Haberin İngilizcesi için tıklayın
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği tarafından düzenlenen “Faili Meçhul: Gazeteci Cinayetlerinde Cezasızlıkla Mücadele” isimli panel dün akşam İstanbul'daki İsveç Başkonsolosluğu’nda gerçekleşti.
2017’nin Ekim ayında aracına yerleştirilen bombayla öldürülen Maltalı araştırmacı gazeteci Daphne Caruana Galizia’nın oğlu Matthew Caruana Galizia; yine aracına konulan bombayla öldürülen gazeteci Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu; vurularak öldürülen gazeteci, yazar Musa Anter’in oğlu Dicle Anter ve gözaltında öldürülen gazeteci Metin Göktepe’nin ablası Meryem Göktepe, faili meçhul cinayetlerde cezasızlıkla mücadele etmek için neler yapılabileceğini tartıştılar.
(Soldan sağa) Matthew Caruana Galizia, Özge Mumcu Aybars, Meryem Göktepe, Dicle Anter ve Caroline Stockford
Panel, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği Direktörü Barış Altıntaş ve İsveç Başkonsolosu Therese Hyden’ın konuşmaları ile başladı.
Panelin kolaylaştırıcılığını, Uluslararası Basın Enstitüsü Türkiye Savunu Koordinatorü Caroline Stockford üstlendi.
“Devletten koruma istedik, ölümüne yine devlet yol açtı”
Matthew Caruana Galizia, annesinin öldürülmesini şöyle anlattı:
“Annem ülkedeki yozlaşmış polisler, milletvekilleri, bakanlar, şirketler hakkında araştırma yapan tek gazeteciydi. Onu durdurmak için birçok kez tehdit ettiler, meslek hayatında yalnızlaştırdılar, bankadaki paralarını dondurdular. Hiçbir çaba onu durdurmaya yetmedi. Onlar da öldürdüler.”
Caruana Galizia’nın arabasına bomba yerleştirdiği ve patlattığı iddia edilen üç kişi tutuklu olarak yargılanıyor ancak öldürme emrini kimin verdiği hala meçhul. O yüzden Türkiye’de sayısız kez yinelenen soru bu kez Malta’da yankılanıyor: “Daphne’yi kim öldürdü?”
“Devletten annemi korumasını istemiştik. Ancak onun ölümüne yol açan gene aynı devletti. O yüzden şu anda uluslararası kurumların desteğine dayanmaktan başka bir çaremiz kalmadı” diyen Matthew, bu süreçte gazetecilerden aldığı desteğin de çok anlamlı olduğunu belirtiyor:
“Annemin ölümünden sonra yaklaşık 45 gazeteci bizimle irtibata geçti ve gönüllü olarak hem annemin ölümünü hem de öldürülmeden önce araştırdığı konuları araştıracaklarını söylediler. Farklı kanallarda çalışan kişiler gönüllü olarak bir araya gelip bunu yapacaklar. Bu, bizim için büyük bir destek oldu.”
“Asıl önemli olan fikirlerinin yaşaması”
Daha sonra söz alan Özge Mumcu, 1993 yılında Ankara’daki evinin önünde suikasta uğrayan babası Uğur Mumcu’nun ölümünün ardında kimin olduğunun hala açığa çıkmadığını anlattı.
“Bizler Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nı kurarken, ölüm bir son mudur diye düşündük. Sonrasında ne yapılabilir üzerine çalışmaya başladık” diyen Mumcu, fikirlerin ölmeyeceğini, araştırmacı gazeteciliğin zor zamanlar geçirse de devam edeceğini belirtti:
“Babam öldükten sonra çeşitli devlet yetkilileri ‘Baban da arı kovanına çomak soktu’, ‘Bizden koruma istememişti’ gibi ifadeler kullandı. O gün bunları söyleyenler bugün yok ama babamın ismi ve topluma mirası kalıyor. Dava sürecini atlattıktan sonra asıl önemli olanın, fikirlerinin yaşamaya devam etmesi olduğunu gördüm.”
“Karalama kampanyalarına maruz kaldık”
1996 yılında haber yaparken gözaltına alınan ve öldürülen gazeteci Metin Göktepe’nin ablası Meryem Göktepe ise dava sürecinde yaşadıkları zorlukları anlattı.
Devlet yetkililerinin önce Metin Göktepe’yi gözaltına aldıklarını yalanladıklarını belirten Meryem Göktepe tanıkların bunu doğrulaması üzerine kardeşi hakkında çeşitli karalama kampanyaları yürüttüklerini belirtti:
“Önce Metin Göktepe gazeteci değildi gibi bir kampanya başlattılar. Sonra dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar onu ‘terörist olmakla’ suçladı. Biz de bir yandan onun gazeteci olduğunu bir yandan da duvardan düşüp ölmediğini savunmaya çalıştık.”
Her ne kadar ölümünden sorumlu olan beş polis, bir yıl sekiz ay hapis yattıktan sonra afla serbest bırakılsalar da bu süreçte sorumluların bulunmasının ardındaki en büyük etkenin yakınlarının ve dönemin gazetecilerinin yılmadan olayı araştırması ve üstüne gitmesi olduğunu ifade etti.
“Ülkenin 55 yıllık tanığıyım, sanığıyım, davacısıyım”
1992 yılında Diyarbakır’da suikasta uğrayan Musa Anter’in oğlu Dicle Anter “Babam ‘bu ülkenin 55 yıllık tanığıyım, sanığıyım, davacısıyım’ derdi. Böyle bir insanın yaşamasına tahammül edemediler” şeklinde anlatıyor babasının öldürülmesini.
Dicle Anter “Konu devletse gerisi teferruattır” cümlesinin bir hayalet gibi adalet dünyasında dolaştığını söyledi ve bu anlayışa karşı mücadele edilmesi gerektiğinin altını çizdi:
“1909’dan beri faili meçhul cinayetler işleniyor. Bizim karşımızda AKP, CHP gibi partiler değil bir sistem var. Biz bu sisteme karşıyız. Bir ülkede faili meçhul cinayetler işleniyorsa orada hukuk sorunu var demektir. Hukuk sorunu olan bir yerde de demokrasi olamaz” diyen Anter, bir ülkenin ilerlemesi için muhalefetin şart olduğunu bunun da en iyi gazeteler vasıtasıyla yapılabileceğini belirtti. (EÜ/AS)
TIKLAYIN - Metin Göktepe Cinayeti