Bunun da adını koyalım: Sürdürülebilir (şimdilik) hegemonya krizi. Bu durumda sorularımız şunlar: Okul ve gençlik içinde belirginleşen bu krizin siyasal sonuçları üzerinde odaklandığımızda ve aslında Fransa'yı da kasıp kavuran gençlik eylemlerinin taleplerine ya da dünyanın farklı bir bölgesinde, Arjantin'de ayağa kalkan üniversite öğrencilerinin seslerine kulak verdiğimizde, hep aynı çelişkinin farklı biçimlerde görünür hale geldiğini söylemek çok mu iddialı olur? Kapitalizmin ulusötesileşen fay hatları, yarattığı tüm çelişkilerle birlikte bir şekilde "okul" aygıtının, "müfredat"ın ve öğrencinin içinden geçmiyor mu şu günlerde?
İlköğretim ya da lise öğrencilerinin birbirlerine artan oranda şiddet uygulamaları, öğretmenler üzerinden gelen sembolik şiddet, aile içinde belirginleşen şiddet, toplumda kendi kuralları, yargıları, suç ve cezalandırma mekanizmaları açığa çıkan, devlete yatay ve dikey "örgütlenmeler". Bunların güncel devlet olgusuna dair söyleyeceklerimize katkısı yok mudur?
Kuşkusuz var. Bu süreci anlamak ve yerli yerine oturtmak için önce biraz geriye dönelim ve 2000 ve 2001 yıllarında yaşanan Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizinin ardından gelen gelişmelere bakalım. Birincisi, kriz sonrası süreçte genç işsizlerin sayısında büyük bir patlama yaşandı. Bugün işsiz nüfus içinde genç işsizlerin oranı yüzde 20'ye yakın ve bu oran eğitimli işsiz kesim içinde yüzde 32'lere tırmanıyor. (1)
İkincisi, kriz sonrası yeniden yapılanma sürecinde Türkiye, açık biçimde uluslararası kapitalizmin aşırı sermaye birikimi sorununu ortadan kaldırmak için gözle görünür bir sermaye ihracı alanı haline geldi. Bu süreçte Türkiye kapitalizmi, dönüştürülen devlet aygıtı eliyle hem uluslararası kapitalist güç ilişkilerine daha da bağlandı hem de piyasada ayakta kalabilecek sermayedarların sayısı giderek azaldı, tekelleşme büyük boyutlara ulaştı.
Üçüncüsü, bu süreçte iktisadın krizinin giderilmesi için ortaya konan acı reçetelerin faturası, krizle birlikte daha da yoksullaşan kitlelere kesildi. Bu olgu, tüm dünyada ama özellikle de gelişmekte olan dünyada uluslararası mali sermayenin saldırısı, neoliberalizm ve özelleştirme ile belirdi. David Harvey'in Yeni Emperyalizm adlı yapıtında ifade ettiği biçimiyle, "el koyarak birikim" ya da "mülksüzleştirerek birikim" stratejisi ile, Marx'ın sermayenin doğuş sürecinde kan ve ateşle yazıldığını belirttiği ilkel birikim güncelleşerek yeniden beliriyordu. (2) El koyarak birikim sürecinin temelinde özelleştirme, başıboş uluslararası mali sermayenin spekülatif etkinlikleri ve neoliberalizm yatmakta. Ve el koyarak birikim stratejisinin işleyişi ortaya konmadan, okulda yaşanan hegemonya krizinin kodları da kavranamaz.
Bunu Türkiye pratiğinde kavramak için AKP döneminde gerçekleştirilen özelleştirmelere bakmayı öneriyorum öncelikle. Türkiye'de özelleştirme uygulamalarının başladığı dönemden 2003 yılına kadar gerçekleştirilen özelleştirme miktarı 8 milyar ABD doları tutarındayken, bu rakam sadece 3 yıllık AKP iktidarı döneminde 18 milyar ABD doları olarak gerçekleşti. (3)Özelleştirme sadece KİT'lerin satışı ile sınırlı kalmadı bu dönemde. Mülksüzleştirme yoluyla birikim stratejisinin en önemli unsuru olarak, yoksul kesimlere sağlanan refah mekanizmaları ve kamusal hizmetler (eğitim, sağlık ve şimdi de sosyal güvenlik) ya piyasaya devredildi ya da piyasanın kuralları ve işleyiş modelleri (şirket yönetişimi, karlılık, müşteri memnuniyeti, hizmet satın alma) "kamu"ya aktarıldı.
Politik toplumun elindeki meşru şiddet tekelini özel güvenlik şirketleri ile paylaşarak piyasanın egemenliğindeki sivil topluma nüfuz ettiği bir dönemde, böylece geçişler yine tek yanlı olmadı. Sivil toplumun (bununla piyasayı kastediyorum) işleyişi ve karlılık modeli, kendisine neoliberaller tarafından atfedilen piyasanın kendi kendisini dengeye getirebilecek denli olgunlaştığı görüşü doğrultusunda, her türlü gerilemenin, verimsizliğin ve tekelciliğin kaynağı olarak görülen, kriz üreten "devlet"e transfer edildi ve ediliyor.
Diğer taraftan yine bu dönemde uluslararası mali sermaye, iktidar bloku içinde temsil olanaklarını genişletti ve sermaye birikimi sürecinde kendi taleplerini dayatma işlemini hızlandırdı. Öyle ki 2002 yılında Türkiye'de yabancı sermayeli firmaların yabancı ortaklarından aldıkları kredi 1.137.000.000 ABD doları iken, bu rakam 2005 yılı sonunda 9.673.000.000 ABD dolarına ulaştı. 2002 yılında yabancı sermayeli firma sayısı 484 iken, bu sayı 2005 sonunda 2.825'e yükseldi. (4)
Devletin giderek "piyasa"dan elini eteğini çektiğini sananlar, büyük ölçüde yanılıyordu. Zira yeni süreçte devlet, artık sermaye birikimi sürecinin kolaylaştırıcısı olmanın da ötesine geçerek bizzat sermaye birikimini kendisi sağlıyordu. Kriz sonrası süreçte iç ve dış borçlanmada yaşanan artış bunun kanıtı. 2002 yılında devletin gerçekleştirdiği iç borçlanmada piyasanın özellikle de özel bankaların payı yüzde 47 iken, bu oran 2005 sonunda yüzde69.2 olarak gerçekleşiyor ve 2002'de piyasaya 70.763 milyon YTL borçlu olan devlet, 2005 sonunda uluslararası ortaklı özel bankalara 169.314 milyon YTL borçlanıyordu.
Bu noktada devletin borçlandığı kesimlerin düşük faizle uluslar arası ortaklarından kredi aldıklarını ve bu kredilerle devlet tahvili ve hazine bonosuna yatırım yaptıklarını söylemek mümkün; böylece 2006'ya gelindiğinde yabancı ortaklardan alınan kredi miktarındaki artışın nedeni de belirginleşiyor. AKP iktidarının iddia ettiğinin aksine kapitalizm koşullarında, üretime yönelmediği sürece yabancı sermaye girişi büyümeye ve istihdama değil, borçlanmaya ve devletin iflasına neden oluyor.
Devletin sadece 2006 yılında gerçekleştirmesi gereken iç borç geri ödemesi 135 milyar YTL ve bunun 35 milyar YTL'si ödenecek faiz. Neredeyse 2006 bütçesine eşit olan bu borcun faiziyle birlikte geri ödenmesi için başvurulacak yolsa, yine borçlanma. Yani borç çevirme sarmalı. Yazıyı rakamlara boğma riskini göze alarak bir şeyi göstermeye çalıştım. Devlet, sermayenin yeniden üretilmesinin ve sermaye birikiminin başat aktörü konumuna geliyor ve uluslararası mali sermayenin de içinde bulunduğu bu yeni yapılanma içinde, sürekli artı değer transferi bu iç ve dış borçlanma sarmalı ile hızını arttırıyor.
Devletin sermaye birikiminin başat sağlayıcısı konumuna geldiği bu süreçte, aktarımı yapılan artı değer ve faizler nasıl karşılanıyor? Bu nokta bizi yeniden Harvey'in yeni emperyalizm olgusunu açıklarken kullandığı "el koyarak birikim" stratejisine götürüyor: "Şimdiye kadar kamu hizmeti gören varlıkların şirketleşmesi ve özelleştirilmesi (örneğin üniversiteler), her türden kamu hizmetinin (su, elektrik, telefon, eğitim, sağlık) özelleştirilmesi akımının dünyayı sarması, "ortak mülkiyet"in yeni bir çevrelenme akımına maruz kaldığının göstergesidir... Yıllar boyu verilen sert sınıf mücadeleleriyle edinilmiş ortak mülkiyet haklarının (emekli aylığı, refah hakkı, sağlık güvencesi hakkı) özel alana geçmesi, neoliberal gerçeklik adına izlenen en berbat el koyma politikalarından biri olmuştur." (6)
Özelleştirmeler ve neoliberal politikalarla devlet, toplumun ortak mülkiyeti konumundaki hizmetleri piyasalaştırmakta, IMF baskısıyla gelişen mülksüzleştirme stratejisinin ortaya çıkardığı faiz dışı fazlanın borç faizlerinin geri ödenmesine gittiği görülmekte ve aynı hizmetlerin piyasada bir mal gibi satın alınabilmesini örgütleyecek yeni tedarikçilerin aşırı birikim sorunlarının aşılmasına katkı verecek biçimde, piyasada bu hizmetlere dönük yatırımların önünü açarak sermayenin krizini engellemeye çalışmaktadır. Böylece devletin neo-liberal süreçte, el koyarak birikim modeli çerçevesinde sermaye açısından çok daha önemli bir işlev gördüğü söylenebilir.
Görüldüğü üzere, el koyarak birikim stratejisinin sermaye grupları açısından işlevselliğini koruması, temelde hizmetlerin piyasalaştırılmasını gerektirmekte, piyasanın tedarikçi olarak görülmediği koşullarda ise bu, piyasanın koşullarının kamusal hizmet sağlayan kuruma transfer edilmesi ile gerçekleşmektedir. Bu durum, kriz sonrası süreçte Türk eğitim sisteminde ortaya çıkan küresel eğitim reformu dinamiğini de açıklamaktadır. Kriz sonrası süreçte Dünya Bankası ve AB eliyle gerçekleştirilmeye başlanan eğitim reformunun temel bileşenleri göz önüne alındığında, eğitim sisteminin iktidar blokunda temsil ve baskı olanağını yıldan yıla güçlendiren uluslararası mali sermaye çevrelerince değiştirilmesi talebinin önemi de anlaşılabilir.
Süreç açıkça kriz sonrasında güçlenen uluslararası sermaye gruplarının yeni bir hegemonya tesisi arayışlarına denk gelmiş ve okul ideolojik aygıtı, bu yeni hegemonya tesisine uyumlu bir müfredat reformu ile etkinleştirilmeye çalışılmıştır. Kuşkusuz Althusser'in belirttiği gibi, devletin ideolojik aygıtları içinde ve üstünde hegemonya kurmadan hiçbir sınıfın gerçek anlamda iktidar olması mümkün değildir ve yeni emperyalizmin sınıfsal bileşenleri bu durumun farkında. Ancak bu yeni küreselleşme ideolojisi çerçevesinde örgütlenen okul aygıtı, giderek kendi içinde söz konusu küreselleşme sürecinin çelişkilerini de beslemeye başlarsa ne olacaktır?
Örneğin devletin ve kamusallığın ortadan kalkması, okulda beliren şiddet olgusunun özellikle yoksul semtlerde, varoşlarda yaygınlaşması, devletin okulda yeniden üretimini salt ideolojik düzeyde değil baskı aygıtı düzeyinde de sağlayacak kamusal suç ve cezalandırma pratiklerine ilişkin iktidar bilgisinin geçersizleşmesi, üstüne üstlük sorunların çözümünde piyasanın "özel" güçlerinin daha etkin olacağının bizzat devlet tarafından kabul edilmesi , bu çelişkilerin neresinde durmaktadır?
Bu konuda düşünmeye devam edelim. Piyasalaştırma ve yoksullaşma sarmalı elbette Türkiye'de yeni beliren bir olgu değil. Bu konuda Özal dönemi oldukça önemli bir milat olarak zaten tarihteki yerini almış durumda. Ancak Özal dönemi ile bugünün neoliberalizmi arasında, devlete ve toplumun yoksullukla mücadele yöntemlerine ilişkin ciddi farklılıklar olduğu da bir gerçek.
Bu farkın aydınlatılması, okulda şiddet olgusunun içinde bulunduğumuz hegemonya krizi sürecinin neresinde yer aldığını da daha iyi kavramamıza olanak verebilir. Bu konuda özellikle Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu'nun İstanbul Sultanbeyli'de yürüttükleri araştırma kapsamında kaleme aldıkları Nöbetleşe Yoksulluk -Sultanbeyli Örneği- adlı yapıt önemli. Zira, okulda şiddet olaylarının tırmandığı ilçelerden biri Sultanbeyli. Işık ve Pınarcıoğlu burada özellikle 80 sonrası ortaya çıkan enformel dayanışma ağlarının ve yoksulluğun devredilebilir rolünün üzerinde durmaktadırlar. Kendi ifadeleriyle:
"Bu süreçte, göçtükleri kentlerin gecekondu kesimine yerleşen kitleler, dayanışma ağlarını kullanarak hem enformel işgücü piyasasında buldukları işler hem de yerleşmiş bulundukları gecekondu alanlarının kent içinde konumlarının değişmesi sayesinde oluşan rantlara el koyabilmiş ve yoksullukları ile baş edebilme hatta zenginleşebilme olanaklarına kavuşmuşlardır. Kentlerin bu kesimlerine yerleşenler, özellikle 1980 sonrası dönemde imar afları ile elde ettikleri kazanımları, kendilerinden sonra gelen kesimlere kiralık konut olarak sunmuşlar ve bir süre sonra imar affına gereksinim duymadan işleyen bir sistem kurulmuştur. Bu sayede, kısaca "nöbetleşe yoksulluk" adı verilebilecek, yoksulluğun kente daha sonra gelen kuşaklara aktarıldığı döngüsel bir sistem oluşmuştur." (8)
Böylece ortaya çıkan "nöbetleşe yoksulluk" olgusu, "bu dönemin kaybedenlerinin yaratabileceği toplumsal travmaları önleyen bir düzenleme tarzı" (9) olarak egemen sınıf bloku açısından geçiş sürecinin yumuşatılmasına katkı veren bir işlev görmüştür. Ancak, krizle birlikte sözkonusu işlev yavaş yavaş yok olmuş ve toplumun mülksüzleşmiş kesimlerinin sınıfsal sıçrama heveslerini kursağında bırakan çok daha kuvvetli bir tekelleşme dalgası ile, deyim yerindeyse "büyük balığın küçük balığı" yuttuğu bir karmaşa düzeni egemen konuma gelmiştir.
Özellikle varoşlarda yaşayan gençlerin eğitime ve sisteme olan inançları ciddi ölçüde örselenmiş; her mahalleye bir zengin yaratma söylevi inandırıcılığını yitirmiş; artık yoksulluk değil, zenginlik nöbetleşe yaşanan bir olgu olarak belirmiştir. Bu sürecin kazananları ve kaybedenleri açısından bir muhasebe yapıldığında, özellikle eğitim yoluyla sınıfsal basamaklarda "yukarıya tırmanma" hevesi taşıyabilecek yoksul gençlerin sayısının hızla düştüğü, başlı başına sisteme olan inancın ortadan kalkmaya yüz tuttuğu söylenebilir.
İşte bu süreçte "okul"da öğrenciler dolayımıyla yaşanan ve kamuoyunun gündemine yerleşen şiddet olgusu, ancak hegemonya krizinin izleri açısından anlamlandırılabilir. "Hegemonya", bir sınıfın kendi çıkarlarını toplumun genel çıkarları olarak yansıtabilme kapasitesi şeklinde tanımlanabilir ve uluslararası mali sermaye ile hızla eklemlenen Türkiye burjuvazisinin gerçekleştirmeye çalıştığı eğitimsel dönüşümlere, bizzat bu değişimlerin üzerinde sınanacağı, bu değişimleri üstlenmesi, taşıması beklenen kitle tarafından şiddet, düzensizlik vs. yoluyla taş konulması, içinde bulunduğumuz dönemin bir hegemonya döneminden çok bir kriz dönemi olduğunu göstermektedir.
Bu durum Fransa'daki öğrenci eylemlerinde olduğu gibi, burjuvazinin çıkarlarını toplumun genel çıkarı olarak görmemekten kaynaklı bilinçli bir tepkime ile de ortaya çıkabilir; burjuvazinin "okul"a ve piyasacı eğitime atfettiği önemi kendi yaşamında bir yere yerleştiremeyen yoksul öğrencilerin şiddet ve çeteleşme ağları ile ayakta kalma stratejileri geliştirdikleri Türkiye örneğindeki gibi de belirebilir. Sonuçta her iki örnekte de, burjuvazinin sınıfsal çıkarının toplumun genel çıkarı olarak algılanmadığını gösteren ortaklıklar vardır ve bu tam da sürdürülebilir hegemonya krizinin kodlarının kavranması açısından bize oldukça sağlam bir zemin sağlar.
Konuya kamusallığın ortadan kayboluşunu anlamak adına, devlete eğilerek devam edelim. Her şeyden önce yeni yapılanmada devlet, piyasa güçleri karşısında gerileyen konumda. En azından düşünsel düzeyde. Pratikte böyle olmadığını yukarıda göstermeye çalıştım. Henüz kamusal suç ve ceza kavramlaştırması ya da bilgisi ile donanmamış öğrenci, hayatının her alanında karşısına çıkacak "devlet"le tanışmadan önce, piyasa ve onun erdemleriyle tanışacaktır. İyi yurttaşlığın bilinçli tüketici ve girişimci ruha sahip olmakla eşdeğer kılındığı bu kozmopolit piyasa ideolojisinin okul üzerinden hakim kılınmaya çalışıldığı düşünülürse ve yeni iktidar blokunu birleştiren hegemonik ideolojinin okul aygıtı üzerinden yaygınlaştırılmaya çalışıldığı dikkate alınırsa, içinde bulunduğumuz toplumsal-siyasal kriz evresinde okul aygıtında oluşan çatlağın, şiddetle görünür hale gelen hegemonik krizin boyutları, daha iyi anlaşılabilir.
Tam da AB eliyle kolektif emperyalist sistemle bütünleşme arayışlarını hızlandıran Türk burjuvazisinin AB'nin bilgi ekonomisi ve en dinamik rekabetçi ekonomi olma hedefini "okul"a havale ettiği, "bilgi"yi iktidarın yeni ideolojisiyle kuşattığı, sistemin tüm çelişki ve çatlaklarının bir şekilde "eğitim" DİA'sı içinde görünürleştiği şu günlerde, yaşananları münferit bir şiddet vakası olarak ele almak, bu nedenle hiç mantıklı değil. Bu yaşananlar açıkça hegemonya krizinin önsel işaretleridir.
Tekrar edersek, Avrupa Birliği'nin 2000 yılında benimsediği Lizbon Stratejisi'nde ifadesini bulan "2010 yılında dünyanın en rekabetçi ve dinamik bilgi ekonomisi olma hedefi"ne kendi eğitim sistemini uyumlulaştırmaya çalışan Türkiye burjuvazisinin hegemonya krizi, okullardaki krizle belirginleşiyor. Açıkçası Türkiye burjuvazisi, giderek eklemlendiği AB sermayesiyle birlikte geleceğini havale ettiği bilgi ekonomisinin "okul"u üzerinde hegemonya kuramıyor. Bu nedenle yaşananlar, özellikle "el koyarak birikim" stratejisinin uygulandığı Sovyet sonrası ülkelerde görülen hegemonya krizinin yarattığı olağanüstü devlet biçimi olan "karmaşa içinde idare tarzı"nı anımsatmaktadır. "Karmaşa içinde idare tarzı", Nazpary'nin ifadesiyle, "neoliberal ekonomi politikalarının uygulanmasının siyasi aracıdır." (10)Her alanda yoksulluk, şiddet, mülksüzleşme, işin ve refahın yitimi, özelleştirme ile ifadesini bulan bu istisnai devlet biçimi, hegemonya krizinin belirginleştiği dönemlerde, özellikle de günümüzde yaygınlaşıyor.
Sonuçta devlet, yoksulları sermayedar lehine terk ettikçe, yoksullar da devleti ve onun temsil ettiği kamusal şiddet kullanma otoritesini terk ediyor. Devletin şiddet kullanma tekelini özel güvenlik güçleri aracılığıyla piyasa güçlerine de havale ettiği bir dönemde, bu durum çok yadırganmasa gerek. "Öğrenci"nin devleti ikame eden enformel yapılara, kendi ödüllendirme ve cezalandırma mekanizmaları olan çetelere ve şiddete yönelimi, açıkça burjuvazinin yeniden hegemonya oluşturmasını zorlaştırıyor. Aygıtlar çatlıyor. Bu bakımdan yaşananlar, kapitalizmin güncel aşamasına özgü birçok çelişkinin şu günlerde bir şekilde "okul"un içinden geçtiği fikrini kanımca kuvvetlendiriyor. (DY/KÖ)
* Deniz Yıldırım Eğitim-Sen Uluslararası İlişkiler Uzmanı - AÜ SBF Siyaset Bilimi Doktora Öğrencisi. Bu yazı Zil ve Teneffüs, Aylık Eleştirel Pedagoji Dergisi, Yıl:1, Sayı:3, Mayıs-Haziran 2006, s.11-15'de yayınlanmıştır.
dipnotlar
1 - Bu konuda bkz., Mustafa Sönmez, 100 Göstergede Kriz ve Yoksullaşma, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002
2 - David Harvey, Yeni Emperyalizm, çev. Hür Güldü, Everest Yayınları, İstanbul, 2004
3 - "Üç Yılda Ak Parti Farkı" http://www.akparti.org.tr/3YILDAAKPARTIFARKI.pdf , indirilme tarihi: 12.02.2006
4 - Veriler için bkz., www.hazine.gov.tr , indirilme tarihi: 11.03.2006
5 - Bkz., Hazine Müsteşarlığı, İç Borç Stokunun Alıcılara Göre Dağılımı, http://www.hazine.gov.tr/stat/icborcistatistikleri.htm , indirilme tarihi: 11.03.2006
6- Harvey, a.g.e., s. 123
7 - Bunun en açık örneği, geçtiğimiz günlerde İzmir'in Balçova ilçesinde başlatılan uygulamadır. Buna göre artık ilçedeki 12 okul, özel güvenlik şirketleri tarafından korunacak. Bkz., "İzmir'de Okullara Özel Güvenlik",
http://www.ntvmsnbc.com/news/366927.asp , indirilme tarihi: 28 Mart 2006
8 - Oğuz Işık, M. Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk - Sultanbeyli Örneği-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 77
9- Işık ve Pınarcıoğlu, a.g.e., s. 82
10- Joma Nazpary, Sovyet Sonrası Karmaşa -Kazakistan'da Şiddet ve Mülksüzleşme-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 26; ayrıca bkz., Deniz Yıldırım, "Karmaşa İçinde İdare Tarzı: Joma Nazpary'nin Eseri Çerçevesinde Post-Sovyet Devletin Analizi", Kamu Yönetimi Çalışmaları: Devlet Bilimi-DR.04, Çoğaltma, AÜ SBF, Ankara, 2005, s. 257-287.