Halep üzerinden Şam'a gidecek uçağımız bir anda sis nedeniyle Halep'e inemeyip Şam'a devam edince bütün programımızın alt üst olacağını düşündük. Fakat iki saat içinde Şam'dan Halep'e bir iç hat seferiyle ulaştırıldık. Şam havaalanına iner inmez en çok dikkati çeken havaalanının sıcaklığıydı. Daha sonra dikkatimizi cezbeden baklava türevlerini burada saymayacağım. Bir de reklam panosu vardı ki, gerçekten görülmeye değer. Avrupa ve Afrika kıtaları ile Arap Yarımadası'nın göründüğü üç dünya küresini hokkabaz misali iki eliyle çeviren beyaz entariler içindeki bir Arap erkeğiydi panodaki. Aynı panoda bir kadın olsaydı nasıl bir etki yaratırdı ya da bir kadının o panoda yeri olabilir miydi, dünyayı 'parmağının ucunda oynatan' bir kadın modeli orada nasıl dururdu? Reklama göre en iyi ses kalitesini sağlayan Suriye'nin GSM operatörünün reklamıydı bu.
İki saat içinde vardık Halep'e. Böylelikle sabaha karşı vardığımız Halep'ten otobüsümüze binip başladık Suriye'nin çöllerinin içinden ilerlemeye, Der Zor'a doğru.
Yol boyunca uçsuz bucaksız sarı ve kahverengi tonları içinden ilerliyoruz, bölük pörçük yerleşim yerlerinin içinden geçiyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla nüfusun büyük çoğunluğunu Bedeviler oluşturuyor. Bedeviler genellikle çöl bölgelerinde göçebe topluluklar olarak yaşıyorlar gerek Suriye'de gerekse tüm Ortadoğu'da. Hayvancılıkla uğraşan Bedeviler yaşadıkları ülkelerin yönetimlerinin dayatmalarına karşı kendi yaşam şekillerini muhafaza etmeleriyle ünlü. Göçebe kabileler halinde yaşamaları süreklilik gerektiren hizmetlerin verilmesini zorlaştıran bir etken olarak Bedevilerle yaşadıkları ülkelerin yönetimleri arasında sıkıntılara neden oluyor.
Beş saat sonra varıyoruz Der Zor'a. 1915'te Ermenilerin kafileler halinde sürüldükleri yerdi Der Zor Çölü. Burada küçük bir yerleşim yeri, yaklaşık 30 aileden oluşan Ermeni cemaati, hafta sonları Halep'ten gelen bir öğretmenle çocuklara Ermenice öğreten bir okul ve iki kilise var. Ermeniler ilk olarak ticaret amacıyla gelmiş İpek Yolu üzerindeki Der Zor bölgesine. Şehir merkezindeki kiliseden sonra çölün ortasındaki Margade Kilisesi'ni ziyaret etmek üzere hareket ediyoruz. Hava yağmurlu. Kiliseye vardığımızda uzaktan çamurlar içinden terlikleriyle koşan bir çocuk görüyoruz. Belli ki çölün ortasında kiliseyi bekleyecek bir Ermeni bulunamamıştı ve yakında yaşayan bu çocuktaydı anahtar. Herkesin aklında aynı soru dönüyordu. Bizim beş saatte Halep'ten otobüsle geldiğimiz bu çöl yolunu, 1915'te çok daha uzaklardan, binlerce kilometrelik mesafelerden yürüyerek nasıl kat etmişlerdi?
Uykusuz bir gece, otobüsün içinde ara sıra dalıp ara sıra çöle uyanan gözlerimiz ve Margade'den sonra yorgunuz. Gece rahat bir uyku uyuyacağımız Palmyra'ya doğru yola koyuluyoruz. Saat sekizde vardığımız otelden bir saat içinde son bir gayretle ayrılıp, Bedevi misafirperverliğine bırakıyoruz kendimizi. On beş bin metre karelik bir alana yayılan Bedevi köyünde bir müzik grubuyla karşılanıyoruz. 'Ehlen u Sehlen'. Hoş geldiniz. Bu sözleri yolculuğumuz boyunca hep duyuyoruz. Sobalarla ısıtılmış bin kişi kapasiteli Bedevi çadırında, Arap yemekleriyle ve özellikle de Bedevilerin ünlü kuzu tandırıyla haşır neşir oluyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde koro elemanları ile Bedevi müzisyenler arasında oluşan sinerjiyle, Bedevi ezgileriyle Ermeni türküleri birbirini takip ediyor. Sonunda hep birlikte halaylar çekiliyor.
Bedevi çadırında rebap çalan yaşlı Bedevi'den görüp diğer gün grubumuzun büyük bir kısmı İstanbul'da bir rebap orkestrası kurmaya karar verip Palmyra'da gezerken birer tane alıyor bu enstrümandan. Benim de aralarında bulunduğum bir iki kişi ise daha basit bir çalgıya yöneliyor. Tahtadan yapılmış bir kurbağa. Sırtındaki tırtırlara siyah çubukla hafifçe dokundurulduğunda kurbağa sesi çıkaran bir 'müzik aleti'.
Enstrüman alışverişi Palmyra harabelerini gezerken yapılıyor. Etrafta turist gören satıcılar bizim gideceğimiz güzergâh üzerinde anında konuşlanıp hemen seriveryorlar tezgahlarını. Her yanımızı saran ve bizleri develer üzerinde gezdirmek isteyenler de cabası.
Palmyra ve Zenobe
'Çölün Gelini' olarak da anılan Palmyra, neolitik çağdan yani M.Ö. 7000'li yıllardan beri yerleşim yeri olmuş, altı kilometrekareye yayılan bir antik kent. Çölün ortasında, sıcak su kaynaklarına yakın bir vahaya kurulan kent Irak ve Kutsal Topraklara olan kısa mesafesi sayesinde ticaretin merkezi olmuş M.S. 2. yüzyılda. Romalıların işgali sonrasında palmiye ağaçlarıyla donatılan şehir, bugünkü ismini de bu palmiyelerden almış.
Palmyra'nın en ünlü kraliçesi Zenobe. Persler ve Romalılar arasındaki çatışmada Palmyra kralı Uzeyra'nın hayatını kaybetmesi sonucu tahta eşi kraliçe Zenobe geçer. Zenobe krallığın sınırlarını kuzeyde Kapadokya'ya, güneyde Mısır'a kadar genişletir. Başkent Palmyra'dır. M.S. 273 yılında ölen Zenobe Yunanca, Aramice ve Farsça'ya hakimiyetiyle de ünlü. Ayrıca Zenobe'nin filozofların, teologların ve dönemin ilim adamlarının fikirlerine de çok önem verdiği söyleniyor.
Rebaplarımızı ve kurbağalarımızı alıp, Palmyra'yı arkamızda bırakarak bu defa deniz kıyısındaki Lübnan sınırına doğru yola çıkıyoruz. Planımız Trablus üzerinden Beyrut'a doğru yol almak. Suriye ile Lübnan'ın son dönemde ilişkilerinin gergin oluşu bizlere de yansıyor bir şekilde. Otobüsümüzü kenara çekip bekliyoruz gümrükte. Otobüsün evrakıyla ilgili bir sorun olduğu söyleniyor ve sorun ancak altı buçuk saat sonra çözülebiliyor.
Akşam üstü vardığımız sınırda gece oluyor. Hava soğuk ve sınır görevlileri bizlere tuvaletlerini dahi açmak istemiyorlar. Durum böyle olunca, birer birer uygun bir yer bulup tuvalet ihtiyacımızı açık havada dalga sesleri arasında gideriyoruz. Ancak bir süre sonra bir görevlinin isyanıyla tuvalet mahallimizi değiştirmemiz isteniyor, zira bizim rahatlama yerimiz kendi odasının kapısına çok yakınmış ve kapısının önü kokmaya başlamış. Grup halinde kahkahayı basıyoruz tabii ki.
Sabrımızın sonu selamet oluyor ve gece yarısından sonra sorun halloluyor. Suriye'ye şimdilik hoşçakal deyip Beyrut'a doğru koyuluyoruz yola. Gece saat ikide hâlâ pazar yerleri toplanmamış olan Trablus'un en fakir mahallelerinde kaybolduğumuzda, o saatte bir berberin saç kestiğini gördüğünü söylüyor annem. Sabaha karşı üç buçuk civarında varıyoruz Beyrut'a.
Beyrut
Uyandığımızda Beyrut'un yarım saat kadar dışında bulunan Cünye'de olduğumuzu anlıyoruz. Sırtımızı dağlara ve Lübnan'ın meşhur çam ormanlarına vermişiz, önümüz deniz. Her taraf feci bir yapılaşma halinde, yemyeşil ağaçların arasına gıpgri yüksek binalar dikilmiş. Grilerin yeşillerde gözü var besbelli. Deniz kıyısından Cünye'nin yüksek bir noktasına teleferikle çıkıyoruz. Teleferik adeta etraftaki gökdelenlerdeki apartman katlarının oturma odalarından, mutfaklarından, yatak odalarından geçerek çıkartıyor bizi yukarı. Herhalde bu yüzden, perdeler, panjurlar sıkı sıkıya kapalı bu katlarda. Çıktıkça çıkıyoruz tepeye. Halen kendisini göremediğimiz Beyrut'a bir de yukarıdan bakıp iniyoruz aşağıya. İlk durağımız Antilias.
Katolikosluklar
Antilias'taki Kilikya Ermeni Katolikosluğu Ermenilerin dört temel dini merkezinden biri. Tüm dünyada Ermenilerin iki patrikhanesi var, bunlardan biri bilindiği üzere İstanbul'da bir diğeri Kudüs'te. Antilias'taki Kilikya Ermeni Katolikosluğu ve tüm dünyadaki Ermeni kiliselerinin bağlı olduğu Ermenistan'daki Eçmiadzin Ermeni Katolikosluğu da diğer iki merkez.
Kilikya Ermeni Katolikosluğu Antilias'a 1930 yılında yerleşti. Tarihsel olarak iki ayrı katolikosluğun olması 14. yüzyıla dayanıyor. Ermeni krallıklarının birbirlerinden ayrı, farklı dönüşümler geçirmesi sonucu ortaya çıkan bu durum, o tarihten bu yana iki merkez olmasına sebep olmuş. Yine de Yerevan'da bulunan Eçmiadzin kilisesinin önceliği kabul ediliyor.
Antilias ziyaretinden sonra Lübnan'da yaşayan Ermeniler hakkında daha geniş bilgi almak için yola koyuluyorum. Beyrut'ta, Ayncar'da ve Trablus'ta toplam yaklaşık 60 bin Ermeni olduğunu öğreniyorum. Pek çok günlük, haftalık, aylık ve üç aylık Ermenice gazete, dergi, Ermeni okulları ayrıca Ermenice radyo mevcut. Lübnan parlamentosunda beş Ermeni parlamenter de var.
Beyrut'ta öncelikle Lübnanlı Ermenilerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak kurulmuş Haigazian Üniversitesi 1955 yılından beri faaliyet gösteriyor. Ermenice seçmeli derslerin de verildiği Haigazian'ın tedrisatı İngilizce. Bu okulun verdiği diploma gerek Lübnan üniversiteleri gerekse uluslar arası kurumlar tarafından tanınıyor.
Bourj Hamoud
1915'ten sonra bugünkü Lübnan topraklarına vardıklarında, Ermeniler şehirlerden uzak, tenekeden yapılan gecekondularda yaşamışlar uzun süre. Bugün yoğunluklu olarak Ermenilerin yaşadığı Bourj Hamoud isimli yerleşim de daha önceden tarlaymış. Artık şehrin çok da dışında olmayan, neredeyse tamamında Ermenilerin yaşadığı bir semt Bourj Hamoud. Balkonları kapatmak için kullanılan uzun, devasa perdeler, apartmanların kirli gri tonlarına karışıyor. Balkonlardan sarkan perdelerin yağmurdan, isten ve tozdan kararan renkleri, birbirine geçmiş elektrik telleri, penceresiz apartman boşlukları, binaların insanın üstüne üstüne gelen hali bir nefes alamama duygusuna neden oluyor zaman zaman.
Beyrut Kasabı, 'barış adamı' Şaron
1920 - 1943 arasında Fransız egemenliğinde olan Lübnan, 1943 yılında bağımsızlığını ilan etmişti. 1975'te başlayıp 1990 yılında sona eren iç savaş tüm Ortadoğu'da on beş yıl boyunca çok kanlı bir dönem yaşanmasına neden olmuştu. 1982'de Beyrut'un batısında bulunan Filistin kampları Sabra ve Şatilla'da yaşanan katliam, bugün hâlâ komadan çıkamayan Ariel Şaron'un boynunda asılı duruyor. Sabra ve Şatilla katliamı, Robert Fisk'e göre 20. yüzyılın en büyük savaş suçlarından biri. Hastalığında ne büyük bir barış adamı olduğu vurgulanan Şaron bu katliamdan beri Beyrut Kasabı olarak da anılıyor.
Savaş Beyrut'u Yeşil Hat'la, Batı Beyrut ve Doğu Beyrut olarak ayırdı. Batı, 'Müslüman, iyi yapılanamamış, teröristlerin kontrolünde, tehlikeli' olarak yaftalanırken, Doğu Beyrut 'Hıristiyan, iyi organize olmuş, refah içinde' olarak addediliyordu. Beyrut'un bu ayrımı sadece yaşayanlarının değil adeta şehrin bilincine de kazınmıştı. İç savaşın başlamasına kadar Doğu'nun Paris'i diye nitelendirilen (Murat Belge de İsviçre'si demişti) Beyrut, 1990 yılından bu yana kendini yenilemeye çalışıyor. Hâlâ savaşın izlerini taşıyan binalar var. Öte yandan o izleri yok etmeye adanmış bir yenileme çalışması devam ediyor şehirde. Bourj Hamud'dan batıya doğru gittikçe önce diğer Hıristiyanların yaşadıkları semtler sonra da 'hattın öbür yanı' yani Müslümanların yaşadığı semtler geliyor. Bugün Müslümanların yaşadığı taraf şehrin savaş döneminin aksine çok daha varlıklı gözüküyor.
Salı akşamı olmasına rağmen Beyrut'un merkezindeki lokantalarda yer bulunamıyor, bu durum 'Avrupai Beyrut'un gece hayatının salı günü bile oldukça hareketli olduğunu gösteriyor.
İstanbulluluk-Beyrutluluk
Lübnan'ın ve tabii Beyrut'un Fenikeli damarı, İstanbulluğu hatırlatan bir mağrurluğun kokusunu taşır gibi. İstanbulluluk fenomeni nasıl insanın kendini farklı görmesine, bu farklılığını gurur kaynağı olarak algılamasına ve kendini ayrı bir yere konumlandırmasına neden olmuşsa yüzyıllar boyunca, sanki Beyrut'ta da benzer bir hava var. Arap dünyasının ortasında Fenikeli atalarına atıfla kendi farklılığını ortaya çıkaran, 'Avrupalılığının' altını çizen ve bununla gurur duyan bir mağrurluk hissediliyor.
Belki de benzer bir mağrurluk nedeniyle yüzyılın ilk çeyreğinde hayatlarını kurtarıp Beyrut'a gelen Ermenilere şehrin dışındaki kamplar, teneke evler uygun görülmüştü. Bu semtlerden en bilineni bugün artık bir endüstriyel bölge olan Karantina. İsmi ne çok şey anlatıyor değil mi?
Çok canlı, aktif ve kurumsallaşmış bir Ermeni varlığı olmasına rağmen Beyrut bir durak görünümünden kurtaramıyor kendini. En azından 90 yıllık bir diyasporikliği fazlasıyla içselleştirmiş, sanki sonul bir hedef var da, Beyrut bir durak Ermeniler için. Bir ara istasyon olmakla son durak arasında Bourj Hamoud ve etrafındaki semtlere sıkışmış olma hali. Cemaatin yaşadığı ülkeyle bağlarının diğer diyaspora Ermenileriyle olduğu kadar sıkı olmadığı kanaatini ediniyorum. Gençlerin çoğunlukla Batı'ya göç ettiğini söylüyorlar.
Eklememiz gerekir ki, iç savaş yılları boyunca pek çok Lübnanlı gibi Ermeniler de çoğunlukla Amerika'ya göç etti. Bugün halihazırda Lübnan'da yaşayan Lübnanlıların nüfusunun üç milyonun biraz üzerinde, diyasporadakilerin ise on milyonun üzerinde olduğunu söylemek durumu daha iyi açıklar. Fakat bugünkü tabloda göç hareketi biraz daha farklı en azından Ermeniler için. Bir ara istasyondan bir başka ara istasyona gitmek gibi bir şey. Son durağın ise neresi olduğu hiç belli değil.
Böylece ayrılıyoruz Beyrut'tan. Hepi topu bir buçuk gün. Zikzak devam ediyor. Şimdi yeniden dönüyoruz ta en başa, uçaktan indiğimiz şehre; Halep'e gidiyoruz. (TS/TK)