Doç. Dr. Orhan Yavuz’un biyografisi, Orhan Tüleylioğlu’nun “Neden Öldürüldüler? (2. Cilt)” kitabından alınmıştır.
1941 yılında Erzurum’un Sarıkamış ilçesi ne bağlı Yeniköy’de doğdu. Yeniköy o yıllarda 500 nüfuslu küçük bir köydü. Tüm çocukların aynı yazgıyı paylaştığı bu köyde, hiçbir çocuğun oyuncağı olmaz, hiçbir çocuk mama ile beslenmez; anneler de çocuklarını uzun süre emziremezdi. Çünkü annelerin yapması gereken daha önemli işleri vardı.
Ekmek yapmak, yemek pişirmek, inek ve koyun sağmak onların daha öncelikli işleriydi. Çocuklar tozun, toprağın, pisliğin içerisinde yaşama mücadelesi verir, dirençli olanlar yaşar, diğerleri ise ölürdü.
Orhan Yavuz Anadolu’nun yoksul köylü çocuğunun yazgısını değiştirebilen seyrek örneklerden biriydi.
Yeniköy İlkokulu’nu bitirdikten sonra öğretmen okulu sınavını kazanarak Cilavuz Öğretmen Okulu’na başlayan Orhan Yavuz, üçüncü sınıf öğrencisiyken babasını bir kazada kaybetti. O sıralarda daha 15 yaşında bir çocuk olan Orhan Yavuz ailenin reisi, kardeşlerinin hem ağabeyi, hem de babası olmuştu. Ailenin geçimini sağlamak için yaz aylarında gece-gündüz demeden tarlada, çayırda çalışan Orhan Yavuz aynı zamanda okul birinciliğini hedefleyen çok çalışkan, zeki ve başarılı bir öğrenciydi.
Bu yoğun çalışma temposu sonucunda okul birincisi değil ama okul ikincisi oldu ve o sırada Ankara’da açılan Yüksek Öğretmen Okulu’na seçilen grup içinde yer almayı başardı. Büyük bir sevinçle Yüksek Öğretmen Okulu Kimya Bölümü’ne kaydoldu. Bu okulun öğrencisi olarak 1960’larda Ankara Fen Fakültesi Kimya Bölümü’nde parlak bir öğrenci oldu. Okulu bitirince bir dönem Erzurum Lisesi’nde kimya öğretmenliği yaptı. Aynı yıl Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin açtığı sınavı kazanarak Kimya Bölümü’nde asistanlığa başladı. 1964 yılında Şaziye Cengiz ile evlendi. 1967 yılında oğulları Okan ve 1975’te kızları Devrim dünyaya geldi.
Yetenekli ve çalışkan bir genç oluşu, onu akademik yola yöneltti ve tüm aşamaları başarı ile geçerek doçentliğe kadar ilerledi.
Doç Dr. Orhan Yavuz, 15 Haziran 1977 sabahı komşusu ve arkadaşı olan araştırma görevlisi Halil Çivi ile okula giderken iki saldırgan tarafından sekiz yerinden bıçaklanarak öldürüldü.
Orhan Yavuz, Köy Enstitüleri’nin kapatılıp öğretmen okullarına dönüştürüldüğü 1954 yılında, kendi köyünden; anne, baba ve kardeşlerinden ayrılarak Cilavuz İlköğretmen Okulu’na girmişti. Okul arkadaşı, Başkent Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyesi Prof. Dr. Mustafa Kuru o yılları şöyle anlatıyor:
“Birinci yarıyıl notlarınız belli olunca doğal olarak sınıflarda ön plana çıkan arkadaşlarımızı da tanıma olanağı bulduk. Orhan Yavuz bu arkadaşlarımızdan biriydi. Orhan küçük boylu, zayıf, çelimsiz, fakat cüssesine göre çok güçlü bir çocuktu. İkinci, üçüncü sınıflarda Orhan’ın yaz tatilinde tırpanla ot biçtiği için bu kadar güçlü olduğunu öğrenmiştik. Ayrıca, çocuk yaştaki küçük ellerinin nasırları da yine ot biçme sırasında kullandığı tırpandan gelmekteymiş.
Son sınıflara doğru yaklaştıkça, 6. sınıfta yapılacak olan sözlü sınavlar sonucunda okul birincisi olarak kim mezun olacak ve okul yönetiminin armağan edeceği altın saati kim kazanacak diye tatlı bir bekleyiş ve yarış oluyordu. 1959 yılında, 5. sınıfı tamamlamış ve 6. sınıfa geçmiştik. Büyük ideallerle yetiştirildiğimiz öğretmenlik mesleğine adım atmak için sadece bir yıl kalmıştı.
Bu yıllarda, 1848’de İstanbul’da kurulmuş olan Dârul Muallim Mektebi (Yüksek Öğretmen Okulu) öğrenci bulamaz olmuştu. Bu okula lise mezunları alınıyor ve üniversitenin ilgili fakültelerini tamamlayarak liselerde branş öğretmeni oluyorlardı. Bu dönemde Tıp Fakültesi’ne bile sınavsız öğrenci alınırken, Yüksek Öğretmen Okulu’na çok sıkı sınavlarla öğrenci alınıyordu.
Bu özelliği nedeniyle Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun verilmediği için liselerde öğretmen açığı oluşmaya başlamıştı. Problem büyümeden çözüm bulmak gerekiyordu. Çözüm, zamanın Talim Terbiye Kurulu üyesi, eski bir Yüksek Öğretmenli olan, matematik öğretmeni Nuri Kodamanoğlu tarafından bulunmuştu. Türkiye’deki tüm ilköğretmen okullarının 5. sınıfından 6. sınıfına geçmiş, notları 8’in üzerinde olan ve disiplin cezası bulunmayan öğrenciler, Ankara Atatürk Lisesi’nde bir yıl süre ile hazırlık sınıfında okuyup lise diploması aldıktan sonra Ankara Fen Fakültesi’nin Biyoloji, Fizik, Kimya ve Matematik bölümlerine kaydolup, ayrıca pedagojik formasyonlarını da tamamlayarak lise öğretmeni olacaklardı.
Plan, zamanın Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tarafından da uygun görülmüş ve uygulamaya geçilmişti. Böylece sanki, Demokrat Parti döneminde Köy Enstitüleri’ni kapatma hatasını affettirmek için Yüksek Öğretmen Okulu’nun açılmasına ve köy çocuklarına bu vesileyle üniversite kapısının açılmasına olanak sağlanmıştı.
Ben 1959 yılında yaz tatilinde, Yusufeli’nin Ersis (Kılıçkaya) köyünde iken Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na aday öğrenci olarak seçildiğimi posta yoluyla gelen bir yazıdan öğrenmiştim. Ne olduğunu tam anlayamamıştım ama anladığım mektupta Ankara’da bir okula gitmemizin gerektiği bildiriliyordu. Acele olarak Kars-Cilavuz’a gittim, benim gibi 10 arkadaşım daha Ankara Yüksek Öğretmen Okulu hazırlık sınıfına aday öğrenci olarak seçilmişti. Bunlar arasında Orhan Yavuz da vardı. Diğer arkadaşlarımız ise, İsmail Akyıldız, Hayati Telci, Halit Yıldırım, Cevat Kart, Süleyman Kaplan, Cengiz Kosif, Cafer Gümüş, Musa Erdem ve Nurettin Birdal idi (Bu arkadaşlarımızdan ben dahil 6’sı daha sonraki yıllarda üniversitede öğretim üyesi ve yönetici olarak görev almışlar ve dördü bugün aramızdan ayrılmışlardır).
Yüksek Öğretmen Okulu'na seçilmenin ne anlama geldiğinin pek farkında değildim ama sınıf arkadaşlarımız bize gıpta ile bakıyorlardı. Bu bana büyük bir gurur veriyordu. Fakat, ben büyük ideallerle yola koyulduğum ilkokul öğretmeni olma durumumu kaybediyordum. Kars-Cilavuz’dan ayrılış günü geldi, bizi törenle uğurladılar. Kars’tan Ankara’ya trenle gidiyorduk. Bu yolculukta ilk kez trene binmiştim, bu nedenle biraz etkilenmiştim. Yalnız okuldan verilen kumanyaları Orhan Yavuz’un büyük bir titizlikle bize paylaştırdığı bu gün hâlâ gözlerim önündedir.
Ankara’ya geldik Yenişehir’deki Atatürk Lisesi’nin bir bölümüne yerleştik. Ankara bizim için çok büyük bir şehir. Kars-Cilavuz’a alışmışken şimdi de Ankara’ya alışacaktık. Üç yıllık lise müfredatını, bir yılda tamamlayacak, Fen Fakültesi sınavlarını kazanıp, buradaki eğitimimizden sonra lise öğretmeni olacaktık. Çok zor bir dönemin başlangıcındaydık. Eğer lise bitirme sınavları sonucunda başarılı olamazsak tekrar geldiğimiz öğretmen okuluna dönüp orada bizden bir yıl sonraki öğrencilerle kaldığımız yerden eğitimimize devam edecektik.
Dersler başladı Türkiye'nin değişik ilköğretmen okullarından seçilmiş 80 öğrenci, 3 şube şeklinde lise eğitimine başladık. Ben, Orhan Yavuz ile birlikte 6 Fen-C şubesine ayrılmıştım. Çok değerli öğretmenlerimiz, Cahit Külebi, Ömer Bayın, Şükrü Kapucu, Vahap Aydıntuğ, Nuri Kodamanoğlu, Osman Bener, Süleyman Ölçen, Emine Akmandor, Hürriyet Verimer, Müdürümüz Haşan Erk, Müdür Yardımcımız Cevdet Ekemen bizim başarılı olabilmemiz için ellerinden geleni yapıyorlardı. Sınıfımızdaki diğer öğretmen okullarından gelen arkadaşlarımızın temel bilgileri, biz Cilavuz’dan gelenlere göre daha iyi idi. Bu nedenle bizim daha çok çalışmamız gerekiyordu. Öyle de oldu, çok çalıştık liseyi başarı ile bitirdik, Ankara Fen Fakültesi sınavlarına girdik. Ben Biyoloji Bölümü’nü, Orhan Yavuz ise en yüksek puan ile öğrenci alan Kimya Bölümü’nü kazanmıştı.
Orhan Yavuz ile fakültedeki sınıflarımız ayrılmıştı, fakat pansiyon olarak kullanıp, pedagojik formasyon derslerimizi de aldığımız Ankara Atatürk Lisesi’nde ders çalışma salonumuz ve yatakhanemiz aynı idi. Pedagojik formasyon hocalarımızdan Prof. Dr. Rasim Adasal ve Doç. Dr. Mithaç Enç (görme özürlü idi) bize öğretmenlik mesleğinin en ince noktalarını öğretiyorlardı.
Bu dönemde, 27 Mayıs 1960 ihtilalini yaşadık. Orhan Yavuz ve arkadaşlarla Kıbrıs mitinglerine katıldık. Kızılay Meydanı’nda Kıbrıs ile ilgili olarak söylenen “Ya taksim, ya ölüm'’ sloganı bugün hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır. Orhan, bu tip faaliyetlerde hep lider pozisyonunda, cesaretli ve önde yer alırdı. 1964 yılı mezuniyetinde ben kurada Malatya-Turan Emeksiz Lisesi Biyoloji Öğretmenliği’ni, Orhan ise Erzurum Lisesi Kimya Öğretmenliği’ni çekti. Altı aylık öğretmenlikten sonra 1 Şubat 1965 yılında Atatürk Üniversitesi (Erzurum) Fen Fakültesi Biyoloji asistanlığı sınavını kazanıp buraya atandım. Orhan da Kimya asistanlığını kazandı ve böylece yaklaşık altı aylık bir ayrılıktan sonra tekrar aynı yerde beraber çalışmaya başladık. Bizim gibi ideallerle dolu daha birçok arkadaşımızla çok güzel bir üniversitenin çekirdek kadrosu oluşmaya başlamıştı.
1970’li yıllara geldiğimizde ikimiz de doktoralarımızı tamamlamış, sevgili Dekanımız Prof. Dr. Suavi Yalvaç’ın önderliğinde, Ali Demirsoy, Selahattin Salman, Sara Beygu, Hanife Ünal, Hüseyin Avcıbaşı, Tahsin Uyar, M. Yılmaz Coşkun, Ihsan Dağ, Muhlis Koca ve diğer arkadaşlarla birlikte Türkiye’de modern, Atatürkçü bir üniversite ve bu üniversitenin Fen Fakültesini kurma hayallerini yaşıyorduk. Bu yıllar Türkiye için çok kötü yıllardı. Gençlerimiz sağcı-solcu olarak bölünmüş, birbirlerini öldürecek düzeyde düşman olmuş iki cephe halindeydi. Bu ortamda bir üniversitede öğretim elemanı olarak çalışmak çok güçtü. 1970’in ilk yıllarında Atatürk Üniversitesi’nde solcu grup etkindi. Bu grup eylemler düzenliyor, hatta bir defasında eylemi, Rektör'ün koltuğunu yakma ve bir öğrencinin üzerine gaz döküp kendini yakma düzeyine kadar taşımışlardı. Bu eylemlerden sonra sağ gruplar güçlenmeye başladı. Sık sık üniversitede boykotlar yapılıyor, öğrenciler derslere sokulmuyordu. Bizler mümkün olduğunca yapılan eylemlerin yanlış olduğunu söylesek de, bizleri dinleyen yoktu. Hatta bizleri karşı gruba koyup söylediklerimizin tersini yapıyorlardı (yıllar sonra o dönemden bazı öğrencilerimizle karşılaştığımda, ‘Hocam sizler doğrulan söylemişsiniz ama biz inanmadık’ sözleri gerçekten haklı olduğumuzun bir ifadesidir).”
(VC)