"Öte Geçeler’i çoğunlukla Doğu’da yazdım. Otostop çekerek şehir şehir dolaştım, Mardin, Diyarbakır, Batman…" diyor Firat Demir. "
Daha önce şiirlerini "Yeni Cüret Çağı" (Komşu Yayınları 2012) adlı kitabında toplayan Fırat Demir,160. Kilometre Yayınları'ndan çıkan yeni kitabına "Öte Geçeler" adını vermiş.
Demir şimdiki zamandan, kimlikten, cinsellikten, varoşlardan, oradan çıkıp şehre karışanlardan bahsettiği kitabı hakkında sorularımızı yanıtladı.
Kitabın adından başlayalım. “Öte Geçeler” demişsin. Geçe ne anlama geliyor; bir söz oyunu var sanırım? Bu adı seçme nedenin nedir?
Öte geçe, karşıda görünüp de yanına gidilemeyendir. Geçe, çünkü taşınma halinin devam ettiği, bitimi olmayan bir hareket demek oluyor öte geçeye ulaşmayı denemek. Yas duygusu gibi biraz. Yas tutarken ölüm ile yaşam arasındaki döngü içerisinde salınırız.
İki yaka arasına, mesela iki köy arasına dağ girer, nehir girer, orman girer, bir uzaklık girer ve karşısı, ulaşılmaz olur. Öte geçeyi seyreden insan kendisini ulaşılmaza karşı hizalamıştır. Eğer hareket etmezse, seyrettiği cazip bir bilinmezliktir. Yola çıkmaya cesaret ederse, bir delidir. Öte geçeye varırsa da, o artık bir kayıptır.
Edebiyatta “yol romanı” kavramı bilinir yol şiiri sanırım çok bilinmiyor en azından ben çok duymadım. Nasıl bir şiir biçimidir bu? Alt türdür diyebilir miyiz?
Bir alt tür aramadım ama kitabı bir yolculuğun şekillendirdiği doğru. Zaten kitabın kendisi de durmadan bir şeylere doğru uçuşuyor. Göç yollarındakiler, çölde ilerleyenler, büyücü kadının kapısına koşanlar hep bir “ulaşma” yolcuğunun peşindeler. Kimisi ölü sevgilisine ulaşmak istiyor, kimisi de evine.
Bir de şu var: Yaşantımın izlerinin şiire düşmesini seviyorum. Yaşam, dile ve imgeye somutluk katıyor. “Öte Geçeler”i yazmadan önce çok mutsuzdum. Kendime bir iş bulup anne evini terk etmiştim ve dışarıyla ilk gerçek karşılaşmam ben de büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Şimdinin dili bana yetersiz ve yapmacık geliyordu. Sanki o dille bir kitap daha yazsam üzerime cuk diye oturacak rolü ben hazırlamış olacaktım. Şimdiye dair bu soğuma benim yola çıkışımdan önce dilimin, zihnimin geriye doğru dönüp bakmasına, hatta yönünü tamamen geçmişe çevirmesine neden oldu. Mesela bir sonraki yolculuk öykümde pekala geçmişten tekrar şimdiki zamana çağıracağım zihnimin öyküsü olabilir.
Otostopla Kürt coğrafyasını gezmişsin? Bu seçimin nedeni nedir?
Şehirde büyümüş bir Kürt olarak Kürtçe benim için zapt edemediğim ikinci bir varlık gibiydi, bir görünüp bir kayboluyordu. Dil bana bir görünüp bir kaçarken yapayalnız büyüdüm. Sert devlet okullarında, adım Fırat diye beni dövmeye çalışan öğretmenler, 70 kişilik sınıfı dolduran çoğu milliyetçi diğer erkek öğrenciler arasında “efemine”, parasız, kitapla edebiyatla ilgilenen biri olarak çok sıkıntı çektim. Sanırım benim şiirimin gerçekleştirmek istediği şeylerden biri de bu: yapayalnız olana tek başına kalma gücü vermek. Bu tek başınalık gücünü bulmak için Suede, David Bowie filan dinleyip yırtık pırtık deri ceketler giymeye başladığımda tabii ki babayla da savaştım. Ama bu kısa sürdü çünkü benimkisi daha çok estetik bir öneriydi. Üzerime hazır bir elbise geçirirsem normalleşirim, sakinleşirim, ne bileyim ders çalışıp öğretmen olurum filan zannediyordum. Çok okuyup iyi bir meslek sahibi olacak ve içine düştüğü ekonomik cendereyi aşacak bilinci yüksek Kürt genci beklentisi içerisinde benim arayışlarım yoktu. Bir süre de bu beklentiyi çürütmek için elimden ne gelirse yaptım. İlk şiir kitabım basıldığında artık işlediğim suç belgelendi diye çok sevinmiştim. Fakat bir sonraki hesaplaşmanın da tüm bu güncel soru ve cevapların yeterliliğiyle ilgili olacağını da ta o zaman sezmiştim. İlk şiir kitabım “Yeni Cüret Çağı”nda yer alan “Kürdistan’da Bir Cumhuriyet Balosu”ndaki şiir bitmişti. Daha fazla aynı insanların yanında kalmak istemiyordum. Sonra sezgilerim haklı çıktı ve içimde ölülerin bugün hakkında bizden daha fazla söz sahibi olduğuna dair bir inanç yayılmaya başladı. Kürdistan’a kendi kimliğimin damgasını bulmak için değil, büyük bir acı içerisinde “soyutlanan”, “kimliksizleşen” insanların kayboluş hissine ortak olmak için gittim.
Sözlü tarihin taşıyıcılarının dili şairanedir, ritmi vardır, ezberlenmesi tekrarlanması kolaylaşır zaman içinde. Gezin sırasında bu anlatılar seni nasıl etkiledi?
Anneannem ölmüşleri için yaşardı. Güzel bir yemek yapsa, ölmüşlerinin canı için komşularla paylaşırdı, eve çöken ağırlık ölülerin can sıkıntısıydı ya da derdini ilk ölülere anlatırdı. Anneannem gibi ölülerle konuşabilmek için önce kendi sesimi bastırdım. Mesela otostopla bindiğim her arabaya bir önceki arabanın şoförünün ismini kendi ismim gibi söylüyordum. Bir süre sonra gerçek ismimi unuttum. İsmini unutmuş birisi olarak tüm hikayelerin ortasında her şeyi yutan bir karadelik gibiydim. Kulağıma çalınan her sesin peşine düşüyordum. Bu sesler bazen bir Alevi gülbankından geliyordu, bazen kocasını dağda kaybetmiş bir kadının türküsünden, bazense köyün inandığı bir batıldan.
Şiirini oluşturan kaynaklar neler? Bu yolculuk aynı zamanda kimliğinin kaynaklarına bir yolculuktu diyebilir miyiz?
Kimliğimi değerli kılıp insanların başına kakacak değilim. Ben gerçekten yapayalnız olana ilham vermek istiyorum. Evet, “Öte Geçeler” kimliğe dokunmaya çalışıyor ama aynı zamanda Yunan mitolojisiyle de konuşuyor, Ezra Pound sonrası Amerikan şiiriyle de iletişime geçebiliyor ya da antropolojik bir tavırla kimlik üzerinde biriken kolektif bilince sığınabiliyor. Kimlikten çok kimleri anlattığı önemsiyorum.
“Öte Geçeler”in temel kaynaklarından biriyse, kadınların ölüleriyle kurdukları ilişki biçimleri. “Öte Geçeler”deki çoğu şiir ölümün ardından konuşan bir kadının ağzından yazıldı. Kadınların ölüme müdahale etmek istedikleri zamanların dökümlerini topladım: büyüler, muskalar, cin hikayeleri. Yalnızca ölüm için gözükmüyor bu inanışlar. Kadınlar büyüyü gündelik hayata çeki düzen vermek için araçsallaştırıyorlar. Kadınların kendi aralarındaki bu mırıltının sesini duymaya çalıştım. Bu ses en çok yas duygusunda belli oluyordu. (HK)