Yeni bir öykü kitabı önümüzdeki günlerde raflarda olacak. Ben çok heyecanlıyım. Çünkü Mahir Ünsal Eriş ilk kitabını okurken, yeni bir “yazar” bulduğumu fark edip, çok mutlu olmuştum. Kitabı bitirip kapağını kapattığımdan beri de ikinci kitabı beklemekteydim. Bu nedenle bu söyleşi özel bir söyleşi. Heyecanla beklediğiniz kitap çıkıyor ve siz yazarıyla kitap üzerine iki kelam ediyorsunuz. Bundan daha güzel ne olabilir ki?
İletişim Yayınları’ndan çıkacak olan kitabın adı “olduğu kadar güzeldik”.
Eğer Mahir’i tanımıyorsanız kısaca şöyle tanıtabiliriz kendisini. Mahir Ünsal Eriş 1980 Çanakkale doğumlu, Ankara’da yaşıyor. İlk öykü kitabı olan “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” bir yılını doldurmadan 4. baskısını yaptı. Çok konuşuldu, çok sevildi.
İkinci öykü kitabı piyasaya sürülmeden önce birkaç öyküsünü okuma ve üzerine sohbet etme fırsatı buldum, Mahir’le.
Buyurun keyifle okuyun…
‘Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’ adlı ilk öykü kitabın yayımlanalı daha bir yılı geçmeden ikinci öykü kitabın çıkıyor. Bu nedenle öncelikle tebrik ediyorum seni. Gerçi ben daha kitabin ilk öyküsünü okuduğumda bunu öngörmüştüm ama okura da her zaman güvenilmiyor. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Bekliyor muydun böyle bir ilgiyi? İkinci kitap hazırlıklarına başlamış mıydın tez elden?
Anlatacaklarım kafamdaydılar az çok. Ama hiçbir şey yazmamıştım. Aslında ne yapmam gerektiğini de tam bilmiyordum.
Henüz kitabı olmayan biri olarak yazarken, yazmak eylemi biraz kendi kendine konuşmak gibidir. Bir okur kitlen yoktur, belki de tek okurun sensindir. Daha önce de söyleştik seninle, ilk kitaplaşma sürecini az çok biliyorum. Her ilk kitabı yayımlanacak yazar gibi sancılı bir bekleyiş dönemi yaşamıştın sen de. Bu kez, yani ikinci kitap da süreç nasıl işledi? Artık seni tanıyan, tarzını bilen bir okur kitlen ve editörün varken yazmak seni sınırlandırdı mı?
Bunu dersem azıcık editöre haksızlık olur, azıcık da okuyana. Asıl mesele Ferhan Şensoy’un, “Yazmayı öğrendikçe güçleşiyor yazmak,” dediği mesele. Zorlaşıyorsa ondan oluyordur.
Okudukça, yazdıkça öğrenmek devam ediyor hep; bitmiyor ki. Ama şu da inkar edilemez tabii; ilk kitabın nasıl bir şey olacağını yalnızca ben merak ediyordum. Bunu benden başka da merak edenler oldu. Bu biraz işin heyecanını artırıyor. Yine de sınırlayıcı, biçimlendirici bir etki olduğunu söylemek yanlış olur bunun.
Sonuçta zaten, eninde sonunda, ancak kendin kadar yazabiliyorsun. Senden beklenen de senden çok uzakta bir şey olmuyordur herhalde diye umuyorum.
Yazma süreci bittikten sonraya gelelim, iki kitabı yan yana koyduğunda nasıl farklar var diyebilirsin?
Yenisinde daha az öykü var ama öyküler ilkindekilerden az daha uzunlar. Benim ilk kitabımdaki öyküler bloga konulsun diye yazılmışlardı, o yüzden de kısa tutulmuş, apar topar anlatılmış şeylerdi bana göre azıcık.
Bu kitapta ama, yer sorunum olmadığını hatırlattılar, daha uzun tuttum. İlk fark bu.
Annemin de okuyacağını bildiğim için daha az küfür ettim/ettirdim bunda mesela.
İkinci en temel fark bu. Kızıyor çünkü, “Anası babası terbiye vermemişler mi bu çocuğa diyecekler,” diyor. Fatura kendisine çıkmasın istiyor. Kitabın içindeki yazma çabasında da gözlemlenebilecek değişiklikler, farklar illa ki vardır ama bunun hakkında benim konuşmam doğru olmaz. Muradımı anlatmaya çalışırken televizyondaki bal satıcıları gibi görünmeyeyim durduk yerde.
Kaç öykü var kitapta?
Toplam sekiz öykü var.
Peki bu sekiz öyküyü yazarken ya da yazdıkların arasında seçimler yaparken nasıl bir yol izledin? Metinler arası temasal bir bütünlük ya da bir öyküden diğer bir öyküye yapılan göndermelerden bahsedebilir miyiz?
Bütünlük demeyelim de, hepsinin arasında bir ünsiyet var en azından. Hem bu kitaptaki öykülerin kendileri arasında hem de önceki kitapla bağ kurdurabilecek ayrıntılar var.
Bunu bir yazarcılık oynama numarası olarak görmemek lazım ama. Anlattığım insanlarla aramdaki samimiyetin bağlarını güçlendirmek için yapılmış ince hoşluklar. Onlara önce ben inanmazsam kimi inandırabilirim.
Şöyle bir sonuç çıkarıyorum: inanabildiğin öyküleri okumak istiyor ve dolayısıyla inanılır öyküler yazıyorsun. Doğru mudur?
Bilmem. Öykülere inanmak hoşuma gidiyor benim. Yoksa edebiyat başka ne işe yarar?
Bizi yaşadığımızdan başka bir hayat olabileceği ihtimaliyle teskin etmedikten sonra niye uğraşalım okuyacağız diye. Kolay inanabildiğim hikâyeleri okumayı daha çok seviyorum o yüzden. Yazarken de tesiri oluyordur ister istemez.
Buradan hareketle fantastik ögeleri hatta tümüyle fantastik metinleri inandırıcı bulmadığın gibi sevmediğin sonucunu da çıkarabilir miyiz?
Yok, çıkaramayız bence. Fanteziden, ütopyadan o kadar da hazzetmeyen bir okuyucu değilim çünkü. Edebiyatın kendisi başlı başına fantezi değil midir, öyle diyemez miyiz?
İnsanların bir gün sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz, bayraksız, ordusuz buluşabileceği bir dünyanın hayaliyle büyüdüm ben.
Dünyaya, hayata dair ne öğrendiysem hep bununla süzerek öğrendim. Şimdi nasıl olur da fantastik bir anlatıyı inandırıcı bulmayıp sevmediğimi söyleyebilirim. Ayıp olur.
Benim okuduğum öyküler genelde Bandırma ve Ankara eksenli öykülerdi. Öykülerde bu coğrafyayı seçmen oralarda büyümüş ve yasıyor olmanla ilişkili olsa gerek. ‘İnsan bildiğini yazmalı’ gibi bir tercihin mi var yoksa ileride seni farklı coğrafyalardan farklı kültürlerden bahsederken de görecek miyiz?
Var var, bu kitapta bile Samsun var, İstanbul var. Ama tabii çok doğru bir tespit yapıyorsun. Ben bildiğim, tanıdığım yeri anlatabilme cüreti bulabiliyorum ancak. Keşke o kudrete sahip olsam da bir St. Petersburg hikayesi anlatabilsem. Mesele sadece şehir de değil, dünya meselesi. Aşina olduğum dünyada anlatılacak o kadar çok şey var ki belki de o yüzden memnunum bu durumdan.
Bu kitaptaki karakterin bazıları bana ‘Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’de var olan karakterlerin hayatlarının devamı gibi, bazıları ise aynı öykünün yan karakterinin ana karakter olarak yeniden yazılması gibi geldi.
Mesela ‘Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’de çay bahçesinde sevgilisiyle konuşurken bayılan adam bu kitaptaki Feridun olabilir mi? Ya da ilk kitaptaki sevgiliye yazılmış mektubu bırakan hınzır hırsız bu kitapta ilk hırsızlık deneyiminde ortağına “Turgay yahu, köpeği de alsak mı? Kanım kaynadı it oğlu ite. Ben bakarım ona güzelce” diyen Macar dili öğrencisi olabilir mi?Y oksa ben gereğinden fazla mı hayal kuruyorum.
İyi yakalamışsın. Evet böyle devamlılıklar var ama olmayan bir devamlılığı da sen kurmuşsun mesela.
Yani demem o ki, hayal gücünü zorlamaya açık bırakılmış bağlar olabilir, görülebilir. Görülsün de isterim zaten.
Kitabın girişinde öykülerinden bahsederken “diğerleri ise yeni yazıldılar, annemle babam bana ‘aferin oğlum’ desinler diye” yazdığın aslında bir nevi ithaf bölümü var. Neden yazıyorsun demeyeceğim ama gerçekten de yazarken birilerini mutlu etme ya da birilerine kendini ispat etme gibi bir duygun oluyor mu?
Bunu birazcık da kitaptaki ilk öyküyle bağlantılı soruyorum. Sürprizi kaçmasın ama ilk öyküde ‘beklenmeyeni basarmış’ bir karakter çıkıyorkarşımıza.
Annem, babam, kardeşim beğensin, aferin desinler istiyorum tabii, ne güzel şey. Beni bir şey olayım diye okutmalarına mukabil, o şey olmayı beceremediğim için en azından biraz vicdanım rahatlıyor. Boşuna mı okuttuk hissi zayıflıyordur belki.
Bu insanın omzundaki yükü de hafifletiyor kuşkusuz. Hiç kimsenin desteği, devletin en ufak bir hamiliği olmaksızın, bir çocuktan insan yaratma mücadeleleri boyunca, maddi manevi ne zorluklarla karşılaştılar, ben hiç unutmuyorum çünkü.
‘benim adim Feridun’ adlı öyküde karakter şöyle diyor “Şu kadarcıktım en son geldiğimde, polis olacaktım o zamanlar, olmuş muydum? Düşündüm. Hoşuma gitmedi polis olmak, yakıştıramadım kendime.”
Bu kadar sıradan insanların hayat hikayelerinde çaktırmadan ‘aslında herkes biraz politik’ gibi bir mesaj alıyorum ben. Yanılıyor olabilirim elbette. Herkes biraz politik midir yasarken ya da yazarken?
Apolitik olmak, düzenin yarattığı bir yanılsama değil midir ki? İktidardan yana olmak, ondan yana olmasan bile yaptığı her şeye razı olmak apolitik bir duruş mudur?
Bir yerde bir suç işleniyorsa ona sırt dönmek de ondan yana politik tavır almaktır. Evet, bence herkes politiktir, evet, bence insan hayatta kalmaya çalıştığı her an taraftır. Ama oradaki hikayede sıradan vatandaşın devletten duyduğu huzursuz edici ürküntü de var azıcık, onu da düşünmek lazım. Salt politik bir duruş değil.
Metinleri önüme koyup karsılaştırmadım ancak okurken yeni öykülerinde karakterlerin iç dünyalarına daha fazla inerek, daha detaylı tahlil ettiğini düşündüm. Bu da okurla karakter arasında bir ünsiyet oluşmasına neden olmuş.
Sen yazar olarak dilsel bağlamda bir farklılık ya da yenilik görüyor musun kendinde? Bunun için özel bir caba harcadın mı?
Bilmem, bunun hakkında konuşmak bana düşmez sanırım. Ama çabalıyorum şüphesiz. Diyorum hep, ben anlattığım hikayelere kıymet veriyorum çok, iyi anlatılsınlar diye uğraşıyorum tabii ki.
Gelecekle ilgili planları sormadan olmaz elbette. Daha önce sırada bir roman olduğunu söylemiştin, halen ayni fikir de misin? Çalışmalara başladın mı?
Evet. Çok istiyorum roman yazmayı. Başladım da çalışmalara. Azıcık ön çalışma yapmam gerekti fakat. O yüzden yazmaya geçemedim henüz. Ama sadece romanla uğraşırım nasıl olsa bundan sonra diye acele ettirmiyorum kendimi.
Zamanı gelince kendi kendini yazdıracağına güveniyorum belki azıcık. Ama önümüz yaz şimdi. Güzelim yazda da oturup roman yazarsam yaşlanınca nasıl “yaşadım” diyebileceğim.
Çok teşekkür ederim Mahir. Hem cevapların hem de okur olarak bizlere bu şöleni sunduğun için.
Ben teşekkür ederim.
*
Başta da belirttim ya küçük bir söyleşi oldu. Kitap bir çıksın hele, elime alıp kokusunu duyarak okuyayım daha çok sorum olacak Sevgili Mahir’e.
Size önerim “olduğu kadar güzeldik” i alırken eğer henüz edinmemişseniz “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde”yi de alın ve hatta onunla başlayın.
Ve Mahir’in öykülerinde yaşayan o güzel insanların kedere batırılmış neşeli dünyalarında uzun bir seyahate çıkın. Biliyorum siz de çok seveceksiniz. (SK/YY)