Oya Baydar’la Can Yayınları’ndan 2016'da çıkan kitabı Surönü Diyalogları’nı, Diyarbakır’daki yıkımı, Suriçi’ni konuştuk.
Surönü Diyalogları, insanların yıllarca içlerinde biriktirmiş oldukları acıların tanıklığı mıdır?
Surönü Diyalogları, yıkıma ve zulme yakın tanıklığın verdiği acı, çaresizlik ve suçluluk duygusuyla, kişinin kendisiyle yüzleşme ve hesaplaşması olarak okunmalıdır. Söz konusu yıkım, 2015 sonbaharında Güneydoğu’da Kürtlerin yoğun yaşadığı merkezlerde başlayan çatışmalar sonucunda devletin bölgede yürüttüğü acımasız bastırma operasyonları sırasında yaşandı. Cizre, Nusaybin, Yüksekova ve Diyarbakır Sur, yıkımın, ölümün, acıların en sert yaşandığı merkezler oldu. Diyaloglar, biri Batılı Türk diğeri Diyarbakırlı Kürt iki insanın bu acılarla, birbirleriyle ve kendileriyle yüzleşip hesaplaşmalarını yansıtıyor. Kuşkusuz bu hesaplaşmanın arkasında yılların acı deney ve olaylarının birikimi var.
İnsani sorumluluk ırksal, dinsel, mezhepsel aidiyetlerden ayrı düşünülemez mi?
İnsani sorumluluktan kastınız, insanın hemcinslerine ve insanlık alemine duyduğu sorumluluksa, ancak ırksal, dinsel, mezhepsel, cinsel, kültürel, vb. her türlü aidiyetin eşitlenmesi ve aşılmasıyla mümkündür. Kendine benzeyenlere, kendisi gibi olanlara, kendi ailesine, kendi vatanına karşı yakınlık ve sorumluluk duymak insani bir durumdur, kaçınılmazdır ama bu sınırlar aşılıp da bütün insanlara, bütün insanlığa yönelmedikçe hem güdük kalır hem de ötekileştirmeye, ayrımcılığa, giderek de çatışmacı duygulara, nefrete, ötekini yok etmeye varır.
Hepimiz, gelmiş geçmiş bütün kuşaklar, bir yıkımın tanığıyız. Geçmiştekiler, şimdikiler, hatta gelecektekiler… Kimsenin aklanmadığı bu yıkımda en büyük suç nedir?
Ötekini kendine benzetme, benzetemediği zaman ezme, yok etme güdüsüyle işlenen insanlık suçu. İnsanlar bu suça muktedirlerin kin ve nefret söylemiyle teşvik edilirler. Suçun esas faili, insanın içinde uyuyan şiddeti ve vahşeti iktidarlarını korumak uğruna körükleyen egemenlerdir. Ama “öteki”ne zulmeden tekil insan da masum değildir. Sözünü ettiğiniz yıkımlarda yıkma emrini veren de, emri yerine getiren de, karşı çıkmayıp suskun kalan da suça ortaktır.
“Sur, kadim Diyarbakır’ın kalbidir”
Sur’un hemen yakınında tarihi dokuyla hiç ilgisi olmayan bir kent yükselmekte. Sur, yer yer yıkılıp gönülsüzce bu kenti büyütüyor. Kentler büyüdükçe de insanlar sessizleşiyor. Sessizliği sadece korku mu besliyor?
Sur, kadim Diyarbakır’ın kalbidir, şehrin kurulduğu yerdir, yüz yıllar, hatta bin yıllar boyunca şehrin merkezidir. Ama kentin surdışına taşması yeni değil, özel bir durum da değil. Nüfus artışı, sanayileşme, ekonomik büyüme ile birlikte dünyanın ve Türkiye’nin her yanında modern kentler surların dışına taşar zamanla. Kimi yerlerde tarihi doku iyi kötü korunmaya çalışılır, kimi yerlerde de yeni şehir eskisini yutar ya da turistik merkeze dönüştürür.
Diyarbakır’da özel bir durum var. Suriçi, bir yandan geleneksel mimarinin, geleneksel mekanların, yüzlerce yıllık yapıların ve otantik yaşamın cıvıl cıvıl sürdüğü, şehre ruhunu kazandıran bölgeydi. Aidiyet ve kimliklerin en vurgulu biçimde yaşandığı, genç kuşakların başkaldırı bilincinin en yüksek olduğu yerdi. Vahşice, acımasızca yıkılmasının nedeni bu kimlik bilincinin ve direnişinin yok edilme çabasıydı. Zorbalıkla yürütülen bir asimilasyon…
Sur’un pek çok mahallesi yerle bir oldu, pek çok bölgesi, sokağı barınılamayacak şekilde yıkıldı. İnsanlar mecburen ve zorla evlerini, mahallelerini terk ettiler; başka bölgelere, şehir dışında yeni kurulan yoksul mahallelere ya da TOKİ konutlarına yerleştiler. Son 40 yılda çok genişlemiş, değişmiş olan kent şimdi özgün dokusunu, ruhunu yitirerek biraz daha büyüyor ve kendine yabancılaşıyor.
Yerlerinden yurtlarından kopmak, dağılmak, bölge insanlarının suskunluğunun bir nedeni kuşkusuz, ama sessizliği asıl besleyen geçirmiş oldukları ağır travma. Onlar şimdi sessiz çığlıklar atıyorlar.
Halkların varolma mücadelesinde şiddetten başka bir çözüm yok mudur?
Kuşkusuz vardır ve olmalıdır. Şiddet halkların hak ve özgürlük mücadelesinde barışçı yöntemlerden umudu kestiklerinde başvurdukları yoldur. Ne yazık ki çoğu kez kaçınılmaz hale gelir çünkü egemenler bu hak ve özgürlükleri barışçı yoldan tanımaya yanaşmazlar. Yine de kanın kanla yuğulamayacağını, barışçı siyaset ve yöntemlerin sonuna kadar zorlanması gerektiğini, bu konuda hepimize iş düştüğünü düşünenlerdenim.
“Unutmak üzerine kurulu bir barış sağlam olmaz”
İnsan, ürettiği acıları bir yandan iliklerine kadar duyumsarken, öte yandan yaşadıklarını unutan bir canlıdır. Sur, Cizre, Nusaybin… Unutmak barış için kabul edilebilir bir tutum mu?
Acılar unutulmaz, derinlere gömülür sadece ve cerahatli bir yara gibi işler durur. Unutmak üzerine kurulu bir barış sağlam ve kalıcı olmaz. Yara temizlenmeden, yani çekilen ve çektirilen acılarla yüzleşip, hesaplaşıp ödeşmeden varılan barış kırılgan bir rıza ve sessizlik halidir. Savaştan iyidir ama yara her an yeniden açılabilir.
Anadolu’da ve Mezopotamya’da ölümün kendi anlamını aşan bir havası var. Her ölü bir başka insanın gövdesine eklemleniyor gibi. Ölüm intikamı güçlendiren bir gerçeklik mi?
Sadece Anadolu’da, Mezopotamya’da değil bütün kadim halk ve kültürlerde -ki onların çoğu acılı halklardır- ölüm kendini aşan bambaşka anlamlar kazanır. Hele de ölümler savaş ve zulmün sonucuysa geride kalanlarda intikam duygularını beslemesi kadar doğal ve insani bir şey yoktur. Bu anlamda ölüler dirilerin yaşam umudunu, yaşam mücadelesini ve direniş ruhunu besler. Şehitliğin yüceltilmesinin, savaşta ölenin kahramanlaştırılmasının nedeni de budur.
Edebiyat ötekileştirmeye karşı en güçlü ifade biçimidir, diyebilir miyiz? Ya da bütün yok etmelere karşı direnmenin estetik dili nedir?
Sözünü ettiğiniz estetik dilin yakalanması sanatın ve edebiyatın temel sorunu ve amacıdır. Genel olarak sanatın, özel olarak da edebiyatın ötekileştirmeye karşı en güçlü ifade biçimi olduğuna inanıyorum. Ötekileştirmenin ilacı Öteki’ni tanımaktır, onu anlamak, onunla zaaflarıyla erdemleriyle, kusurlarıyla sevaplarıyla insan paydasında buluşabilmektir. Gözünün içine baktığımızı, elini tuttuğumuzu, acısına birlikte ağladığımızı, sevincini içinde duyduğumuzu severiz ancak. Edebiyat bu yakınlaşmayı ve tanışmayı sağlayan araçtır. (DT/ÇT)
* Surönü Diyalogları, Oya Baydar, Can Yayınları, 2018, 128 sayfa.