"Çerçialan" adlı dosyasıyla 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülüne layık görülen ve Varlık Yayınları tarafından Kasım 2016'da yayımlanan kitabıyla okurlarla buluşan Gamze Arslan, Can Yayınları tarafından basılan ikinci Kitabı "Kanayak" ile geçtiğimiz ay raflarda yerini aldı.
Gamze Arslan ile Kanayak'ı ve dahasını konuştuk.
İlk kitabınız "Çerçialan"dan Kanayak'a kadarki süreç sizin için nasıl geçti?
İş hayatından koptuğum ve uzak durduğum bir dönemdi. Birtakım endişelerim oldu haliyle.
İlk kitabın üstüne çıkabilecek miyim, kendimi tekrar etmeden yeni bir kanala girebilecek miyim gibi sorular vardı kafamda. Bu endişeler ilk kitapta daha silik ve zayıftı.
Çünkü fazla kişiye ulaşamayacağımı düşünmenin getirdiği bir tür acemilik baskın gelmişti. Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri'ne de dosyamı yolladığımda "Beni kim görecek ki jüri dışında" diye düşünmüştüm kendimce, ki bunun da rahatlatıcı bir etkisi olmuştu elbette.
Ama Çerçialan 3. baskıyı yapınca -hatta yakın zamanda 4. baskıyı yaptı- birden sorular kafama üşüşmeye başladı. Acaba yazdığımın üzerine bir şey koyabilecek miyim? Ya tekrara düşersem?
Üslup bulma arayışındaydım ki hâlâ üslubumu yazarak arıyorum diyebilirim. İşte bu bahsettiğim kaygılar hâkimdi ama bu kaygıları negatif bir alandan doğru kanala sokarak yazımın da beslenmesine olanak sağladım. Dolayısıyla kurmak istediğim dil ve dünya için çok çalıştım.
"Senaristlik edebiyat için tehlikeli bir alan"
Bu süreçte çalışmadığınızı söylediniz. Aynı zamanda senaristsiniz. Senaristliğinizin edebiyatınızla ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Senaristlik, edebiyat için tehlikeli bir alan. Kimileri için senaristlik bir yazı pratiği olarak algılansa da gerçekten birbirlerinden çok farklılar. Senaryo çok çabuk tüketilen bir şey, özellikle televizyon için yazılan senaryolar böyle.
Hele ki televizyona yazarken bize uygulanan sansürün varlığı ister istemez "Edebiyatta da ben bunu kendime uygular mıyım?" diye endişelendiriyor insanı.
Senaristliğin öykü kurgusuna elbette katkısı olabiliyor ama dil söz konusu olduğunda oldukça tehlikeli olabiliyor öykü için. Öykü yazarken senarist tarafımı sürekli kendimden iterek uzaklaştırıyorum diyebilirim.
"Kendime otosansür uygulamıyorum"
Gamze, olarak kendi hayatınızda sansürün karşılığı nasıl?
Belki de iş hayatında çok fazla sansür uygulandığı için kamusal alanda ve edebiyatta otosansür uygulamıyorum kendime. Hatta sesim daha gür çıkıyor da diyebilirim.
Bunu bile isteye çıkarıyorum. Fakat bu gür çıkan sesin yazıda bir tür ajitasyona kaymamasına da oldukça dikkat ediyorum.
Kanayak'ı ne kadar sürede yazabildiniz?
Kanayak'ın çıkma süreci yaklaşık iki buçuk sene sürdü aslında. Elimde Çerçialan'dan sonra yazdığım öyküler vardı. Bazılarını dergilere göndermiştim de hatta. Ama bu öykülerin hepsini kullanıp kullanmama konusunda çok emin değildim.
Artık bir dosya zamanının geldiğini hissettim aldığım notlardan ve masanın başına oturdum. Yazma sırasında bir tür kampa sokuyorum kendimi. Kısa sürüyor ama o noktaya gelene kadar olabildiğince dolmuş oluyor zihnim.
Yazma ve oluşma süreçleri bu anlamda çok başka işliyor bende. Kanayak'ta da, Çerçialan'da da böyle oldu diyebilirim.
"Kapalı kalmayı tercih ediyorum"
Bunun gerekçesi nedir?
Yazıyla sürekli bir üretim hali üzerinden bağ kurmuyorum. Üretim sürecim daha çok dönemsel. Kendimi beslemeden, durup kendimi dinlemeden hemen kaleme almayı tercih etmiyorum. İki kitap arasındaki süreçte dergilerden öykü isteyenler de oldu, verdiğim dergiler de oldu içlerinde.
Ama okura ulaşan büyük dergiler yerine daha küçük ve varlığını sürdürmeye çalışan dergileri tercih ettim hep. Ama yine de dergilere öykü yollamayı çok seven bir yazar değilim galiba.
Çünkü beslenmeden yazdığım şeylerde ciddi bir tatminsizlik yaşıyorum, bu nedenle de kendi sürecimde kapalı kalmayı tercih ediyorum. Biriktirerek ve yaşayarak, hemen akabinde kâğıda aktararak.
"Yazarken hep kafamda olan babaannemin silueti..."
Kanayak'ta bazı tekrarlar, bazı nesneler üzerinden kurulan dil, kitabın genel atmosferi içinde bir melodi yaratmış gibisiniz. Bu melodik atmosferi konuşabilir miyiz?
Bu beslendiğim kültür, Aleviliğin samah ritimleri ve çocukluk seslerinin oluşturduğu bir melodi galiba. Çocukluğumdan gelen samah ve deyiş ritimleri bir yerlerde saklı durmuş ve yazarken o yerden çıkıp dile nüfuz etmiş sanki.
Samah hareketlerinin bölümleri, parçalanışı, ritmi, uzaklaşması, yakınlaşması ve devam edişi var. İkinci kitapta özellikle bu kadar açığa çıkmasının sebebi, bu kitabın daha otobiyografik ögeler taşıyor olmasından da kaynaklanıyor. Kanayak'ı yüz yaşına basmak üzere olan babaanneme ithaf ettim.
Babaannem kafamda hep samah dönen bir kadındı. Hâlâ da öyledir. Yazarken hep kafamda olan babaannemin silueti, beslendiğim kültürün ritimleriyle birleşince kitaptaki melodi oluştu. Kesinlikle müzik ile ilişkimden dolayı bu.
Yazarken müzik dinler misiniz? Mesela Kanayak'ı yazarken müzik dinlemeyi tercih mi?
Kanayak'ı yazarken büyük bir bölümünde tek bir besteci bana eşlik etti. Jean Sibelius. Sürekli onu dinledim. Belki bir öyküyü yazarken dinlememişimdir o da "Hamra Beyoğlu'nun Kıyafetleri". O öykü bu besteci ile kendini yazdırmadı ve ilginçtir yazıdan o an kopmamak için önüme gelen ilk şarkıya tıkladım ve çıkan müzikle yazmaya devam edebildim.
Öykü bittiğinde dinlediğim kimmiş diye baktığımda Le Trio Joubran olduğunu gördüm. Geleneksel Filistin müziğini ut ile icra eden bir grup ve "Hamra Beyoğlu'nun Kıyafetleri" öyküsünün dünyası ile iç içe geçmiş oldu benim kafamda.
Hoş bir tesadüf ve birbirini çağırma durumu oldu diyebilirim.
"Karakter her şeyi ele geçirince..."
Kanayak'ın melodik atmosferinden az evvel bahsetmiştik. Buradan yola çıkarak "Kız Sen Kilo mu Aldın?" ve "Eğe" dışındaki öykülerde karakterlerin kendi geçmişlerine dönük olmaları kurgu için birer enstrüman diyebilir miyiz?
Kesinlikle. Aslında yazarken özellikle tercih ettiğim bir şey değil. Zaten yazarken kimi karakterler kendi geçmişini sen istemesen bile sana kurdurtuyorlar.
O an zaten karakter her şeyi ele geçirdiği için sen buna dirensen bile kendi hikâyesinde geçmişini çağırıyor. Şu an teknik bir şeyden bahsediyorum.
Karakterlerin geçmişleri metnin bir kısmında belli bir yolla gelerek anlatılıp, ardından metinden çekip gitmiyor. Zaten karaktere sarmalanmış olan geçmiş, her adımında yavaş yavaş çözülüyor.
Bazen seçtiği kelimelerle oluyor bu, bazen temas ettiği herhangi bir şeyle. Karanlık öyküler gibi dursalar da karakterlerin içinde bulundukları durumlardan haz almayı başarabilmeleri ya da buna çabalamaları dikkat çekiyor.
Galiba dilin kullanımıyla ilgili bu durum. Karakterlerin yaşadıkları sert durumlara rağmen yaşamı çağıran haz duygularının açığa çıkması dili olabildiğince yalın kurmaya çalışmamla ilgili olabilir.
Vahşi, sert olanı, kapalı kapılar ardında anlatılamayanı yazmaya niyetlendiğimde çok fazla içeriye dönmem gerekiyor. Dil de bu noktada kendini dışa, kabuğa doğru itiyor. Belki de bu şekilde ajitasyona kapılmadan aktarım sağlanabiliyor diye düşünüyorum.
"Bakıyorum ama başka yerden"
Dış kabuğa yaklaşmak, dediniz. Bu konuyu konuşarak aslında Kanayak'taki gerçeküstücülüğün ve toplumsal gerçekçiliğin vurgusunu da yapmış oldunuz.
Kesinlikle. Tamamen gerçekten besleniyorum.
Gerçeğe bakıyorum ama başka yerlerden. Bu atmosfer de öyle ortaya çıkıyor.
Galiba dünyayla kurduğum bağ ve onu algılayış biçimim de böyle.
Gerçeğin üzerine başka bir şey giydirmek, onu başka biçimlere sokmak, ona dışarıdan bakabilmek. Dünyaya en iç noktasından bakmaktansa bir anlık dışarı sıçramaya çalışıyorum.
Mesela kadın meselesinde şiddete tanık olup içeriden yazmıyorum, dışına çıkıp, başka biçimlerde onu tahayyül ederek kalemi elime alıyorum. Kabuğa yaklaşmak, hem dilde hem de gerçekliğin kurgulanış biçiminde.
"Biraz Ortaçağdaki bir cadı..."
Mesela ilk öykü "Manıklar"daki Sütleğen karakteri diğer öykülerde de hep fonda duruyor gibi. Kendisine kitapta bu kurduğunuz dilin de temsili denilebilir mi?
Aslında haklısın. Sütleğen benim kafamda biraz Ortaçağdaki bir cadı, biraz da Teiresias bilgeliğinde ve cinsiyetsizliğinde bir karakter. Dişil olan da eril olan da onda gömülü sanki.
Kız çocuklarını tırına katıp kurtarırken kendi çerçevesini kırıyor ve sanki kitabın bütününde o tırla hareket ederek hikâyeleri sonlanan karakterleri de o tırın arkasına alıyor. Bu nedenle erkek ve kadın anlatıcıların olduğu öykülerde hep Sütleğen'in sesi fonda duruyor belki.
"İstediğini duysun, alsın..."
Mekânsızlık, dilsizlik belki kimi öykülerde isimsizlik özellikle yaratmaya çalıştığınız, kurguladığınız hâller miydi?
Özellikle diyemeyeceğim sanırım. Galiba bir okur olarak da beni etkileyen bir şey bu. Mekânsızlık ve karakterlerin belli bir yerde değil de evrensel olanda çınlayabilmesi.
Sanki okur için özgür bir alan yaratıyor bu durum, adlandırdığım ve sınırlandırdığım anda okuru da o dar alana hapsediyor gibi hissediyorum kendimi. Dediğim gibi bilinçli olarak yaptığım bir şey değil bu. Ama illa bir karakter ismi kullanacaksam çok aşina olmadığımız isimleri tercih ediyorum.
Okuru bu isimlerle de sınırlandırmak istemiyorum. İstediğini duysun, alsın oradan okur.
"Başka noktalardan aktarmaya çalışıyorum"
"Ben Evlat Kız Evlat!" ve "Tamam Şimdi Buldum" öykülerinde baskın olarak anne-kız meselesi işlenmiş. Bu mesele aslında bakıldığında bilindik, üzerine çok kez düşünülmüş ve yaratılarla da yeniden insanlara aktarılmaya çalışılmış bir mesele. Bu benzer meseledeki öyküleri farklı kılmayı sağlayan durumlar nelerdir?
Galiba anne-kız ilişkisini, yüzleşmesini ya da hesaplaşmasını doğrudan değil nesneler aracılığıyla yaparak farklı bir tını bulmaya çalışıyorum. Mesela "Ben Evlat Kız Evlat!" öyküsünde anne ile yüzleşme kız çocuğu rüyada olmasına rağmen doğrudan değil de belli nesnelerle yapılıyor.
Ağda ve sandık özellikle bu öykü için anne-kız ilişkisini sorgulatan iki önemli şey. Ağda anne ve kız çocuğu arasındaki bebeklikten sonra kurulan ilk çıplak bağ bana göre. Kız çocuğu hormonların etkisiyle vücudundaki tüylenmeyi anneye gösterdiğinde ve kadın olduğunu ima ettiğinde anne tarafından ağdanın acısıyla ehlileştiriliyor.
Ya da kız çocuğu annenin canını yakmak için anneannenin verdiği tek hediye olan sandığın da değersiz olduğunu anneye gösteriyor. "Tamam Şimdi Buldum" öyküsündeyse kendisini neden sevmediğini anlayamadığı annesine bunu doğrudan soramıyor kız çocuğu. Annenin beyninden çıkan parçayı eve götürüp, o parça ile konuşarak bunu anlamaya çalışıyor.
Ve yine aynı öyküde babanın gösterdiği şiddetten anneyle birlikte nasibini almış semaver ile konuşarak annenin duygusunu anlamaya çalışıyor kız çocuğu.
Nesnelerin ilişkilerde dile geldiğinde neler söyleyebileceği üzerine düşünerek, anne-kız ya da baba-erkek çocuk ilişkilerini başka noktalardan aktarmaya çalışıyorum.
"Yazarın hata yapmasını beklerim"
"Edebiyatın dönüştürücü gücü" özellikle son zamanlarda bahsi edilmeden geçilemeyen, vurgusu yapılan bir konu hâline geldi. Bir eser yaratılırken "edebiyatın dönüştürücü gücü" merkezde tutulmalı ya da yazar, yazma atmosferinde bunu bir temenni olarak illa barındırmalı mı? Bunun sizdeki karşılığı nedir?
Yazar olarak dünyayla bir derdim olduğu, bahsettiğim meseleler bende gedikler açtığı için öyküler böyle yazılabiliyor.
Şöyle bir kaygıyla yazmıyorum asla: "Öyle bir şey yazayım ki birine etki etsin" ya da "Aaa öyle bir şey yazayım ki, okur kendi hayatımda da ben bunu yaşıyorum" desin. Bunların önüne geçmeye çalışıyorum aksine. Okurla uzlaşan bir yazar ve yazarla uzlaşan bir okur değilim. Yazarın hata yapmasını beklerim, yazmak benim için de öyle bir şey çünkü.
Kusursuz, itina ile yazılmış temiz metinlerdense, yazarın hatalarının aradan göz kırptığı metinlerle daha çok bağ kurabiliyorum. Çünkü bana göre edebiyat yaşayan bir şey ve her biçime, kalıba sokuluşunda kendinden bir şeyler yitiriyor, o canlılığı sönüyor sanki.
"Bizim kuşağın kadın dayanışması artıyor"
Son dönemde neler okudunuz?
Mevsim Yenice'nin "Bilinmeyen Sular"ı, Polat Özlüoğlu'nun "Peri Kızı Af Buyrun"u. Neredeyse aynı anda kitaplarımızın çıktığı arkadaşlarım iki yazar da.
Polat Özlüoğlu'nun kadınları bu kadar sağlam aktarabilmesinden çok etkilendim. Aslında sadece kadını da değil cinsiyetin kendisini yüreklilikle tartışması beni inanılmaz etkiledi.
Aynı şekilde Mevsim Yenice'nin "Bilinmeyen Sular" kitabında aidiyetsizlik meselesinin nesneler aracılığıyla aktarımı, suyun izlek olarak her öyküde bambaşka şekillere girerek ilişkileri temsili çok güçlüydü.
Yine son dönemde Elizabeth Harrower'dan "Kimi Muhitlerde", Ralph Rothmann'dan "Genç Işık", Albert Sánchez Piñol'den "Soğuk Deri"yi okudum. Şu an ise Adam Kirsch "Küresel Roman: 21. Yüzyılda Dünyayı Yazmak" adlı kitabı okuyorum.
Edebiyattaki dayanışmanın sizdeki karşılığı nedir?
Özellikle bizim kuşağın genç kadın yazarları arasında bir dayanışmanın olduğuna ve gitgide güçlendiğine inanıyorum. Hepimizin ikinci kitapları yaklaşık iki senelik aradan sonra bu sene neredeyse aynı zamanlarda çıktı. Bu bir tesadüf olmamalı. Bence tam olarak ülkenin durumunun da bu zamanlamada bir etkisi var.
Özellikle son iki yıldır ülkemizde başta bir kadın olarak yaşadığımız her şey sesimizi çıkarmaya götürmüş sanki bizi. Kadın cinayetleri, çocuk istismarları, kadının toplumdaki ve ev içindeki yaşantısının erk tarafından artık tamamen yok edilmeye çalışılması bizi yazmaya itmiş sanki. Tuttuğumuz nefesler, kelimeler bu iki yıllık süreçte aynı anda patlayıvermiş.
"Galiba kadın yazar olma durumu hep hissettirilecek"
Tam bu noktada sorayım, Edebiyat mesainizde "kadın yazar" olduğunuz hissettiriliyor mu?
Kesinlikle sürekli hissettiriliyor. Kadın yazınının tekrardan güçlü bir şekilde sesini bulup geldiğini hissediyorum. Bu da erk üzerinde güçlü bir korku ve endişe yarattığı için bu sesin sürekli bastırılmaya, susturulmaya çalışıldığını düşünüyorum.
Mesela kadın karakterin bedeninin parçalarını, kalça, meme diyerek yazdığım için beni ahlaksız ve basit olmakla suçlayan bir eleştiri yazısı okudum ilk kitaptan sonra. Ya da çok yakın zamanda kadın yazarlarla yapılan "Kadın yazarlar için kendine ait bir odadan söz edebilir miyiz?" soruşturmasında sosyal medyada erkeklerden gelen "Bizim de bir odamız yok, biz de çalışıyoruz ve zamanımız yok ama yazıyoruz yine de" şeklinde yorumların yapıldığını fark ettim.
Meselenin tamamen dışında ve yine erkek dilinin yarattığı alaycı şiddeti gösteren yorumlardı bunlar. Galiba kadın yazar olma durumu hep hissettirilecek ama kadınların sesinin artık daha da güçlü bir şekilde yankılanmaya başladığına inanıyorum ben.
Gamze Arslan hakkında1986 yılında Ankara'da doğdu. Hacettepe Felsefe Bölümü'nün ardından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat dalından mezun oldu. Çerçialan adlı dosyasıyla 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülüne layık görüldü. Bu dosya, Varlık Yayınları tarafından Kasım 2016'da kitap olarak yayımlandı. 2019 Haziran ayında Kanayak adlı öykü kitabı Can Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. İstanbul'da yaşıyor, dramaturgluk ve senaryo yazarlığı yapıyor. |
(AÖİ/PT)