Şiddete kısa bir ara verildi ve bir çok nedenle ziyaretler yapmaya başladık bölgeye. Urfa'yı, Mardin'i, Hasankeyf'i görüp büyülenmemek, Diyarbakır'daki hareketlilikten etkilenmemek mümkün değildi.
Şiddetin soluk aldırdığı o kısacık sürede bölgeyle ilgili başka şeyler de dikkatimizi çekmeye başladı nihayet. Türkiye'nin yıllardır bir türlü "modern dünyaya dahil olamamasının" nedenlerini barındıran kara kutu açılmıştı sanki. Öncelikle Güneydoğunun aslında genel olarak Ankara'nın doğusunun, yaşadığımız kentlerden ne denli farklı olduğunu gördük.
Turist olamadım!
Çok daha az gelirle, bizim katlanabileceğimizin çok daha altında hayat standartlarıyla yaşamakta olan yüzbinlerce insan vardı orada. Kimimiz, bölgede Türkçe bile konuşamayan insanların varlığına inanamadık.
Kadınların giysilerindeki renkler gözlerimizi şaşırtadursun, gözlerindeki hiç de tanıdık olmadığımız esrarlı derinlik içimizde bir yerlere dokundu.
Güneydoğuya hiç turistik amaçla gitmedim. Bunun hem büyük bir şans hem de şanssızlık olduğunu düşünüyorum. Şanssızlıktı çünkü orada olduğum günlerin akşamında, orada olmanın tadını çıkaramayacak kadar yorgun düşmüş oluyordum.
Sıcaktan, yolların tozundan, yaptığımız işten ama daha çok gördüklerimden. Aynı zamanda büyük bir şanstı, çünkü ne o coğrafyaya ne de orada yaşayan insanlara bir turist kadar yabancılaşacak konfora sahip değildim.
Ne renkler, ne "otantisite", ne de her adımımdan fışkırabileceğini hissettiğim tarihin büyüsüne kapılmadan, her an dışıma çarpıp içime dönen gözlerle izledim görebildiklerimi, orada olabildiğim zamanlarda.
Hem herkes biliyor hem de hiç kimse
Güneydoğu ile orada olmadığım zamanlarda bile oradaymış gibi iletişim kurabilmemi Melek Ulagay Taylan'ın, geçtiğimiz Kasım'da tamamlayıp hem Türkiye'de hem de Avrupa'da defalarca gösterilen "Karanlıkta Diyaloglar" adlı belgesel projesine borçluyum.
Proje için araştırma yapıyor, aynı zamanda çekimlere de yardımcı oluyordum. Kameranın önünde de arkasında da değildim. Yalnızca ona eşlik ediyordum. İnsanları, olup bitenleri gösterilemeyecek -bir film, öykünün yalnızca bir kısmıdır ve tamamını görmek için merakınızı kabartmak üzere yapılır- taraflarıyla da görme şansım oluyordu böylece.
Film töre cinayetleri hakkındaydı. Ve böylesi hassas bir konu hakkında film yapmak, yani insanlarla bu konuyu konuşmanın ötesine geçip, anlattıklarını milyonlarca insana aktarabileceğiniz olasılığıyla yaklaşmak inanılmaz bir deneyim.
Töre cinayetlerine sebebiyet veren "namus" hem herkesin bildiği hem de hiç kimsenin ne olduğu konusunda somut bir şeyler söyleyemediği, üstelik kadın-erkek ilişkileri gibi son derece özel bir alana değdiği için bir yabancı olarak dokunduğunuz zaman elinizi yakabilecek bir konu.
Hiçbirimiz yabancı değiliz namus kelimesine. Hepimizin namus dendiğinde aklına gelebilecek bir takım "kırmızı çizgileri" var elbette. Ama Anadolu'nun güneydoğusunda, neredeyse el değmemiş geleneklerin serpilip kurumsallaştığı bir bölgede çok daha kalın çizilmiş çizgiler arasında buluveriyorsunuz kendinizi.
Üstelik aynı bölge, çok uzun yıllardır yoksulluk ve şiddetle çetin bir imtihandan geçmekte. Dolayısıyla neredeyse yalnızca kırmızı çizgilerden örülmüş bir hayat karşılıyor sizi.
Öldürtülmek
Bölgeye henüz gitmeden gazete haberlerinden, mahkeme kayıtlarından, kitaplardan, anlatılanlardan, orada burada çıkan birkaç makaleden okuduklarım karşısında dehşete düşmemek mümkün değildi.
Namus cinayeti diye bir şeyden elbette haberim vardı. Kadınlar namusları kirlendiği, ailelerinin namusuna halel getirecek şeyler yaptıklarına inanıldığı anda en iyi ihtimalle şiddetin pek çok türüyle, en kötü ihtimalle de ölümle yüz yüze geliyorlardı.
Bunu biliyor ve kendi çapımda çok da içerliyordum. Ama, çoğu zaman çocuk yaşta bir kızın, bazen genç bir kadının kendi aile bireyleri, "baba" dediği, "amca", "hala", "dede" dediği, elini öptüğü, bir bardak su verdiği, evlerinde büyütüldüğü insanlar tarafından ölüme mahkum edilip, belki altını bezlediği, karnını doyurduğu, kucağında uyuttuğu, sırtında taşıdığı kardeşine, amca oğluna öldürtüldüğü gerçeğini hala aklım almıyor.
Şiddetin negatif mirası
Konuyla ilgili araştırma yaparken ekiple birlikte okuduğumuz pek çok makalede, bu cinayetlerin tarihsel, toplumsal, kültürel kökleri hakkında bir hayli bilgi sahibi olduk. Bölgede yaptığımız söyleşiler ise bu cinayetlerin tek sebebinin tarih ya da gelenekler olamayabileceğini gösterdi.
Şeyhlerin, bölgede yaşayan hatta bölgeden göç edip başka yerlerde yaşamını sürdüren ailelerin özel alanlarını nasıl düzenlediklerini, bu bakımdan ne kadar güncellenirse güncellensin medeni hukuk diye bir şeyin aslında suçlar işlenip hakim karşısına geçtikten sonra içinde boşluklar aranan bir örtüden, perdeden ibaret olduğunu da gördük.
Gördüğümüz bir başka şey de yıllar süren şiddet ortamında erkeklerin erkekliklerinin, kadınların kadınlıklarının sakatlandığı ve o şiddetin negatif mirasını temizlemenin o kadar da kolay olamayacağı idi.
Tam da biz bu araştırmayı yaparken, memleketin Adalet Bakanı memleketin meclisinden bütün bu cinayetlere sebep olan namus kavramını açıkça savundu. Sayın Bakan'ın söz konusu konuşmasının çeşitli versiyonlarını, cinayetleri işleten ailelerin ve işleyen çocukların avukatlarından müteaddit defalar duyduk.
Avrupa Birliği (AB) uyum süreci olmasaydı, namus, cinayete biçilen cezadan kaçmanın en kestirme yolu olarak varlığını sürdürmeye devam edecekti. Emine Kızılkurt olmasaydı, küçücük bir kız çocuğunun maktul, Güldünya olmasaydı 18'ini doldurmamış bir oğlan çocuğunun katil ilan edildiği aile meclislerini hiç sorgulamayacaktık.
Şemse Allak olmasaydı, belki de bu cinayetler karşısında nerede durmamız gerektiğini hiç sorgulamayacaktık. Ve eğer onlar ölmeseydi, hiçbir şeyden, en çok da onların varlıklarından habersiz yaşamlarımızı sürdürmeye devam edecektik.
Nüfus cüzdanları bile yoktu
Beni en çok etkileyen şeylerden biri, Karanlıkta Diyaloglar'a konu olan Şemse Allak ve Emine Kızılkurt'un birer nüfus cüzdanlarının bile olmayışıydı.
Şemse, taşlanarak öldürülmeye çalışıldıktan ve öldü zannedilerek Mardin'in yanı başındaki Yalım'ı çevreleyen kayalıklarda terk edildikten sonra Diyarbakır Kadın Merkezi (KAMER) sahip çıkmıştı ona ve hastaneye kaldırıldıktan sonra valiliklerin ve nüfus müdürlüklerinin yardımıyla bir nüfus cüzdanı ve bir yeşil karta sahip olabilmişti.
Kendinde değilken, ölümün eşiğindeyken kimliklendirilmişti ve ne zaman Şemse'nin kimliğine baksak görebildiğimiz şey, yaralı yüzü, tıraş edilmiş saçları, burnuna iliştirilmiş oksijen cihazı ve kimliğin üzerindeki damgada silik bir kırmızıyla seçiliveren T.C. ibaresiydi.
Emine Kızılkurt, 1988'de doğmuştu. Amcasının oğluyla evlendirilmeyi kabul etmediği için başına gelen bir dizi olaydan sonra, evlenmeyi reddettiği amca oğlu tarafından boğularak öldürülmüştü.
Maksat fotoğraf olsun!
Filmde kullanmak üzere Emine'nin bir fotoğrafına ulaşmaya çalıştık haftalarca. Gazetelerde bir fotoğraf vardı ama ikna olmadık fotoğraftakinin Emine olduğuna. Çünkü Emine 14 yaşındaydı, ama Emine diye bize sunulan kadın en az 30 gösteriyordu.
Sonra fotoğrafın yayınlandığı gazetelerden birini aradık, bu fotoğrafın aslı nedir diye sormak için. Aldığımız cevap yeni ve çok yüzlü bir dehşet kapısını daha araladı. Fotoğraftaki Emine değildi. Kim olduğunu da bilmiyorlardı.
Ama haberde bir fotoğraf kullanmaları gerekiyordu. Onlar da Güneydoğulu herhangi bir kadının fotoğrafını yerleştirmişlerdi sayfaya. Emine, 14 yaşında öldürülmüştü ama Güneydoğulu herhangi bir kadındı. Bunu atlatmaya ve gazetecilere kızmaya devam ederken, Emine'nin ölüm kararını veren ve tamamı mahkum edilen aile meclisinin avukatına ulaştık.
Avukat bize Emine'nin hiç fotoğrafı olmadığını söyledi. "Kimliğinde de mi yoktu" dedik. "Kimliği yoktu ki" cevabını aldık. Sözün kısası, Emine ölmeseydi hiç var olmayacaktı.
Bazı adımlar atılıyor şimdi
Son yıllarda sevindirici olan tek şey var. O da konuya olan hassasiyetin artması. Sivil toplum örgütleri bu konuda ellerinden geleni yapıyorlar ve hem ulusal hem de uluslararası düzeyde aldıkları destek giderek artıyor.
Medya bu konuda nasıl davranacağına ilişkin biraz da olsa fikir sahibi olmaya başladı. Nedeni kendi vicdanları değil, AB bile olsa memleketin meclisindeki adamlar bazı adımlar atıyorlar, dahasının atılması için de çabalar sürüyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde konuyla ilgili bir araştırma komisyonu kuruldu ve komisyona başkanlık eden Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin genellikle doğru şeyler söylüyor.
Sözler hiç bitmeyecek gibi
Ben bütün bu kolektif çabanın belgesel film kısmında yer alabildim. Melek Taylan'a böylesi bir filmi her türlü sorumluluğu üstlenerek yapması nedeniyle pek çok kişi teşekkür etmiştir.
Kendi adıma bana Anadolu'nun güneydoğusunda Mezopotamya manzarasından, binlerce yıllık tarihten, kadife elbiselerin muhteşem renklerinden çok daha fazlasını görebilmeme olanak tanıdığı için teşekkür ediyorum.
Melek Taylan, filmin ilk gösteriminden önce yaptığı konuşmada Karanlıkta Diyaloglar'ın kendi görebildiklerinden ibaret olduğunu, bu konuda daha çok film yapılması gerektiğini söylemişti.
Şimdi de belgesel film alanında çalıştığını bildiği hemen herkesi bu konuyla ilgili bir şeyler yapmaya ve arzu edenlerle elinde ne varsa paylaşmaya devam ediyor.
Ne iyi ki "Karanlıkta Diyaloglar" da çoğalıyor. Ne kötü ki şiddet varlığını sürdürüyor ve söylenecek şeyler hiç bitmeyecek gibi. /AÇ/BA)