49. Orhan Kemal Roman Armağanı, Ayhan Geçgin'in "Bir Dava" isimli eserine değer görüldü.
Covid-19 salgını nedeniyle toplanamayan Seçiciler Kurulu, armağanla ilgili tercih oylarını yazılı olarak Orhan Kemal Kültür Merkezi'ne iletti.
Orhan Kemal Roman Armağanı'na, 82 eser katıldı.
Erendiz Atasü, Ataol Behramoğlu, M. Nuri Gültekin, Çimen G.Erkol, Adnan Özyalçıner, Tahir Şilkan ve Nazım K. Öğütçü'den oluşan Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu yazılı olarak bildirdikleri tercihlerinde 2020 yılı 49. Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Metis Yayınları tarafından yayımlanan Ayhan Geçgin'in "Bir Dava" isimli romanına değer buldu.
Yazara ödülü ileri bir tarihte takdim edilecek.
"Hukuksuzluğu güçlü bir olay örgüsüyle anlatıyor"
Ödül ile ilgili gerekçeli karar şöyle:
"Türkiye'de derin işleyişe sahip hukuksuzluk, keyfilik, belirsizlik ve öngörülemezlik olgularını çok yerinde karakterlerle son derece güçlü bir olay örgüsü, anlatım, dil ve roman tekniğiyle birleştirmesi, Türkiye'nin yakın tarihindeki yargılamaların ve hukuksuzluk örneklerinin, bunun sürdürülmesi ve yeniden üretilmesi için bir zamanlar bütün gücüyle çalışan kudretli güçlerin ve ülkede yaşanan bütün hukuksuzluk ve adaletsizliklere karşı bürokratik/sınıfsal bağışıklığının nasıl ters yüz olduğunu çok güçlü olay ve diyaloglarla anlatması, Orhan Kemal'in gerçekçiliğine hem karakterler, hem olay örgüsü ve hem de toplumsal meseleler açısından yakın durması nedeniyle 2020 yılı, 49.Orhan Kemal Roman Armağanı'na değer görmüştür."
Ayhan Geçgin hakkında
1970 İstanbul doğumlu. ODTÜ Felsefe bölümünü bitirdi. İstanbul'da yaşıyor. Metis Yayınları'ndan çıkan diğer kitapları: "Kenarda" (2003), "Gençlik Düşü" (2006) "Son Adım" (2011) ve "Uzun Yürüyüş" (2015)
Orhan Kemal Roman Armağanı alanlar
1972 bu yana verilmekte olan Orhan Kemal Roman Armağanı 1980 askeri darbesini izleyen 1981'de kesintiye uğradı.
Yılmaz Güney (Boynu Bükük Öldüler), Çetin Altan (Büyük Gözaltı), Sevgi Soysal (Yenişehirde Bir Öğle Vakti), Erdal Öz (Yaralısın) Vedat Türkali (Bir Gün Tek Başına), H. İzzettin Dinamo (Kutsal Barış), Fakir Baykurt (Karaahmet Destanı), Mehmet Başaran (Mehmetçik Memet), Adalet Ağaoğlu (Bir Düğün Gecesi), Rıfat Ilgaz ( Karayel ), Orhan Pamuk (Cevdet Bey ve Oğulları), Tarık Dursun K. (Kurşun Ata Ata), Mehmet Eroğlu (Issızlığın Ortasında), Yaşar Kemal (Kale Kapısı), Şemsettin Ünlü (Yukarı Şehir), Ahmet Yurdakul (Kahramanlar Ölmeli), Samim Kocagöz (Eski Toprak), Demir Özlü (Bir Yaz Mevsimi), Peride Celal (Kurtlar), Talip Apaydın (Köylüler ), Tahsin Yücel (Peygamberin Son Beş Günü), Faik Baysal (Sarduvan), Necati Cumalı (Viran Dağlar), Erendiz Atasü (Dağın Öteki Yüzü), Yıldırım Keskin (Ölümü Bekleyen Kent), Kemal Bekir (Hücre 1952), Ahmet Karcılar (Yağmur Hüznü), Oktay Akbal (Tüm Eserleri ), Oya Baydar (Sıcak Külleri kaldı), Selim İleri (Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak), Erhan Bener (İlişkiler ), İnci Aral (Mor), Adnan Binyazar (Ölümün Gölgesi yok), Hasan Ali Toptaş (Uykuların Doğusu), Hıfzı Topuz (Başın Öne Eğilmesin), Hidayet Karakuş (Şeytan Minareleri), Ayşegül Devecioğlu (Ağlayan Dağ Susan Nehir), Zülfü Livaneli (Son Ada), Kâmuran Şipal (Sırrımsın Sırdaşımsın), Yiğit Bener (Heyulanın Dönüşü), Hasan Özkılıç (Zahit Tören Fotoğrafları), Hamdi Koç (Çıplak ve Yalnız), Hüsnü Arkan ( Hırsız ve Burjuva), İbrahim Yıldırım (Dokuzuncu Haşmet), Gürsel Korat (Unutkan Ayna), Seray Şahiner (Kul), Faruk Duman ( Sus Barbatus)
Kitaptan tadımlık:Açılış bölümünden, s. 9-12 Neredeyim? Bir öğleden sonra, okulda, odamdayım. Henüz hiçbir şeyden haberim yok. Yarım saat sonra gireceğim ders için kâğıtlarıma son kez göz gezdiriyor, ara sıra başımı kaldırıp dışarıya bakıyorum. Pencerenin gerisinde kasım ayına özgü bir manzara uzanıyor. Soğuklardan sonra güneşli, güzel bir gün gelmiş. Kampüs sessiz. Işınların parça parça düştüğü çimenlik alana öğrenciler tek tük yayılmış. İki kişi frizbi oynuyor. Ağaçların arasındaki yoldan bisikletliler geçiyor. Bir rüzgâr ağaçların tepelerini hafifçe sallıyor, turuncu sarı yapraklardan birkaçı daha dallarından kopup salınarak yere düşüyor. Gözüm pencerenin pervazına cıvıldayarak, gagalarını birbirine vurarak konan iki küçük kuşa takılıyor. Kavga mı? Sevişme çağrısı mı? Kondukları gibi aynı hızla, gövdeleri neredeyse bitişik uçup uzaklaşıyorlar. O sırada cep telefonumun zili, daha doğrusu en az rahatsızlık vereceğini düşünerek seçtiğim melodisi haberi iletmek üzere çalıyor. Telefonda annem, "Babanı götürdüler," diyor. Sözcükleri işitiyor ama anlamıyorum. Götürdüler mi? Bir eşya, bir paket ya da bir ceset götürülebilir ama yaşayan biri, bir insan nasıl götürülür? "Götürdüler ne demek, anne?" Orada henüz erken bir saat, gün soluk bir kış parıltısıyla yeni yeni söküyordur. Annem soğukkanlılığını korumaya çalışarak olanları anlatıyor. Götürdüler. Kim, neden? Elbette sözcüğün anlamını iyi biliyorum. Yirminci yüzyıl, bu artık geride kalmış, yaşamımın neredeyse ilk otuz yılını içine alıp kapandığına göre bir bakıma beni de belirleyen yüzyıl, götürülen, bir gecede kaybolup bir daha haber alınmayan insanların, bir hayvan sürüsü gibi yolda telef olsun diye oradan oraya sürülen koca kitlelerin, kampların hikâyeleriyle dolu. Türkiye için de anlamını biliyorum. Ülkeden ayrıldığımda nasıl bir ülkeden ayrıldığımı biliyordum. Babanı götürdüler. Demek sıra babamda, öyle mi? Ama bu iki sözcük ne anlatıyor? Anlamlarını henüz doğru dürüst kavrayamasam da etkisi bıçak keskinliğinde açık: Zamanımı boydan boya kestiler, şimdimi ikiye ayırdılar. Sözcüklerin hava gibi, esinti gibi olup aynı zamanda nasıl böyle ağır, böylesine güçlü olduklarına şaşırıyorum, binlerce kilometrelik uzaklığa rağmen bunca yolu hiç bozulmadan, anlamlarını sıkı sıkı koruyarak alıyor, başka bir kıtadaki, başka bir zamandaki bana ulaşıyorlar. Telefonu kapatır kapatmaz elim ilk uçağa bilet ayırtmak için yine telefona gidiyor. Ama insan ilk uçağa atlayıp öylece gidemiyor, bilet almadan önce düşünmem, yerine getirmem gereken çok şey var. Aynı zamanda anneme anne diye seslenmenin bana neden tuhaf geldiğini düşünüyorum. Ama ben de bir anneyim. Tek bir sözcük, oğlumun ağzından çıkan o anne sözcüğü, sayısız tonlamalarını duyduğum o sözcük, uzun süredir belki yalnızca o var. Anne olmak, bir çocuğun ağzından çıkan o sözcük olmak. O ânı hayal ediyorum. Gece, saat sabaha karşı dört ya da beş, kapı zili üst üste çalıyor. Ev karanlık içinde, yalnızca koridoru aydınlatan gece ışığı yanıyor olmalı. Gecenin en sessiz saati, uykununsa belki en tatlı zamanı. İnsan bu saatte birilerinin ayakta olmasına, gündüzmüş gibi işlerini yerine getiriyor oluşuna şaşırır. Babam şaşırmış olmalı. Ama belki şaşırmamıştı, bekliyordu. Belki onun için tatlı uykuların zamanı çoktan geçmişti. Babam aynı zamanda zil denen bu garip alete, bir sesin böyle acımasızca, saldırır gibi bir eve, en sessiz, en savunmasız ânında girişine şaşırmış olmalı. Annemin korkuyla yataktan doğruluşunu, babamın başucundaki lambayı açışını, hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını hayal ediyorum. Babam hırkasını pijamasının üstüne giyiyor, kapıya gidiyor. Sesine hâkim olmaya çalışarak diyafondan kim o, diye sesleniyor. Aslında yanıtı biliyor. Açın, polis, diyor karşıdan gelen ses. Diyafonun kapı açma düğmesine basıyor. Kalabalık ayak sesleri hızla yukarı çıkıyor. | |
(AÖ)