Rapor, daha önce hiçbir aday ülke için söz konusu olmayan bir yaklaşımla, üyelik müzakerelerine başlamak için Türkiye'ye "şartlı evet" diyor. Üstelik bu müzakerelerin, "doğası gereği ucunun açık" olduğu da özellikle vurgulanıyor. Yani, "pazarlıklara başlamak üyelik anlamına gelmez" deniyor. Daha da önemlisi, müzakere sürecinde bir sorun çıkması halinde, herhangi bir üye ülkenin isteğiyle görüşmelerin "askıya alınabileceği" belirtiliyor. Üstelik böyle bir karar oy birliğiyle de değil, "nitelikli çoğunlukla" alınabilecek. Yani bir üye, bu trajik yolculuk sırasında imdat frenine asıldığı zaman tren duracak.
Raporun geniş yığınları ilgilendiren yanına gelince; işgücünün serbest dolaşımına kalıcı engel konulacak. Yani sermaye ve mallar transparan sınırlardan serbestçe geçecek, ama kapağı Avrupa'ya atmaya çalışan işçi ve işsizlerin bu hakkı olmayacak. Rapor bu yanıyla, Türkiye'ye aday üyelik statüsünün tanındığı Helsinki kararlarıyla bile çelişiyor. Ortada açık bir oryantalist aşağılanma var.
Pirus zaferi
Gel gelelim, 7 Ekim günü yayımlanan Türk gazetelerinin (Cumhuriyet ve bir iki küçük gazete hariç) neredeyse tamamı "zafer" çığlıklarıyla çıktı. Tam üyelik için görüşmelere başlanıp başlanmayacağına ilişkin nihai karar 17 Aralık 2004'te toplanacak AB zirvesinde verileceği halde, Türkiye'nin 200 yıllık batılılaşma rüyasının gerçekleştiği şimdiden ilan edildi. Oysa, 17 Aralık zirvesinde koşulların daha da ağırlaştırılması ihtimali hiç de az değil. Ancak, necip Türk medyasına ve entelektüel hayatına egemen olan yeni ıslahatçılık, büyük bir cambazlıkla önümüzdeki fotoğrafla oynamaya çalışıyor.
Komisyon raporu kuşkusuz AB zirvesinde alınacak karara zemin oluşturacak. Yani 17 Aralık'ta da sürpriz beklememek gerekiyor. Ancak bilinmelidir ki, kamuoyunda haftalardır estirilen havaya karşın ortada bir "zafer" olmadığı gibi, gerçek bir pazarlığın yürütüldüğü de kuşku götürür. Türkiye'yi yönetenler ellerindeki hiçbir kozu masaya sürebilmiş değil. Eğer bir zaferden söz edilecekse,bu ancak bir 'Pirus zaferi' olabilir; yani yenilgiden daha beter bir zafer. Eldeki tablo budur.
Kritik tarih, yani 17 Aralık yaklaştıkça, çekirdek AB ülkelerinin tavrı da giderek daha netlik kazanacak. Değer taraftan, sanılanın ve büyük medyanın yarattığı yanılsamanın aksine işlerin hiç de kolay olmadığı ortaya çıkacak. Çünkü, Türkiye'yi kaybetme korkusu dışında AB'nin aslında başkaca bir kaygı taşımadığı ortada. O nedenle, 10-15 yıllık bir süre için Türkiye'yi "terbiye edilmek" üzere AB kapısına bağlamış oldular.
Avrupa'nın müzakere silahı
Gezeğenin paylaşılması mücadelesinde gerçek güçlerden (operasyonel askeri kapasite, ortak güvenlik sistemi, bütünlüklü ve etkin dış politika, insan kaynakları vb.) yoksun olan Avrupa, elindeki yegane aracı kullanıyor; müzakere... Yani sermaye çevreleri için serveti, kitleler için de refahı paylaşma ihtimalini sunuyor... Türk sermayesi işte bu "servetin paylaşılma ihtimalini" seviyor. Akıl tutulmasına uğrayan necip Türk milleti de refahın paylaşılma ihtimalini.. Geriye sağı ve soluyla alık liberallerimiz kalıyor. Eh, onlara da demokratikleşme ve insan hakları kafi geliyor.
Oysa, "demokratikleşme" bu büyük sermaye entegrasyonunun hukuki çerçevesi, oyunun kurallarıdır. Bu hukuki zemin, sistemin bekası için en emin, güvenli ve istikrarlı yoldur. Çünkü, eşitlik ve özgürlük yanılsaması yaratır. Toplumdan sürekli ve sistematik olarak tazelenmiş bir ideolojik onay alınır ve hegemonya için rıza üretilir. Burada söz konusu olan kitlelerin hak ve hukuku değildir. Onlar birer aksesuar, fonda martıdır, o kadar. Yani, çalışanların hayat standartlarının yükseltilmesi, işçi sınıfının sendikal hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi, uzun toplumsal mücadeleler ve sosyalizmin baskısıyla elde edilen sosyal devlet kazanımlarının korunması ve tarımsal üretimin geleceği, ne rapor ne de "kriter" konusudur.
Diğer taraftan, Batılı oryantalistler karşısında tipik Doğulu komplekslere sahip olan -ki bu aşağılık kompleksidir- toplumsal hak ve özgürlükler için, bu topraklarda yürütülen mücadeleyi ve bunun etkisini hiç görmeyen bir yerden sorunu ele almakta ısrar ediyorlar. Siyaset bilimi ve tarih bilgisinden bihaber bir cehaletle "jakobenizm" eleştirisi yapanlar, AB sopasıyla yukarıdan aşağıya "demokratikleşme" rüyası görüyorlar. Sendikaların, meslek örgütlerinin, solun, işçilerin, memurların, kadınların gençlerin, Alevilerin, Kürtlerin yani yakın geçmişte toplumun ve tarihin vicdanı olan güçlerin mücadelesini yok sayıyorlar.
AB Türkiye'yi niye öptü?
Gelinen aşamada, sadece entelektüel bir ilgi nedeniyle değil, toplumsal sorumluluk gereği de AB'nin Türkiye'yi niye öptüğünü biraz düşünmek gerekiyor. Nedeni çok açıktır; bütün yapısal sorunlarına karşın Avrupa'nın 5. dünyanın ise 17. büyüklükteki ekonomisiyle, her türden geriye çekici girişimlere ve "karşı devrimci" saldırılara karşın (tamamlanmamış olsa da) Cumhuriyet aydınlanmasının yarattığı modernleşmesiyle, daha da önemlisi bölgesindeki en güçlü ordusuyla Türkiye, Avrupa sermayesi için kolaylıkla gözden çıkarılabilecek bir ülke değildir. Türkiye'yi kaybetmek, dünyanın en büyük enerji havzasını ve Avrasya'yı da kaybetmek, başka bir ifadeyle büyük oyunun dışına düşmek demektir.
Evet ama, aynı Türkiye'nin büyük ekonomik, toplumsal, kültürel, dinsel ve etnik sorunları da var. Nüfusu fazla kalabalık, işsiz sayısı yüksek ve halkı fakir. Kıta oligarşisi, Türkiye'nin bütün bu sorunlarını Avrupa'ya ihraç edebileceğinden çekiniyor. AB, böylesine pozitif ve negatif büyüklüklere sahip bir ülkeyi hazmedebileceğinden kuşku duyuyor. Yüzyıllarca dünyanın yağmalanması sonucu zenginleşen ve bencilleşen Batılı beyaz adamın refahı paylaşma ihtimali karşısında ödü patlıyor.
Burada şu fakirlik meselesini kısaca ele almakta yarar var; evet Türkiye'de 14 milyon civarında insan açlık sınırında yaşıyor. Nüfusun yüzde 20'si de Belçika ortalamasına sahip bir hayat standardında yaşıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik bir uçuruma dönüşmüş durumda. Özalist politikaların bir sonucu olarak, sosyal güvencelerden yoksun ucuz işgücü ve kayıt dışı ekonomi yeni bir sermaye birikim modeli olarak son 20 yıldır benimsenmiş durumda. Ancak, söylendiği gibi, kişi başına düşen milli gelir 4 bin dolar civarında da değil. Ekonominin yüzde 60'ına yakınının kayıt dışı olduğu düşünülür ve satın alma paritesi esas alınarak bir hesaplama yapılırsa, kişi başına düşen milli gelirin 6 ila 8 bin dolar arasında olduğu anlaşılacaktır. Nitekim Dünya Bankası'nın reel milli gelir hesaplamaları da bu rakamı vermektedir.
AB'nin Amerika korkusu
Türkiye'nin AB'ye üye olması halinde, birlik içindeki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) etkinliği ve denetiminin artacağından korkuluyor. Bu haklı bir korkudur. İngiltere'den sonra bir de Türkiye gibi büyük bir ülkenin AB'ye girmesi -ki Türkiye İtalya'dan farklı olarak iktidarlar değişse de yarım yüzyılı aşkın süredir istikrarlı bir amerikancıdır- AB içindeki Amerikan etkinliğini zirveye taşıyacaktır. ABD, Türkiye'nin üyeliğiyle AB'yi Batısından ve Doğusundan parantez içine almayı hesaplıyor. Almanya ve Fransa başta olmak üzere çekirdek AB ülkeleri durumun farkında.
Dikkatli gözlerden kaçmamıştır; Washington başından beri Türkiye'nin AB üyeliğini destekliyor. Desteklemekle de kalmıyor, Avrupa başkentlerine baskı yapıyor, lobi faaliyeti yürütüyor, hatta tehdit ediyor. Hatırlanacağı gibi, bu yaz İstanbul'da yapılan NATO zirvesi sırasında Fransa Cumhurbaşkanı ABD'yi Avrupa'nın içişlerine karışmak ve tehdit etmekle bile suçlamıştı. ABD yine lobi faaliyeti yürüttü. Avrupa başkentlerinden haber geçen gazetecilerin bildirdiğine göre ABD bu kez "diplomatik üsluba ve nezaket kurallarına dikkat ederek" yaptı bu işi. Sızan bilgilere bakılırsa, Başkan Bush Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice ve Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı doğrudan "bu işle" görevlendirdi. ABD'nin bu göz yaşartıcı çabasının arkasında gerçek bir nedenin olduğu açık belli; AB'nin görünür gelecekte karşısına küresel bir rakip olarak çıkmasını engellemek..
Öte yandan, AB'nin pilot kabinini oluşturanlar yine aynı nedenlerle Türkiye'yi yanlarına çekmek, hiç değilse kontrol etmek istiyorlar. Çünkü, ABD'yi yöneten çete (yeni muhafazakârlar) Afganistan ve Irak'tan sonra İran'ı da işgal, rejim değişikliği veya başka bir yoldan (örneğin tesislerini vurmak) ele geçirmeye hazırlanıyor. Bunun gerçekleşmesi halinde, Rusya'dan sonra Amerikan denetimi dışında petrol üretimi yapan ikinci büyük ülke konumundaki İran'da kaybedilmiş olacak. Böyle bir ihtimal, petrolle ilişkisi diyaliz makinesine bağlı bir böbrek hastası gibi olan Avrupa için kabus demek. Dolayısıyla Türkiye'yi kaybetmek, bölgeyle bütün fiziki bağlarını yitirmek ve denklemin dışına düşmek anlamına geliyor. Yani ortada AB için tam bir açmaz var.
Aralık sonrası sürprizlere açık
AB İlerleme Raporu'nun yol açacağı en önemli sonuç, 17 Aralık'tan sonra Türk iç politikasında yaşanacaktır. Bir yön ve program farklılaşması yaşayan Türkiye elitinin iç dengeleri değişebilir ve siyasal güçlerin yeni bir dizilişi gerçekleşebilir. Çeşitli kombinasyonları bulunmakla birlikte, bu yön ve program farklılaşmasını ulusalcı ve entegrasyoncu (batıcı, Amerikancı) güçler diye kabaca ikiye ayırmak mümkün.
İslamcısı, sağcısı, liberali ve sermayedarıyla entegrasyoncu (küreselleşmeci) güçler daha örgütlü ve inisiyatifi ele geçirmiş durumdalar. Ulusalcılar ise dağınık ama, hayli etkili bir konuma sahipler. Bugüne kadar AB sopasıyla karşıtlarını sindiren ve etkisizleştiren entegrasyoncu güçlerin -ki AKP bu sınıfın Amerikancı kanadını temsil ediyor- açıklanan rapordan sonra pozisyonlarını koruyabilecekleri kuşkulu. Bu nedenle, büyük bir telaşla ortaya çıkan sonucu bir "zafer" olarak göstermeye çalışıyorlar. Tanzimatçı bir kafa ve ahlaka sahip büyük medyanın insana artık "pes" dedirtecek tek sesliliğinin ve dezenformasyonunun nedeni de bu.
Hükümetin geleceği
İktidar gücünü esas olarak Batı'dan alan, bütün politik projesini AB üyeliğine endeksleyen, düşük yoğunluklu İslamizasyon hedefini bu proje içinde saklayan AKP, iktidarını şimdilik kurtarmış görünüyor. Şartlı da olsa AB'nin "evet" demesi, kısmi bir rahatlama yaratmış durumda. Tersi olsaydı, AKP hükümetinin bir yıl daha iktidarda kalması mümkün değildi. Ancak, AKP paçasını tamamen kurtarabilmiş de değil.
Çünkü, AB İlerleme Raporu'nun dikkatli bir okuması, Türkiye için (müzakere süreci başarıyla tamamlansa bile) bir tür "ikinci sınıf üyelik" ya da "özel statü" öngördüğünü ortaya koymaktadır. Üstelik 10-15 yıllık sürenin sonunda bile işgücünün serbest dolaşımı gerçekleşmeyecektir. Bu durumda AKP'nin AB havucu ile toplumu daha fazla denetlemesi çok zor olacaktır. Bu durumda, AKP'nin en önemli güç kaynağını yitirmeye başlayacağını öngörmek mümkün.
Bu nedenle 17 Aralık'tan sonra erken seçim de dahil, çeşitli olasılıklar güç kazanacak. Bir yandan AKP, arkasına aldığı "rüzgarı" yitirmeden seçime girerek 5 yıllık yeni bir iktidar dönemini garanti etme yolunu seçebilir. Diğer yandan, ortaya çıkan fotoğrafın kadrajıyla oynayan AKP durumu kurtaramaz ise parlamento içinden ve dışından, ucu parçalanmaya kadar giden şiddetli bir baskıyla karşı karşıya gelebilir. Şimdilik ilk olasılık daha güçlü gibi görünmekle birlikte, ucu bir sürece girildiğini söyleyebiliriz.
Evet, Türk merkez sağının, ılımlı İslamcıların (yeni muhafazakârlar) ve sermayenin AB üyeliğini neden destekledikleri belli. Peki ya sol? Hem ülke hem de benim için (daha çok benim için) asıl önemli olan bu durumu, AB ve Türk solunda yeni ıslahatçılık konusunu gelecek yazıda ele alacağım.(MY/BB)