Erol Önderoğlu 1996’dan beri tüm basın ve gazeteci cinayetleri davalarında, kitapların, şiirlerin, yazıların yargılandığı salonlarda Türkiye’nin ifade özgürlüğüne saygısına tanıklık ediyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün Türkiye temsilcisi ve 18 yıllık emekçisi, bianet’in BİA Medya Gözlem Raporları’nın raportörü olan Önderoğlu Türkiye’deki basın ve ifade özgürlüğü ihlallerini kendi gözleriyle takip ediyor, raporlaştırıyor, Türkiye ve tüm dünyayla paylaşıyor.
Bu çalışmaları sebebiyle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) 2014 TGC Basın Özgürlüğü Ödülleri’nden birine layık görülen Önderoğlu ile 18 yıllık tanıklığını konuştuk.
Erol Önderoğlu1969'da Erzincan'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi Bölümü'nü bitirdi. 1996'dan beri uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü Türkiye muhabiri ve temsilcisi olarak çalışıyor. 1999'dan beri İPS İletişim Vakfı'nın projesi olan bianet sitesinde, Hukuki Destek Masası koordinatörü, ifade özgürlüğü editörü ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. Halen bianet'te Medya Gözlem Raporları'nı hazırlıyor. |
Metin Göktepe'yle başlayan mücadele
1996’da Metin Göktepe’nin öldürülmesinden hemen sonra hem gazeteciliğe hem de RSF’deki çalışmalarına başladınız. O dönemi nasıl hatırlıyorsunuz?
Göktepe cinayeti aklıma geldiğinde o cinayetin aydınlatılması için gazetecilerin ve Türkiye’deki hak savunucularının nasıl etkili bir mücadele verdiklerini hatırlıyorum. O günkü duyarlılıkla bugünkü duyarlılığı örüyoruz.
O dönemde RSF bürosu aktif gazeteci mücadelesi için faaliyet gösteriyordu. Dolayısıyla Nadire Mater ile davaları izleme, duruşmaların duyurulması, araç tahsisi, örgütlenmesi gibi konularda aktif rol alıyorduk.
Bir de Göktepe cinayeti TGC’nin kararlı tutumu ve RSF’nin de davayı izlemesiyle hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda herkesin ilgi alanına girdi.
Duruşmaların izlenmesinde de gazeteciler ciddi irade gösterdiler. O zamanlar gazetecilerin, mesleğe ve birbirlerine bağlanma tarzı farklıydı, daha kararlılık gösterebiliyorlardı. Bir muhabirin, editörün, köşe yazarının Afyon’daki duruşmayı izlemeye gelmesi kolay değildi. Yani hareket alanları bugüne kıyasla çok daha iyiydi.
Ancak bu tür mücadeleleri çoklaştıramıyoruz.
Türkiye’de devlet mekanizmaları ödenen bedellerden ders çıkarmıyor. Basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü alanında benim hatırladığım 20 yıllık dönemde yapılanlara baktığımızda bugünkü ihlaller hayli hayli ortadan kalkmalıydı. Fakat hakların kağıt üstüne geçirilmesi, yahut düzeltilmesi yetmiyor.
Nasıl ki 1990’lı yıllarda askeri vesayetle yargı gazeteciler üzerinde baskı oluşturuyorsa, yirmi yıl sonra bugün de aynı yargı mekanizmaları medya üzerinde baskı uyguluyor.
Işık Yurtçu'nun özgürlüğü mücadelesi
Son 20 yıla baktığınızda sizi en çok etkileyen olay neydi?
Metin Göktepe cinayetinin peşine düşülmesinin yanı sıra tutuklu gazeteciler bakımından Işık Yurtçu’nun cezaevinden çıkarılmasıydı.
Yurtçu Özgür Gündem’de yazı işleri müdürüydü. Ben gazeteciliğe başladığımda, yine yayımlanan haber ve yazıları sebebiyle birkaç yıldır cezaevindeydi. Yurtçu olayı Nadire Mater’in Kürt medyası için nasıl didindiğini gösteren ilk örnekti. Çünkü insanlara sadece anaakımda değil, Kürt medyasında da gazetecilerin olduğunu anlatmaya çalışıyorduk.
Işık Yurtçu için yürütülen uluslararası kampanyalar Türkiye’deki anaakım medyayı da empati kurmaya itti. RSF Yurtçu’ya basın özgürlüğü ödülü verdi. Cezaevinde olan Yurtçu’nun mesajı Fransa’da okundu. Bu sayede uluslararası gazeteci kuruluşlarından oluşan bir heyet başbakanla görüştü, Meclis’te bu konuya dikkat çekildi. Ve çıkarılan bir af ile Yurtçu serbest kaldı. Yanı sıra cezaevindeki yazıişleri müdürüleri salıverildi, yargılamasını süren dosyalar da askıya alındı.
1990’larda en azından uluslararası alanda ses getirdiğimizde dinleniyorduk, Meclis’te kabul ediliyor, bir çözüm üretebiliyorduk. Bugün herhangi bir reform çalışmasında, hangi camiayı etkilerse etkilesin, herhangi bir sivil toplum kuruluşunun parlamenterler tarafından dikkate alındığını düşünmüyorum.
Genelkurmay Başkanı basın özgürlüğü düşmanı
1990’lardan bu yana Türkiye’deki basın ve ifade özgürlüğü ihlallerini dünyaya duyuruyorsunuz? Bununla ilgili hiç baskıyla karşılaştınız mı?
1990’lı yıllarda asker anaakım medyayı kontrol altında tutuyor, gazeteciler de Ankara bürokrasisine sıkı sıkıya bağlı bir pratik geliştiriyordu. Uluslararası örgütlere de bakış her zamanki gibi düşmancaydı.
2003 yılında, RSF, RTÜK ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ndeki asker etkisini kınamak için Türkiye’yi Dünya Basın Özgürlüğü Düşmanları haritası üzerine göstermiş, Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun fotoğrafını haritanın üzerinde yayınlamıştı. Haritada dünyadan başka liderler de vardı.
O dönemde askeri baskının nasıl olabileceğini tecrübe ettim. Çok sayıda telefon alıyordum. İşçi Partisi, Aydınlık gibi yayınlar, aşırı sağ ve hükümeti destekleyen gazete ve yayın kuruluşları RSF’yi manşetten düşürmüyordu.
“Siz nasıl olur Genelkurmay Başkanı’mızın, askerimizin resmini basın özgürlüğü düşmanı diye basarsınız” diyorlardı. Kıvrıkoğlu RSF’yi fotoğrafını izinsiz kullandıkları gerekçesiyle Fransa’da dava etti, RSF de karşı dava açtı. Kıvrıkoğlu o davada mahkum oldu ancak Türkiye’den hiçbir gazete bunu yazamadı.
2002'den 2006'ya AKP'nin değişen tavrı
1990’larından ardından 12 yıllık AKP döneminde girdik. Bu dönemde neler değişti, neler değişmedi?
AKP bir türlü bizim değiştirilmesini sağlayamadığımız “ayıplı TCK maddeleri” dediğimiz kanunlarda ifade özgürlüğü düzenlemelerine girişti. Bunlara dokunarak iktidara gelen AKP alkışlandı. 2002 ile 2005 arasında yargıya ilişkin uyum yasaları çıktı. Dolayısıyla AKP kağıt üzerinde bir şeylere girişiyordu, biz de uygulamada bir sorun olmayacağını düşünüyorduk.
Ama 2004 ve 2005’le birlikte yapılan TCK değişikliği ile tepkiler artmaya başladı. Bu dönem benim gözümde Türkiye sivil toplum hareketinin bu iktidar gözünde anlam taşımadığını gösteren en önemli örnek oldu.
Adliyeler önünde protestolar yapıldı, İstanbul Valiliği’nden Sultanahmete kadar yüründü. TCK’nin bu şeklinde 25’ten fazla basını kısıtlayan, cezaları arttıran maddelerin olduğu söylendi. Ama iktidar hiçbirine kulak asmadı.
2006’da Kürt Sorunu’nun kısa sürede çözülemeyeceğine dair kanaatle Terörle Mücadele Yasası daha da ağırlaştırılarak değiştirildi. Bunun ne kadar kötüye kullanılan bir düzenleme olduğu daha düne kadar tutuklu olan onlarca gazeteci olarak bize yansıdı.
"Araştırmacı gazetecilik bitirildi"
Gazetecilik ve medya açısından ne değişti?
Bir kere çok deneyimli adliye muhabirleri işten atıldı. Çünkü bu adliye muhabirlerinin ne zaman dosya çıkaracaklarını kontrol edemezsiniz. riskli unsurları ortadan kaldırdılar. Araştırmacı gazetecilik bitirildi.
Ananakım medyaya baktığınız zaman ekonomi haberlerine baktığınız zaman reklamla haberi ayırdedemiyebilirsiniz. Oysa dış haberlerine baktığınızdaysa Almanya’da falanca şirkete baskın düzenlenmiş, Fransa’da falan ilaç firmasının şeyleri göz altına alınmış gibi haberler okursunuz.
Türkiye’de karikatüral bir durum var. Sanki bu ülkede hiç mobbing, sendikasızlaştırma, sömürü, kayıt dışılık yokmuş gibi. Şirket icraatleri pek çok gelişmeyi görünmez kılar. Şirket kampanyaları, şirket birleşmeleri, sponsorluklar yayımlanıyor ama bunları medya hiç denetlemiyor. Dolayısıyla bugünün tabusu finans.
Yatırımların tıkırında olduğu bir dönemde Türkiye’de gerçekten araştırmacı gazetecilik yapan kişiler hain olarak nitelendirilebilir.
Son bir yılda medya da çok sarsıldı. Gezi direniş, devrilen canlı yayın araçları, telefon tapeleri… Bunlar okurda, izleyici de nasıl bir değişim yarattı?
Gezi, genel olarak politik dışlanmanın itirazıyla birlikte klasik siyasi partilerden umduğunu bulamayanların sokağa çıkmasıydı. Kendisini anaakımda göremeyen bu grup bu sefer de klasik yayıncılığı, bu mecranın ne kadar işlevsiz olduğunu hatırladı.
Anaakım medya da ilk birkaç günde ne kadar pasif olduğunu insanların gözüne soktu. Benim ablam Gezi olaylarını Fransa’dan öğrendi. Ama bizim ulusal medyamız Taksim Meydanı’nda ne olduğunu gösteremedi. Böyle olunca reaksiyon da orada geldi.
İnsanlar medyaya Taksim Meydanı’nda not verdi. Bu medya var, şu neden yok diye sordular. Aslında Gezi’de medyaya karne dağıtıldı.
Başbakan'ın davaları
Hazırladığınız BİA Medya Raporları’na gelirsek. 2014’ün ilk çeyrek raporunda ”Başbakan Üç Ayda İfade Özgürlüğü İhlallerinde Başrolde!” başlığı var. Bu ne anlama geliyor?
Erdoğan profilinde sadece bir şahıs yok. Hem bir şahış hem de sözünü ettiğim koalisyon hükümetlerinden bu yana rejimi dönüştüren bir kamu kişiliği var. Rapordaki gibi ihlallerde başbakanın belli başına bir ihlal parametresi haline gelmesi kolay bir şey değil.
Geçmiş iktidarlar döneminde de biz aynı raporu çıkarıyorduk ama hiçbir zaman bir başbakanın hem muhabir, hem karikatürist, hem köşe yazarıyla hem de medya patronuyla aynı anda uğraştığına tanık olmadık. Askeri vesayet döneminde dahi böyle değildi.
Başbakanın açtığı ceza davalarının haddi hesabı yok. Anadolu’da şehir şehir, yerel gazetecileri dava etmek için uğraşan avukatlar, Ankara’da zaten bürokrasi içerisinde, hizmetinde olan avukatlar, bunlar anlaşılabilecek şeyler değil.
"Gazete yönetimi vaktiyle takındığı tavrı unutamaz"
17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmalarının ardından medya ifade özgürlüğünü daha farklı tartışmaya başladı. Daha önce hükümet yanlısı yayın yapan Zaman, Samanyolu, bugün gibi yayınlar şu an basın özgürlüğü ihlallerini ön plana çıkarıyor, muhalif bir çizgide yer alıyor. Bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’de birçok şeyde olduğu gibi basın özgürlüğü meselesinde de günübirlik tavırlar var. Basın ve ifade özgürlüğünün politik süreçlerden, çıkarlardan ve dönemlerden farklı olarak savunulduğunu düşünmüyorum.
CHP, BDP ve diğer sol partiler tutuklu gazeteci meselesine birlikte sahip çıktılar ama bizim toplumumuz bakımından basın özgürlüğü mücadelesi tarihi çok geçmişe gitmiyor. Biz sadece tutuklu gazeteciler için örnek tavırlar geliştirebildik.
Ama unutmayalım ki Ahmet Şık ve Nedim Şener 6 Mart 2011’de tutuklandıkları zaman bugün onlara sahip çıkma konusunda tavır değiştiren, örneğin Zaman Gazetesi, o dönem bu iki gazeteciyi ve o mücadeleye destek verenleri damgalamıştı. RSF’nin 2003’te hedef gösteren Aydınlık ve grubu bugün kendi çevresinden gazetecilerin tutuklanmasıyla bizimle biraraya gelerek mücadele etti.
Fakat bu beş, on yılda bir değişen kafaları toplumsal kazanım olarak görmüyorum. Yurttaşın iki yıl öncesinde olanı hatırlamamak gibi bir hakkı olabilir ama gazete yönetiminin önceden aldığı tavrı unutma ve öz eleştirisiz taze yaklaşım sunma lüksü yok. Buna hakkı da yok. (EA)