Kendisini baştan (1923) beri kapitalist dünyanın içinde gören, "muassır medeniyet" seviyesine ulaşmayı yani dünya kapitalizmi ile bütünleşmeyi ana hedef olarak koyan Kemalistlerden, 1950'lerin Menderes'ine, 1960'ın 27 Mayıs'çılarına, 1970'lerin Demirel ve Ecevit'lerine, buradan 12 Eylül'cü faşist generallere kadar bütün siyasal aktörler, bu sürecin örgütleyicileri olmuşlardı.
Ordu sistemin ana gücüdür
Bu süreçte Türkiye Devletinin tarihsel hassasiyetleri olarak ileri sürdüğü; on iki adalar, Kıbrıs, Hatay, Batı Trakya Türkleri, Kerkük, Musul gibi konularda emperyalistler tarafından kısmi müsamaha gören şımarık ve pervasız tutumu, iki kutuplu dünyada Sovyetler birliğine karşı Kafkasya'dan, Ortadoğu'ya ve Balkanlar'a, hatta kuzey Afrika'ya kadar uzanan bölge için Türkiye devletinin emperyalistler için önemi aslen jeopolitik konumundan kaynaklanıyordu.
Emperyalistlerden gördükleri kısmi müsamaha ve Sovyetlerin-komünizmin baş düşman olarak tesbiti noktasında emperyalistlerle olan ortak mutabakat, ordunun kendi içinde pek fazla sorun çıkmadan sistemin koruyucu ve kollayıcı gücü olmayı sürdürebilmesine olanak tanıdı. Bütün bu tarihsel süreç içinde ordu sistemin ana sürdürücü ve kollayıcı gücüydü.
1991 yılında Sovyetler birliğinin çöküşü ile birlikte oluşmaya başlayan yeni dünya düzeninde Türkiyeli egemenler eski statükoların dağıldığını görmekteydiler. Egemenler bu yeni düzen içinde kendilerine bir rol kapma telaşına düştüler. Emperyalizmin baş düşmanı Sovyetler Birliği ve Sosyalist ülkeler artık dünya sahnesinden silinmişlerdi ve Türkiye'nin stratejik önemi de hızla sorgulanmaya başlamıştı. Egemenler hızla emperyalizmin dağılan Sovyetler Birliği'nin Türki cumhuriyetlerine yönelik yeniden sömürgeleştirme planlarının aracılığı rolüne soyundular. Ancak bu plan çeşitli nedenlerle geri tepti.
Türkiye'nin yeni konumu
Rusya eski birlik üyesi ülkeleri kendi sömürgeleri olarak korumak için harekete geçti. Kimi Türki cumhuriyetler ise emperyalist kapitalist sisteme eklemlenmeyi kendi başlarına Türkiye'nin ağabeyliğine ihtiyaç duymadan yapmaya yöneldiler. 2001 yılında ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra gelişen Amerika Birleşik Devletlerinin (ABD) Afganistan işgali ile ABD bölgeye bizzat yerleşti. Yugoslavya'nın emperyalistler tarafından parçalanması sürecinde de ABD Balkanlar'a askeri ve siyasi olarak yerleşmiş bulunuyordu.
Türkiye'nin stratejik önemimiz diye ortaya sunduğu bütün gerekçeler bir bir ortadan kalkmaya başlamış, özellikle Kafkasya macerası hüsranla sonuçlanmıştı. Irak'a saldırı gündeme geldiğinde Türkiyeli egemenler, Ortadoğu coğrafyasına yönelik ABD planlarında yer almak için 50 yıllık "stratejik ortak ve stratejik önemimiz" masalını son kez masaya sürdüler. Ancak ABD'nin Irak'ta ve Ortadoğu'da gerçekleştirmek istediklerinin önünde engeller ortaya çıkmıştı. Özellikle Şii Araplar Amerikan planlarında yer almakta isteksiz davranıyordu ve Irak topraklarında ABD'ye Kürtlerden başka ciddi güvenilir bir toplumsal destek görünmüyordu. Bu nedenle 2. tezkerenin reddi ile bu gerçeğin artık net olarak ortaya çıktığı koşullar neredeyse çakışmıştı ve Türkiye'nin Kürt devleti paranoyalarına tahammül edilemezdi.
ABD Türkiye'ye "küstüm size" yaptı. Kıla, tüye memleketteki her bir şeye karışan ordu, tezkerenin oylanacağı 1 Mart'tan bir gün önce yapılan 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu'nda (MGK) Irak savaşına dair tek kelime konuşmamıştı. Ordunun 2. tezkerenin bütün kefaretini Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetine yıkma çabası stratejik ortak ABD ile aranın açılmasının da yolunu açtı.
Tezkerenin reddinden birkaç gün sonra Genel Kurmay Başkanı Orgeneral.Hilmi Özkök, "hükümet ile bir ve aynı görüşteyiz" açıklamasını yaptı. Bu açıklamanın adresi aslında Amerika idi. Amerika'ya "biz suçlu değiliz" mesajıydı. Tekelci sermaye temsilcilerinden, "satılmış kalemler"e kadar bütün bir oligarşi cephesi "aman biz ne yaptık ilişkilerimizi hemen düzeltmeliyiz" feryadıyla ABD'den özür üstüne özür dilediler.
Türkiye'nin hayalleri
ABD çok "kızmıştı" ve Türk ordusunun Kuzey Irak'a kesinlikle girmemesi doğrultusunda Bush dahil bütün önemli Amerikan yetkililerinin ağzından açıklamalar birbiri ardına geldi. ABD kuzey cephesini iptal ederek savaşı tamamıyla güneyden yürüttü. "Talih kuşu" Türkiye'nin omuzlarından kaçıp, neredeyse bir yıldır aşiret reisi diye küçümseyip haklarında basında aşağılayıcı yazılar yazdıkları Barzani ve Talabani'nin omzuna konmuştu.
Genelkurmay Başkanı Diyarbakır'da yaptığı konuşmada ABD'yi üstü kapalı tehdit ederek "umarız bize muhtaç kalmazlar" diyordu. Türkiyeli egemenler neredeyse tüm politikalarını Saddam'ın sert bir direniş göstermesi üzerine kurmuşlardı. Savaş ABD için sarpa saracak ve kuzey cephesine muhtaç kalacaklar. Hayaller bir kez daha suya düştü.
Bu süreçte Türk siyasetinin geleneksel temsilcileri nezdinde önemli gelişmeler oldu. İlki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile ordunun ters düşmüş olmasıydı. CHP ve tabanı dumur olmuş vaziyetteydi. İkincisi Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) tam bir politik travma yaşıyordu. MHP'ye göre kuzeyimizde Kürdistan kurulma planları yapılıyordu ve ordu yönetimi tam bir gaflet içindeydi. Yıllardır ordudan gelecek ses üzerine politika yapmayı kendisine yegane yol olarak benimsemiş MHP'den daha kötü durumda hangi siyasi akım olabilirdi.
Ordu geleneksel müttefiklerini bu süreçte yitirdi ve yalnız başına kaldı. Bu ordu açısından yeni bir durumdu 12 Eylül'den bu yana bütün toplumsal siyasal süreci yöneten ve yönlendiren ordunun bunu artık başaramadığı ve geleneksel müttefikleri ile çelişkiye ve ayrışmaya düştüğü, yıprandığı bir süreç başladı. AKP ise geleneksel İslami politikalardan açık Amerikancılığı ile tam bir kopuş yaşadı. Önemli bir politik travmanın da İslami kesimlerde yaşandığından kesinlikle söz edebiliriz. Bu sürecin bir devamı olarak, İslamın siyaset sahnesinden ayrı politik bir burjuva çizgi olarak kesin düşüşünden bahsedebiliriz.
Ordu içerisinde bir bölünme mi?
Muhafazakar-liberal bir çizgiye oturmuş olan AKP'nin kaderi daha çok ekonomi politikaları ile ilgili olarak çizilecek. İslam, bütün burjuva siyasetlerinin sadece bir siyaset malzemesi ve günlük siyaset retoriği olarak siyasal yaşamda var olacaktır.
Ordu kendi içinde de barışık değildi özellikle Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yalman'ın ABD'ye karşı daha sert bir tutum alınması Irak topraklarında bir Kürdistan oluşumunun kesinlikle kabul edilemeyeceği ve müdahale edilmesi doğrultusunda görüşlere sahip olduğu basına yansıdı. Ordu kendi içinde de bölünmüştü. Son olarak 23 Nisan resepsiyon krizi ordunun geleneksel müttefiklerini geri kazanmak ve sarsılan hegemonyasını sağlamlaştırmak amaçlı manevrası olarak gündeme geldi.
CHP bu yeme hemen atladı. Farklı davranması düşünülemezdi çünkü ordu laiklik silahıyla AKP'ye saldırmaktaydı. Ayrıca 2.tezkerenin mecliste reddinden sonra Genel kurmay CHP'ye küçük bir ziyaret gerçekleştirmişti. 23 Nisan resepsiyon operasyonu türünden eylemlerin ordu katından hızlanarak süreceği aşikardır. Ancak bu manevralar Deniz Baykal gibi siyasetçileri bile çok uzun olmayan bir zamanda kendinden uzaklaştıracaktır. Çünkü şeriat paranoyasının hiçbir gerçek temeli yoktur ve ikna gücünü yitirmiştir.
Çeşitli burjuva çevreler ve yazar takımı da bu çatışmanın zorlama olduğu yönünde beyanlarda bulunmuşlardır. Burjuva basınında ordu politikaları açık ya da örtük olarak eleştirilmeye başlanmıştır. Uğur Dündar ve Emin Çölaşan gibi yazarlar ise orduyu aklama operasyonlarını sürdürmektedir. Çölaşan ki, Irak politikası için pasif tutumu nedeniyle Orgeneral Hilmi Özkök'ü açıkça eleştiren kişidir. Ordunun siyasetten geri ittirilmesi ya da Amerikancı liberallerin görüşlerinin ordu tarafından da desteklenmesine dair basın yoluyla örtük bir savaş sürdürülmektedir.
Türkiye'de toplumsal ve siyasal yaşam üzerinde özellikle 12 Eylül'den bu yana tartışılmaz bir belirleyiciliği olan ordunun hegemonyası, emperyalistlerin Irak saldırısı ve yeni uluslararası sömürgecilik düzeninin oluşturulduğu bu dönemde ciddi bir şekilde sarsılmıştır. Ancak bu sarsılma demokratik güçlerin zorlaması ile değil, sistemin emperyalizmin yeni entegrasyon planlarına hemen ve koşulsuz atlayan kesimleri ve ordu içindeki daha sertlik yanlıları ile ordu merkezi arasında yaşanmaktadır.
Ordunun ağırlıklı yönelimi Amerikan politikalarının sessizce geçiştirilmesi ve/veya küçük bir kayıkçı dövüşü ile atlatılması yönündeki genel eğilimi hem kendi içinde, hem de yıllardır milliyetçileştirilen Türkiye siyaseti ve toplumu içinde nasıl etkilere yol açacak hep beraber izleyeceğiz. Henüz ortak bir devlet politikasının (sömürgecilik ilişkilerinin reorganizasyonunun) Kuzey Irak ve AB-Kıbrıs konularında oluşturulamadığı ve iç çatışmaların dönem dönem yoğunlaşarak süreceği beklenmelidir.
Sol ordunun konumunu tartışmak zorunda
Ordunun toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki egemenliği kırılmadan Türkiye'de ciddi bir demokratikleşme yaşanamayacağı ne kadar doğru bir tespit ise de, Türkiye solu ve demokratik halk muhalefeti bütün bu gelişmelerin hemen kendi artı hanesine yazacağı hayaline kapılmamalıdır. Evet, egemenlerin kendi iç çelişkileri ve açmazları nedeniyle halk muhalefetine yönelik ortak bir tutum sergileyememeleri aylardır demokratik halk muhalefetinin ciddi hiçbir baskı ile karşılaşmadan sokakları örgütlemesinin ve kendi rüştünü az çok ispat etmesinin önünü açtı.
Irak işgali ile biraz rehavet ve birazda yenilmişlik psikolojisi içine giren demokratik halk güçleri ve sol hızla bu tutumunu terk ederek yeni atılımlarını gerçekleştirmeli ve egemenlerin bu iç çelişkilerine müdahale edecek politikaları gerçekleştirmelidir.(NK/BB)
* Ara başlık ve vurgular Bianet'e aittir.