Fotoğraf: İlker Gürer
Mehmet Sait Taşkıran, kendi evreninden uzaklaşıp başka evrenlere tanıklık etmek için düştüğü yolların hikâyelerine yer verdiği ilk öykü kitabı "Yıldızlı Gece" ile okurlarına sesleniyor.
Yıldızlı Gece’yle okurlar yola çıkarken biraz sıkı giyinmeli, çünkü dışarısı buz gibi soğuk. Bembeyaz karın örttüğü dağlar, göller, evler ve insanlar… Yorucu bir yolculuk olacak. Çünkü bu yolculuk çok “uzaklara” hem de Türkiye’nin doğusuna yapılan bir yolculuk. Zira en kolay şekilde nasıl atlatılırın ipuçları aranmalı.
Mehmet Sait Taşkıran’la hem bu yolculuğu hem de öyküleri konuşacağız.
Felsefe öğretmenliğini bırakıp Atlas dergisine yazmaya başladınız ve şimdi Magma dergisinde de çalışmalarınızı takip edebiliyoruz. İlk öykü kitabınız Yıldızlı Gece ile öyküye doğru zorlu bir yolculuk yapmışsınız. Bize biraz bu yolculuktan, bahseder missiniz?
Felsefe öğretmenliği yaparken bir taraftan yazmaya olan merakımı geliştirmeye bir taraftan da daha kapsamlı kültürel araştırmalar gerektiren okumalara yöneliyordum. Yazarlık serüvenim de gezi, kültür ve coğrafya içerikli dergilerdeki araştırma dosyalarımla başladı. Yurt içinde ve yurt dışında birçok yere seyahatlerde bulunmam gerekiyordu. Öğretmenliği de bu sebeple bıraktım.
Yolculuklarım sonrasında yayınlanan araştırma dosyalarım daha çok kültür içerikliydi. İnsanın doğayla, toplumla, yaşadığı kentlerle ilişkisini merkeze alan çalışmalardı. Bu çalışmalarda bulunurken sayısız insan hikâyeleriyle karşılaştım. Çok sayıda röportaj yaptım. Esasen ilgi alanım olan edebiyatın öykü dilini bir yöntem olarak geliştirip araştırma yazılırımı bu üslupta kaleme aldım. Öykü benim için her zaman başka bir yerde duruyordu. Araştırma içerikli çalışmaların dışında kalan bütün zamanlarımda öykü dünyasını takip ediyor, yolculuklarımda tanık olduğum olayları, insanları ileride öyküye dönüşecek birer yaşantı olarak kenara not ediyordum. Yıldızlı Gece öykü kitabım da bu yolculuklarla beraber oluştu.
Öykülerde, “Bu karda kışta ne işin var burada?” sorusuyla sıklıkla karşılaşıyoruz. Öyle ki bu yolculuğa çıkanın da kendisine sorduğu bir soru bu. Baharın anlattıkları ile kar beyazının bize anlattıkları arasındaki farklar, gizler nelerdir?
Yıldızlı Gece’de yer alan öykülerin, sizin de dediğiniz gibi birleştiği bir çatı var. Öykülerin hepsi kış mevsiminde doğuda geçiyor. Doğanın o beyaz coğrafyada sunduğu sonsuz büyülü atmosfer bir taraftan etkileyici bir manzara sunuyor diğer taraftan -insanların hikâyelerine tanık oldukça- ürkütücü sahnelerle karşımıza çıkıyor. Böyle bir ortamda insanı doğaya hâkim olmaktan çok doğanın bir parçası olarak görüyoruz. Doğanın, zorlu kış şartlarının hem insan yaşamında hem de parçası olduğu toplumsal yaşayışta ne kadar yer edindiğini görmek mümkün.
Tabii bütün bunlar öykülerin geçtiği atmosferle ilgili. Öykü karakterlerine baktığımızda öykünün sadece çatısını oluşturan imgenin kış olduğunu görürüz. Yani öykülerde yer alan karakterlerin ön plana çıkan özellikleri doğayla ilişkilerinden çok içinde bulundukları varoluşlarıyla ilgili. Geleneksel yaşamın, toplumsal kuralların ve çetin doğanın içinde yaşayan insanlar varoluşlarını gerçekleştirmeye çalışırken bir yandan da doğuya biçilmiş olan politik söylemle mücadele etmek durumunda kalıyorlar.
Birkaç yıl süren “Doğu’da Kış” isimli geniş bir proje için Ardahan’dan Hakkâri’ye kadar bütün Doğu Anadolu coğrafyasında araştırmalarda bulunmuştum. Yolculuklarımda “Bu karda kışta ne işin var?” sorusuyla çok karşılaştım. İnsanların sordukları bu soru, aslına bakarsanız içinde çok şey barındırıyor. Kış ortasında onları ziyarete gelen birine sordukları bu sorunun kökleri, maruz kaldıkları ilgisizliğin yarattığı olumsuzluklara ve yıllardır doğu denince tüm ülkede yaratılmış olan politik algının içinde “öteki” olma durumuna kadar gidiyor. Yani sadece doğanın, kışın çetin şartları değil aynı zamanda sosyolojik durumların da ağırlığı var. Bahar ise kışa göre bir muştu, sevinçli bir haber, tıpkı doğa gibi bir yenilenme olarak karşımıza çıkıyor.
Batılı ile doğu arasında bir fark var gibi, batıdan gelenin içinde hep bir kaçma istediği, kalanda ise bir kıstırılmışlık hali. Yaşamanın bin bir zorluğu içinde düşlemek, görmek ve ardında bırakarak çekip gitmek, kalan için ve okur için dayanılmaz değil mi ya da biraz haksızlık olmaz mı?
Aslında “uzak”, “doğululuk ve batılılık” yaratılmış birer kavramlar. Bunu dünyanın her yerinde görmek mümkün. Bu kavramlar yerleşik söylem biçimleri, politik belirlemeler ve dayatılmış baskın kültürel yapıların yüklediği anlamları içinde barındırıyorlar. Yani bu algının dayandığı bir amaç var. Aşırı biçimleri de bizim sıklıkla tanık olduğumuz “inkâr”, “dil yasaklama”, “asimilasyon” gibi eylemlere dönüşebiliyor. Bu durum daha çok resmi tarih ve kültür tanımlarında kendisini daha da belli ediyor.
Pekâlâ, coğrafya kültürleri etkiler, kültürel farklılıklar vardır. Kültür her insanın evrene bakışını ve kendisini bu gezegende konumlandırışını belirler. Kitapta yer alan öykülerde geçen bu kavramlar bölgesel kıyaslamalarla ilgili değil. Yaratılmış olan algı heyulası içinde bireylerin ve anlatıcının içine düştüğü anlamsızlıkla ilgili. Kitapta edebiyatın sunduğu olanaklar tam da bana göre burada başlıyor. Benim için öykü akıp giden zamanın içinde, sonsuz insan hallerini ve tanık olma durumlarını taşıyan yaşamın bir kesiti. Bu tanıklık varoluşsal durumlardan, toplumsal farklılıklardan, geleneksel çatışmalardan hatta bireyin içine düştüğü çıkmazlardan oluşabilir. Bu anlamda kitaptaki çoğu öyküde geçen yaşantılara tanık olan anlatıcı aslında çekip gitmiyor. Tanık olduğu her şeyden etkileniyor, çoğu zaman kendi evreniyle çatışmalar yaşıyor ve içine girdiği yaşam kesitinden kendisini çıkarıyor.
Otel odasında asılı bir kilim. Çok tanıdık ve bildik bir fotoğraf. Okudukça bir anda resim canlanıveriyor. Ne kadar çok görmüş ve nasıl da unutmuşsuz. Ormanın içinde avlanmak için bir aslan bekliyor ve dışarıda başka bir orman. Kendi ormanımızda ne kadar güvendeyiz, teslim olmak gerçekten mümkün mü?
Benim de çocukluğumda sıklıkla karşılaştığım bir sahneydi bu. Yıldızlı Gece’deki ilk öykü “Lökofobi”de karşımıza çıkıyor tekrar. Lökofobi, psikolojide “beyaz renkten korkma” olarak tanımlanıyor. Öyküdeki karakter beyaz ve zorlu coğrafyada tanıklıklarının yorgunluğuyla psişik bir rahatsızlığın içine düşüyor ve sanrılar yaşıyor. Kendine gelmek için Bingöl Karlıova’da kapandığı otel odasının duvarında asılı duran duvar halısındaki hayvanlar onun sanrılarıyla canlanıveriyor.
Kimi zaman caddeden geçen askerlerin, araçların gürültüsü ve insanların rutin halleri odanın içinde yaratılan ormana farklı yansıyor, sonsuz döngüyü etkiliyor. Öykü biraz da bize sunulan hayat ile kendi benliğimizde yaşadıklarımız arasında süren çatışmaları temele alıyor. Sizin de dediğiniz gibi tam da güven ve teslim olmak gibi seçeneklere maruz kalan bir durum söz konusu. Yaşamı da sonsuz bir orman diye tanımlarsak, tüm farklılıklarımıza rağmen bir arada yaşamak gayet mümkün. Tabii dayatılan seçenekler olmadığında gerçekleşecek bir durum bu.
Geçmişte evlerde sıklıkla karşılaştığımız duvar halısı ise öykünün ana metaforu aslında. Halıya yüklediğim metafor ise kaynağını felsefeden, görüngübilimden alıyor. Şöyle bir tezden yola çıkarak oluşturduğum bir metafor bu; çocukluğumuzda karşılaştığımız, görsel ve imgesel dünyamızın oluşmasına olanak sağlayan ilk resim ya da fantazya geleneksel evlerimizde duvar halısı olarak çıktı karşımıza. Aslında yaşamlarının durağan olmadığını bildiğimiz hayvanların geleneksel motiflerle süslenip halılarda resmedilmesi düşsel evrenimizi oluşturan ilk imgelerdi bana göre. Evet, çok gördük ama bence unutmadık, hayal ve fantazyamızda hala bir yerlerde duruyor bu duvar halıları.
Görmek önemli bir eylem, Kilam öyküsünde dengbej’in görmeyen gözlerinin bakıp gördükleri ve masallara olan inancının büyüsü. Masalların içinde peri kızları, karcinleri… Bir yolculukta, sadece gidip görmek yetmiyor sanırım. Yolculuğun sonunda değişmek de lazım. Bunu nasıl başarabiliriz?
Kilam, Kürt sözlü geleneğinde bir anlatı türü. Anlatı, dengbejlerin dilinde masala dönüyor çoğu zaman. Yolculuklarımda tanıştığım dengbejler oldu. Onların misafiri olup masallarını dinledim. Bence hala hak ettikleri değer tam olarak anlaşılabilmiş değil. Tabii bu durumun politik sebeplerle birebir ilişkisi var. Kültürü yok saymayıp üzerinde yaşadığımız coğrafyanın en önemli taşıyıcısının da dil olduğunu idrak ettiklerinde bunu anlayacaklar. Yüzlerce yıldır sözlü gelenekle süregelen eşsiz anlatılar sayesinde Kürtçe var olmayı başardı. Kültürü zengin kılan şey de kuşkusuz dil. Çünkü Witgenstein’ın deyişiyle “Dil, dünyayı resmeder”.
Ayrıca doğunun sonsuz bir büyülü gerçekçi atmosferi var. Atmosfer bir yana büyülü gerçekçilik anlatılarda bile yerini bulmuş. Peri kızları, kışcini gibi insanüstü öğelerle sözlü kültürde sıklıkla karşılaşırız. Dikkatimi çeken başka bir anekdotu da paylaşmak istiyorum. Sözlü kültürde yer edinen bu tarz anlatıların çoğuyla başka yerlerde de karşılaştım. Özellikle doğanın resmedildiği, takvimlerin doğaya bakarak sözlü kültürle belirlendiği coğrafyalarda anlatılan hikâyelerin çoğu birbirine benziyor. Sadece adlandırmalarda farklılık oluyor.
Örneğin Sırbistan’da bile benzer anlatılarla karşılaşmıştım. Slav mitolojisine bir bakın Anadolu mitolojileriyle benzerlikler taşıdığını görürsünüz. Zaten binlerce yıldır sürmekte olan sözlü kültür söz konusu olduğunda nereye giderseniz gidin benzer anlatılarla karşılaşırsınız. Ben de öykülerin bir kısmında sözlü gelenekte yer alan insanüstü karakterlere bu nedenle yer verdim. Dediğiniz gibi gidip görmek yeterli değil. Gidilen yerde devam etmekte olan anlatılara, anlatılarda geçen kültürel öğelere kulak vermek gerek. O kültürü idrak etmek, insanın doğayla, toplumla, tarihle ilişkisini anlamak lazım. İşte o zaman değişmek mümkün olur. Yargılardan, üst dille bakılan perspektiflerden arınarak değişir insan.
Öykülerin içinde dolaşırken bir ezginin eşliğinde öyküyü okuduğumuzu fark ediyoruz. Gerektiğinde görkemli bir orkestraya dönüşüp hüzünlü bir ağıt yakıyor. Ölüler Ülkesi’nde Anuş’un hikâyesini bitirdiğimizde dinlediğimiz bu orkestra ile doğanın bu ağıtı arasındaki iç burukluğunu çok derinden hissediyoruz. Kötülüğün sıradanlığına doğanın bir ağıdı mı bu?
Doğa da dil gibi bence. Canlı, taşıyıcı, aktarıcı… Sayısız trajedilerin yaşandığı, üzerinde yaşadığımız doğada bu trajedilerden kalan binlerce iz var. Bazen trajedilerin izi Ermenilerden kalan harabe bir yapıda, terk edilmiş Kürt köylerinde, başka yapılara dönüştürülmüş Rum evlerinde kendini gösteriyor. Ermeni Anuş’u anlatan öykünün geçtiği coğrafyaya ve öyküye “Ölüler Ülkesi” ismini vermemin temelinde de geçmişte yaşanılan trajediler yatıyor. Böyle bir araştırma yapıldı mı, bilmiyorum ama sanırım dünyada farklı dillerde en fazla ağıt yakılmış ülkede yaşıyoruz. Kötülük de tarihin bir parçası olmuş. Anadolu, uygarlıkların beşiği diye anlatılır, sayısız kültürün gelip geçtiği yer olarak övünülür. Bana sorarsanız uygarlıkların buluştuğu yer övgüsü, kültürlerin yaşayıp yaşamadığı ile ilgili. Hiç olmazsa bu kültürlerden kalan izler korunuyor mu, buna bakılması gerek.
Öyküde doğanın bir orkestra gibi kar fırtınalarıyla, sert rüzgârlarla kendini göstermesi tam da dediğiniz gibi kötülüğün sıradanlığına yakılan bir ağıt. Böyle düşünmek kolaycılık olmaz, tam tersi bunu doğanın, trajedilere neden olan insanlara karşı bir öfkesi olarak düşünebiliriz.
Doğu Ekspresi öyküsü de bir yolculuk öyküsü, ancak gitmenin heyecanı yerine bir hüzün atmosferi hâkim. Ayrıca "batılısın, doğulu değil” sorularının bıraktığı bir ağırlık; “öteki “ olmanın ağırlığı. Haliyle insan, “neden yoldasın?”ın cevabını merak ediyor. “Öteki” misiniz?
İçinde tren yolcuğu geçen anlatıların çoğunda yolculuk doğudan batıya doğru gerçekleşir. Altmışlı, yetmişli yılların toplumcu gerçekçi anlatılarında, filmlerinde daha çok doğunun batı ile buluşması, geleneksel yaşamın kent yaşamıyla kesişmesi sonucunda bireyin içine düştüğü çatışma halleri bilindik kurgularla anlatılmıştır. Burada “öteki” hep doğudan gelen olmuştur.
Doğu Ekspresi öyküsünde bu durum tersine işliyor. Kendi varoluşunun peşine düşen karakter-kendisini batılı diye görmese de- yolculukta tanıştığı kişiler tarafından öteki olarak karşılanıyor. Onun yolculuğu aslında hem bir kaçış hem de bir arayış. Bireyciliği, kent yaşamını, kendisine dayatılan her şeyi geride bırakıp hiç bilmediği bir coğrafyaya gitmek istiyor. Yolculuğa çıkarken tek amacı, kendi varoluşunu tüm bu durumlardan yalıtmak ve kendine olan yabancılığıyla yüzleşmek olan karakter yolculuk boyunca tanıştığı insanların gözünde de başka bir yabancı olduğunu görüyor. Kendi yabancılığından kurtulmayı, kafasında dönüp duran bütün varoluşsal meselelerle bir başına kalıp hesaplaşmayı düşlerken bir anda kendisini başka hikâyelerin içinde, tanımadığı insanların hayatlarında buluyor.
Aslında bir yerde kaçışın mümkün olmadığını da öğreniyor. Eğer bir hesaplaşma, varoluşsal bir arayış söz konusuysa bunun kaçarak değil insanların, toplumun içinde gerçekleşebileceği sonucuna varıyor. Buradan baktığımızda bana göre kendi arayışında olan herkes bir yerde öteki. Yolculuk da bu yüzden benliğimizde ayrı bir imgeye sahip. Kaçıp gitmek, uzaklaşmak, bazı şeylerden kurtulmak, birçok şeyi geride bırakmak gibi anlamlar yüklüyoruz yolculuğa. Yıldızlı Gece kitabında yer alan öykülerin hepsinde böyle bir imge de gizli. Bu anlamada kitaptaki öyküleri bir araya getirirken salt yolculuk ve tanıklık fikrinden yola çıkmadım. Daha önce de belirttiğim gibi akıp giden zamanın içinde yaşamdan kesitler sunup bilinmeyen coğrafyalarda bu arayışın izini sürmeye çalıştım. (YK/NV)
Yıldızlı Gece, Mehmet Sait Taşkıran, Notabene Yayınları, İstanbul, 2016, 96 sayfa.