar ve yaralılar için acil durum hizmetlerine erişimin olmayışı, operasyonların bilançosunu daha da yükseltmiştir. Yaşam hakkı ihlalerinin yanı sıra hayatta kalan 355.000’i aşkın vatandaş yaşadıkları yerlerden ayrılmak zorunda kalmıştır.
- Yukarıda aktarılan raporların yanı sıra, o dönem yazılı ve görsel basında yer alan haberler de bölgede yaşanan hak ihlallerini ortaya koymaktadır:
- BBC Türkçe / 9 Eylül 2015: Abdullah Özcan Cuma günü saat 20:00 sularında evinin sokağa bakan odasında namaz kıldığı esnada sağ diz kapağından tek kurşunla vuruldu. Olay sonrası 112 Acil Servisi aradıklarını ancak “Yollar kapalı gelemiyoruz” yanıtı aldıklarını söyleyen Sait Özcan, sonrasında yaşananları şöyle anlatıyor: “Ağabeyim kan kaybediyordu. Ayağını bezlerle bağladık. 12 saat sonra sabah ancak ambulans gelebildi. Cizre, oradan da Şırnak Devlet Hastanesi’ne götürdük. İlişkilerimizi kullanarak üç gün sonra Diyarbakır’a getirebildik. İlk ameliyatı yapıldı. İkinci ameliyat ile ayağını kesiyorlar. Doktorlar hastaneye geç kaldırıldığı için ayağını kesmek zorunda olduklarını söylediler.”
- Hürriyet / 12 Eylül 2015: Kalp krizi geçirdikten sonra hastaneye gidemediği için ölen Mehmet Emin Açık’ın (74) cenazesi ise hâlâ evinin salonunda bulunuyor. Oğul Şahin Açık, “Babam bir hafta boyunca hastaneye gidemedi. Önceki gün aniden rahatsızlandı. Babamı kendi aracımıza bindirdik. Sokağın başına çıktığımızda arkamızdan ateş açıldı. Evimize geri geldik. Yaklaşık bir saat sonra babam hayatını kaybetti” dedi.
- Cumhuriyet /8 Eylül 2015: Evinde rahatsızlanması sonucu hayatının kaybeden 35 günlük Muhammet Tahir’in babası Abdullah Yaramış, ambulansı aradığını ve ambulansın evlerinin 100 metre ilerisine Saltan Sokağı’nın başına kadar geldiğini fakat polisin izin vermemesi nedeniyle ambulansın geri gittiğini ifade etti.
- BBC Türkçe / 13 Eylül 2015: 10 yaşındaki Cemile Çağırga'nın annesi Emine Çağırga, kızının vurulmasının ardından yaşananları anlattı: "Evimiz yüksek bir noktada. Cizre'den de patlama ve silah sesleri geliyordu. Ne olup bittiğini görmek için kapının önüne çıkıp baktık. Birden bize de ateş edilmeye başlandı. Avluya kaçtık. Cemile önümde düştü, ben de üzerimize yağan kurşunlardan korunmak için Cemile'nin üzerine kapattım kendimi. Kalktığımda Cemile'nin yaralandığını gördüm. Bağırdım yardım istedim ama Cemile kollarımda can verdi. O gece kızımın cesedini koynuma alarak uyudum. Sabah saçlarına ve ellerine kına yaktım. Sonra onu yıkayıp kefenledik. Cesedi bozulmasın diye, kayınbiraderimin evindeki derin dondurucuyu getirip kızımı içine koyduk. Üç gün boyunca kızımın cesedini buzlukta beklettik. Daha sonra da milletvekilleri gelince cenazesini hastanenin morgunu götürdük."
SONUÇ
İçeriğinde hiçbir şekilde şiddet övgüsü olmayan, şiddet içeren yöntemleri özendirmeyen bildirinin, “terör örgütünün, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek veya bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda yapılması” kapsamında değerlendirilmesi için somut delillere ihtiyaç varken iddianame:
- Bildiriyle, terör örgütünün şiddet eylemleri arasında bağ kurmamış,
- 15 ay önce beraat etmiş bir akademisyenin davasını, imzacı akademisyenlerin yaşadığı hak ihlallerine karşı yapılan açıklamaları, tutulan barışçıl akademik nöbetleri, kısacası bildirinin yayınlandığı 11 Ocak 2016 tarihinden sonra gerçekleşmiş, ancak şahsımla doğrudan hiçbir ilişkisi olmayan olayları aleyhime delil olarak sunmuş,
- İmzaladığım Türkçe bildiri üzerinden değil, imzalamadığım İngilizce metin üzerinden, üstelik kabul edilemez skandal bir çeviri hatasını temel alarak suç isnat etmeye yönelmiş,
- Bildiriden 20 gün önce yapılmış olması dışında bildiriyle hiçbir nedensellik bağı bulunmayan bir açıklamayı, hiçbir delil sunmadan şahsıma verilmiş bir talimat olarak kayda geçirmiştir.
O dönem, ulusal ve uluslararası basından ve sosyal medyadan okuyarak haberdar olduğum, savunmam boyunca da bazı raporlardan örneklemeye çalıştığım hak ihlalleri ve ölümler karşısında sessiz kalmanın getirdiği ağırlığın beni ne denli üzdüğünü ve çaresiz hissettirdiğini hatırlıyorum. Duyarlı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak imza attığım barış bildirisi, iddia edildiği gibi yürütülen operasyonları değil; yaşanan hak ihlallerini ortadan kaldırmak için gerekli önlemleri almakta geç kalan yetkilileri eleştirmekte ve çözüm talep etmektedir. Bildirinin içeriği kimilerince benimsenmeyebilir. Oysa AİHM’nin Castells-İspanya ve Dmitriyevskiy-Rusya kararlarında da belirtildiği gibi;
- Düşünceyi açıklama hürriyeti, sadece genel kabul gören, saldırgan olmayan ya da önemsiz görülen haber ya da düşünceler için değil, devletin ya da toplumun belli bir kesitini sarsan veya rahatsız eden haber ya da düşünceler için de geçerlidir.
- Eleştirinin hükümete yöneltilmesi durumunda, hoşgörü sınırının politikacılara yapılan eleştiri sınırından daha geniş olması gerekir.
- Kullanılan ifadelerin resmi devlet politikasına yönelik doğrudan ve sert eleştiriler içermesi ve tartışmaya açılan durumun neden ve sorumluluğuna dair tek-taraflı bir bakış açısının yansıtılması, tek başına ifade özgürlüğüne yönelik müdahaleleri meşru hâle getirmez.
Bu kararlar ışığında bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği açıktır.
Hayatı boyunca kimseye fiziksel şiddet uygulamamış, eline silah almamış ve şiddet olaylarına karışmamış biri olarak; somut delillerle desteklenmeyen bir takım iddialarla üzerime atılan terör örgütü propagandası suçunu reddediyorum. Bildiride TMK madde 7/2 kapsamında yargılanmamı gerektirecek hiçbir eylemin bulunmadığı gözetilerek, derhal beraat kararı verilmesini talep ediyorum. Saygılarımla. (TP)