30 Aralık 1990'da 32 insan hakları savunucusu aydın tarafından kurulan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), hükümet dışı bir kuruluş ve çalışmalarını Türkiye Cumhuriyeti tarafından imzalanmış olsun, olmasın tüm uluslararası sözleşmeler ışığında yürütüyor.
Hükümetlerden hiçbir şekilde maddi destek kabul etmeyen TİHV'nın merkezi Ankara'da olmak üzere İstanbul, İzmir, Diyarbakır ve Adana'da da şubeleri bulunmakta.
TİHV'in çalışma alanları kendi internet sitesinde şöyle özetleniyor:
* İnsan hak ve özgürlükleri konusunda yayın ve dokümantasyon yapar,
* Hangi nedenle olursa olsun işkence gören kişilerin fiziksel ve ruhsal tedavi ve rehabilitasyonlarına, yakınlarının ise ruhsal tedavilerine yardımcı olur,
* İşkenceyi belgelemek üzere çalışmalar yürütür, işkence gören kişinin hak arama çabasına katkıda bulunur,
* İşkence ve diğer insan hakları ihlallerine karşı kamuoyunu bilgilendirici ve eğitici çalışmalar yürütür,
* Bilimsel araştırmalar yapar.
"'İşkence' kelimesi yüzünden bir yıl uğraştırdılar"
TİHV'in 21 yıllık insan hakları yolculuğunu konuştuğumuz TİHV eski başkanı Yavuz Önen, vakfın kuruluş sürecinde, karşılaştığı zorluklardan ve insan hakları için yürüttüğü çalışmalardan söz etti...
* 1990'da kuruluş aşamanızdan bahseder misiniz? Devlet açısından zorluklarla karşılaştınız mı?
Vakfımızın kuruluş senedine, "Bu vakıf işkence mağdurlarını tedavi etmek amacıyla kurulmuştur" diye bir ifade kullanmıştık. Vakıflar Genel Müdürlüğü, mahkemeye "işkence" kelimesi nedeniyle itiraz ederek Türkiye'de işkencenin yasak olduğunu ve yasak olan bir eylemin de sonuçları olamayacağını ifade ederek bu kelimenin çıkarılmasını istediler. İşkenceyi inkar eden, yok sayan bir yaklaşımları vardı. Biz de işin uzayacağını görünce o kelimenin çıkarılmasına rıza gösterdik ve "işkence" ibaresini kaldırarak "rehabilitasyon merkezleri kurar" ifadesini kullandık.
Ancak çıkardıkları bu zorluk nedeniyle biz mahkemelerde bir yıl boyunca uğraşmak zorunda kaldık.
*Sizi TİHV'i kurmaya iten nedenler nelerdi?
1980 sonrası, sayısı 650 bin olduğu tahmin edilen tutuklama, cezaevi süreci yaşamış insan vardı. Bu insanların hemen hemen hepsinin şiddete maruz kaldığı bir ülkede 1990'da İnsan Hakları Derneği (İHD) bir uzman kurul kurulmasına karar verdi.
Biz de Türk Tabipler Birliği (TTB) ile yaptığımız ortak çalışmayla TİHV'i kurduk.
İşkencenin toplumsal bir sorun haline geldiği dönemdi. İşkence çok ağır bir suç olmasının yanı sıra sosyal bir gerçeklikti. Çok yaygındı ve insanlar ciddi travmalar yaşıyordu. TİHV de böyle bir gereklilik döneminde kuruldu ve insanlardan da ciddi anlamda destek gördü.
"Hazırladığımız Alternatif Rapor mahkemelerce kabul gördü"
* Ne gibi çalışmalar yaptınız?
İşkence hem fiziksel hem de ruhsal tedavi gerektirir. Bugüne kadar 14 bin insana hizmet vermeyi başardık. İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır ve Ankara'da beş merkez kurduk. Buralarda 14 bin insana hem fiziksel hem ruhsal tedavi yaptık.
İkincisi, kamuoyuna sürekli bilgi aktararak işkencenin varlığını dile getirdik. Başlarda tepki gören bu çalışmalarımız Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri ortamında kabul gördü ve resmi makamlar da artık kabul ettiler. Yani bir kabul ettirme, gerçekle yüzleşme sonucunu yarattı TİHV.
TİHV'in "alternatif rapor" üretmek gibi çok önemli bir çalışması daha oldu. İşkence görenlerin Adli Tıp'tan aldığı klasik, resmi raporlar gerçeği yansıtmadığı için, işkence mağdurunun kendi davasını sürdürmesi, hakkını arayabilmesi için mahkemelere sunmak üzere alternatif raporlar ürettik.
Bu raporları hazırlarken TTB ve Adli Tıp Uzmanları Derneği ile çalışmalar yürüttük.
* Alternatif raporlar mahkemelerce kabul gördü mü?
Mesela Manisa Davası'nda hakim tarafından geçerli sayıldı ve sanıkların mahkum edilmesini sağladı. AİHM de işkence başvurularında vakfımızın alternatif raporlarını ve bilgilerini kullandı.
Alternatif raporların devamında uluslararası platform oluştu ve İstanbul Protokolü adı altında Birleşmiş Milletler'in (BM) el kılavuzu olarak bütün dünya ülkelerinde kullanılan, hükümetlere kullanılması için direktif verilen bir kitap hazırlandı.
Bu kitapta işkencenin hukuki ve tıbbi soruşturmasının nasıl yapılacağı, bu suçun nasıl açığa çıkarılacağına dair bilgiler yer alıyor. Tüm bu organizasyonun sekreteryasını TİHV yürüttü.
Bu çalışmaları yürütürken İHD, TTB, Adli Tıp Uzmanları Derneği ile çalışmalar yürüttük.
* Bu çalışmaları yürütülürken herhangi bir baskıyla karşılaştınız mı?
Kuruluştan itibaren baskılar başladı. Yargı süreci de baskı ve engelleme sürecidir. Bunu aştıktan sonra merkezlerimizde çalışan hekimlerimize sivil polislerin doğrudan tehditleri ve caydırma girişimleri oldu.
Kamu kuruluşlarında çalışan hekim arkadaşlarımıza idari baskılar yapıldı. İş yerleri değiştirildi ve mağdur edildiler.
Ayrıca hakkımızda pek çok dava açıldı. Tedavi merkezlerimizin olduğu illerde açtığımız temsilciliklerimizin yasaya uygun açılmadığı yönündeki iddialarla çalışmalarımız engellenmek istendi. Bu yargı süreçleri yıllarca sürdü; çalışanlarımız ve hekimlerimiz hakkında davalar açıldı.
Bir de politik baskı süreçleri yaşadık. İHD'nin kuruluş aşamasında da benzer şeyler yaşandı. Bizim bölücü olduğumuz, terörist örgütlerle ilişki içinde olduğumuz iddialarıyla kamuoyunda prestijimizi düşürmeye ve bizi karalamaya çalıştılar.
Mesela, Diyarbakır merkezimizi polis bastı ve 350'nin üstünde dosyayı alıp götürdü. Bu 350 dosya, 350 başvuru ve 350 mağdur demek aslında. Polisler, bu dosyaların içine bakıp sorumlular hakkında inceleme yapacağına Diyarbakır temsilciliğimizi kapatıp hakkımızda davalar açtılar.
"Artık fiziki şiddet değil, görünmeyen şiddet uygulanıyor"
* 1990'lardan bugüne insan hakları konusunda ne gibi değişimler yaşandı?
İnsan hakları konsepti, insan hakları terimleri İHD'nin kurulduğu 1986'dan bu yana kamuoyu tarafından yavaş yavaş kavrandı. İnsan hakları kavramı duyulduğunda her ne kadar politik arenada propaganda sürdürülse de halk katında insan hakları konsepti yerleşti.
Devlet katı da bakışını değiştirmek zorunda kaldı. Çünkü insan hakları için Türkiye'de gerçekten çok ısrarlı bir mücadele sürdü. Onlar da bu mücadele sonunda geri adımlar atmak zorunda kaldılar. Bir dönem İnsan Hakları Bakanlığı, İnsan Hakları Başkanlığı kuruldu mesela. Tüm bunlar insan hakları konusunun meşrulaşmasına yol açtı.
* Peki, bugüne baktığımızda insan haklarında düzelmeden söz edebilir miyiz?
Gerçek anlamda hala işkence başta olmak üzere yaşam hakkı, düşünce özgürlüğü, kimlik özgürlüğünün baskı altında olduğu bir ülkeyiz.
Devletin bu baskıcı bakış açısı belki bir nebze değişiklik gösterdi ama ana hatlarıyla değişmediğini, temel hak ve özgürlüklere yönelik devlet baskısı devam ediyor diyebiliriz.
2000'li yılların başlarında göreli bir demokratikleşme yasalarla yapıldı ama bu gerçek anlamda demokratikleşmeyi getirmedi. AKP, biraz bezirganca, insan hakları üzerine siyaset yapıp puan toplamaya çalıştı. İyileştiriyormuş gibi yapıp gerçekte hiçbir şey yapmadı.
Zaten son dönemlerin antidemokratik ortamını anlatmaya gerek yok. Bugün fazişan uygulamalarla burun burunayız. Toplumun muhalif her kesimi hiç ayrım gözetmeksizin sürekli baskı altında. Üstelik kendi yasalarını, kanunlarını, hukuklarını çiğneyerek bunu yapıyorlar.
Eskiden istihbarat almak için insanlara fiziki işkence yaparlardı. Bugün yasadışı telefon dinlemeleri, ortam dinlemeleriyle istihbarat topluyorlar.
Dolayısıyla artık insanlara fiziki işkence yapmalarına, şiddet uygulamalarına gerek kalmadı. Şiddeti artık "bilinmeyen şiddet" haline dönüştürdüler. Artık görünmeyen devlet şiddeti uygulanıyor. (EKN)