Doğu'da karlar altında ücra bir yer. Duş alma, yemek yeme ritüelleriyle, kafesin içinde kilitli televizyonuyla bir kışlayı andıran yatılı bir okul. Arkadaşı Memo'nun sağlığından endişe eden 11 yaşındaki Yusuf'un önüne çıkan engelleri, bürokrasiyi aşma çabası...
Yönetmen Ferit Karahan, senaryosunu Gülistan Acet ile birlikte kaleme aldığı filmi "Okul Tıraşı"nda kabaca böyle bir portre çiziyor izleyene.
Korku, gerilim ve polisiyenin harmanlandığı "Okul Tıraşı"nda yönetmen, Yatılı İlköğretim bölge Okulu'nda (YİBO) geçen öğretim hayatından kesitler sunsa da filmin kurmaca olduğunun altını çiziyor:
"Filmin tamamen kurmaca oluşu, aynı zamanda korkularımla yüzleşmemi sağladı ve benim için rehabilite edici bir yanı oldu" diyor.
Van Bahçesaray'da çekilen ve Berlin Film Festivali'nden Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu (FIBRESCI) ödülüyle dönen filmi için Karahan, "Herkesin sırası geldiğinde polise dönüştüğü bir polisiye" yorumunu yapıyor.
"Birinin gelip 'koğuş boşalt' diyeceğini hissediyorum"
2009 yılından itibaren çok değişime uğramış senaryonuz. Bir noktada "Korkudan kaynaklı gelişen yalan" fikri yakalamış sizi sanırım. Bu aslında çocuklar dünyasında çok olan bir şey. Filmin ne kadarı senaristlerin yani siz ve Gülistan Acet'in çocukluk travmalarını irdeliyor?
Bizim bölgede, ekonomik durumu iyi olmayan aileler, çocuklarını yatılı okula göndermek zorunda kalıyorlar. Aileleri bu duruma iten sebeplerden biri de, yatılı okulda okuyan çocukların daha başaralı olduğu inancı. Benim ailemin de ekonomik durumu pek iyi sayılmazdı. Bu yüzden 93-2000 yılları arası, üniversiteye kadar yatılı okudum. Bazı karakterler ve durumlar, benim yatılı okulda yaşadıklarıma doğal olarak benziyor.
Gülistan'ın eşim olmasından kaynaklı sürekli ona hissettirdiğim travmalarımın katkısı büyük fakat biz her zaman bir fotoğrafla başlıyoruz senaryo yazmaya. Bu senaryoyu yazarken de banyo sahnesini net bir şekilde görüyorduk. Bende ciddi bir travmaydı. Hâlâ bile banyoda 10 dakikadan sonra duramıyorum ve çok hızlı yıkanıyorum. Birinin gelip "koğuş boşalt" diyeceğini, bu yüzden de sabunlu kalmamam gerektiğini hissediyorum. Buna benzer bir dizi karakter özelliklerimin kökü yatılı okuldadır. Fakat bütün bu anılar ve yaşanmışlıklar filme bir sahicilik duygusu getirse de, en nihayetinde bu film bir kurmaca. Bu yüzden filmin tamamen kurmaca oluşu, aynı zamanda korkularımla yüzleşmemi sağladı ve benim için rehabilite edici bir yanı oldu.
"Korkudan kaynaklı gelişen yalan aslında bir direniş"
Senaryoya çok uzun zaman çalıştık. Yıllarımızı aldı diyebilirim. Ben ve Gülistan, birlikte ve ayrı ayrı defalarca yeni versiyonlar yazdık. Fakat bir gün yemek yaparken, korkudan kaynaklı gelişen yalanın aslında bir direniş biçimi olduğunu fark ettik. İnsanın yaşamda kalma dürtüsü çok belirgin ve bunun kendine has bir onuru var. Direniş noktalarının her yerde ve dağınık oluşu, bu noktaları öngörülemez kıldığını düşünüyorduk. Henüz yemek başlamadan neredeyse bütün sahneler çıkmıştı. Oturup 7 günde senaryoyu bitirdik.
"Okullar kışlaya benziyordu"
Yatılı okul, YİBO fikri başından beri hep var mıydı? Filmde bunu çok iyi yapmışsınız ancak izlemeyenler için sormak isterim; 90'larda YİBO'larda okumuş biri olarak o atmosferi özetler misiniz?
Bilmeyenler için garip gelebilir ama o dönem okullar bir kışlaya benziyordu. Sabah 4:45 gibi uyanırdık. Sabah etütü, yemek, sıra, ders, tekrar yemek, sıra, ders, etüt... Çok yoğun bir eğitim düzeni vardı. Bildiğiniz askeri düzende eğitim görüyorduk. En ufak bir hatanın bile affedildiğine şahit olmadım. Tamamen "itaati" isteyen ve buna göre birey yetiştiren bir kurumdu.
Fakat şunu da belirtmemde yarar var. Ben, yatılı okul okuyabilen şanslı bir kesimin içindeyim. Üniversite sonuna kadar bütün yazlarım tarlada çalışarak geçtiği için, okul, benim için dinlenme yeri gibiydi. Çünkü yaşam, ailelerimizin yanında da o kadar da kolay değildi. Onların yanında kalmak, ekonomik zorluklar içinde çoban ya da çiftçi olmayı gerektiriyordu.
Bir tarafta baskıcı bir sistem, diğer tarafta da geleceğimizin belirsizliği arasında kalmıştık. Bu biraz da örümcek ağına takılmış sineğin durumuna benziyor. Sinek, çırpınırsa ve kanatlarını ağa bırakırsa eğer özgür olabilir, ama uçamaz. Çırpınmadığında ise örümceğe yem olacaktır.
En başında beri yatılı okulda geçen bir film fikri vardı fakat orada nasıl hikâye anlatacağımı bilmiyordum. Zaman içinde daha konsantre bir hikâye arayışı ve bakış, beni böyle bir hikâye anlatmaya itti. Okulun rutin işleyişi içine hikâyeyi gömmek, hem meseleyi hem de atmosferi sahici kılıyordu. Rutin işleyişin dışına çıkmak istemedik.
"Herkesin sırası geldiğinde polis olduğu bir polisiye"
Korkuya dair bir film olmanın yanı sıra gerilimi yüksek, karanlık bir film. Okul ise bir hapishane ya da askeriye gibi yansıyor izleyene. Çocuk ruhunun çöküntüye uğradığı/uğratıldığı bir ortam hissi... Filmin atmosferini yaratırken nelere dikkat ettiniz?
Daha çok herkesin sırası geldiğinde polise dönüştüğü bir polisiye gibi düşündüm filmi. Bu tür, muhtevadan da kaynaklı anlatıyı gerilimli ve karanlık bir yapıya büründürüyor haliyle. Fakat olaya dahil olanların bir kısmının çocuk oluşu ve ruhlarında oluşan korkuları hikayenin bütün çeperini oluşturuyor.
"Tüm planları karın yağmasına göre yaptık"
Bu filmde izleyiciyi ilk kareden itibaren o atmosferin içine çekmek, filmin sonuna kadar orada olmalarını sağlamak istedim. O yüzden masa başında, sete başlamadan önce hangi sahnede kaç plan ve nasıl çekeceğimi tasarlamıştım. Sete girildiğinde herkes bugün hangi planları çekeceğimi biliyordu. Bunun aksi de mümkün değildi zira bütün programı oyunculara ya da diğer durumlara göre değil, karın yağmasına göre yapmıştık. Kar çok kısa aralıklarla yağıyordu ve ben nasıl çekeceğimi ararken karın yağmasını yakalayamayabilirdim. Kar yağarken hazır olmam gerekiyordu çünkü aslında atmosfere katkısı çok büyüktü.
Bu süreç geçiciBaşroldeki iki çocuk oyuncu Nurullah Alaca ve Samet Yıldız bundan sonra oyunculuk anlamında yollarına nasıl devam edecekler sizce? Özellikle Yusuf rolündeki Samet Yıldız çok dikkat çekiyor. Bilemiyorum ama benim arzum öğrenim hayatlarına devam edebilmeleri. Daha önce de birkaç yerde de söyledim. Onlara bu sürecin geçici olduğunu ve bunun büyüsüne kapılmamaları gerektiğini defalarca anlattım. Samet oyuncu olmak istiyor. Bilinçli bir ailesi de var. Sık sık konuştuğumda filmlerin sadece film olduğunu, derslerinin daha önemli olduğunu anlatıyorum. | |
"Çocuklar fikirlerinin önemsendiğini bildiklerinde..."
Film nerede, hangi şartlarda çekildi? Çocuk oyuncuları nasıl seçtiniz? Yemekhane, toplu duş, tören gibi kalabalık sahneler de var çocukların olduğu. Nasıl çalıştınız çocuklarla?
Filme mekân bakarken aynı zamanda oyuncu seçmeleri de yapıyorduk. 2-3 ayımı aldı sanırım. Sonrasında bir yerde mekân bakarken Samet ile yollarımız kesişti. Samet, zihnimdeki karaktere çok uyuyordu. Sonrasında mekânda çekim izni alamadık ve başka bir ilde çekim yapmamız gerekti; fakat ben Samet'i oynatmakta kararlıydım.
Yapımcım Kanat Doğramacı da çok beğenmişti. İki arkadaşımızı Yusuf'un ailesine gönderdik ve ikna etmeyi başardık. Aslında esas sorun bir veya iki çocuk yerine bazen sayıları 450-500'e varan çocuklarla çalışmak. Çok hareketliler ve onları kontrol altında tutmak çok zor. Filmde belki daha az görünüyor fakat bu hacim olarak az yer kapladıkları içindir. Hatta kalabalık bir sahnede diğer öğrenciler nerede, neden bu kadar az olduklarını sorduğumda, herkesin orada olduğunu söylediler. Fakat bütün çocuklara büyüklere davrandığım gibi ciddi ve mesafeli davranıyordum. Bu durum onların da işi ciddiye almalarına sebebiyet verdi sanırım. Çünkü çocuklar da karakter sahibiler ve fikirlerinin önemsendiğini, görünür olduklarını bildikleri vakit, söylenen her şeyi anlayıp sana fazlasıyla geri verebiliyorlar.
"Dizilerin etkisini kırmaya çalıştım"
Disiplini asla elden bırakmamaya, ipin ucunu kaçırmamaya dikkat ettim. Diziler ve kahramanlık filmlerinin sıradan insanların üstünde sandığımdan daha fazla etki bıraktığını fark ettiğim an, ilk haftamı bu anlayışı kırmaya çalışmakla geçirdim. Sahici karakterler yaratmak çok zor oldu bu filmde, çünkü aslında hepsi belli bir noktadan sonra birbirlerine benzeme tehlikesi taşıyordu.
O yüzden senaryoda önce herkes için karakter analizi yapmıştık. Bu bizim işimizi çok kolaylaştırdı. Örneğin banyo başkanının boynunda askeri bir künye var ve nasıl davranacağını aslında izleyici tahmin edebilir. O sette gelen bir fikirdi fakat kökü aslında karakter analizinde yatıyor.
"Dövülen çocuklar büyür ve başkalarını döver"
Filmi izlerken, çocukların özellikle öğretmenlerle ilişkisi, yetişkinlerin çocuklara karşı tavrı izleyende empatiyi güçlendiriyor. Yatılı okul ortamının ilkokul çağındaki bir çocuk için acımasızlığını, bazı yerlerde akran zorbalığını izliyoruz. Kürt çocuklar özelinde de bir asimilasyon çabası da var. Hatta bütün o beceriksizlik ve ihmal dönüp dolaşıp yine zayıf olanı/çocuğu buluyor. Bu haliyle çocuk haklarını da merkeze alan bir film diyebilir miyiz Okul Tıraşı için?
Öğrenciler gibi öğretmenlerimiz de korkarlardı ve korkularını def etmenin yollarını ararlardı. Hiç unutmam, sınıfa yeni gelen kadın öğretmenimiz, savunmasız ve zayıf kişiliğini, içimizden seçtiği en masum çocuğu döverek örtmeye çalışıp, "Bakmayın narin göründüğüme. Yeri geldiğinde çok sert de olabilirim." demişti. Bunu yalın bir kötülük olsun diye yapmadığını şimdilerde anlıyorum. Onun korkusu, yabancı bir coğrafyada hem kadın olmaktan hem de yalnız olmaktan gelirdi. Dövülen çocuklar büyür ve başkalarını döver. Onlar da bundan zevk alırlar. Aynı bizim gibi... İşte kadim gelenek!
"Baba olmak beni çok değiştirdi"
Bizler de sütten çıkmış ak kaşık değildik elbet. "Siz, öğretmenlerden daha kötüsünüz." lafı, çoğu öğrencinin diline pelesenk olmuştu. Henüz merhameti öğrenemeden acımasızlıkla yoğrulmuştuk. Bizim birbirimize uyguladığımız şiddetin tarifini yapmak zor. Bildiğimiz tek şey, önemli sayılmak istiyorsan gücünün yettiğine zülmetmen gerektiğiydi.
Baba olmak beni çok değiştirdi. Artık insanlara karşı o kadar agresif değilim ve anlamaya çalışıyorum. Film yaparken de bilinçli ya da bilinçsiz "gerçekler ve haklar" hakkında bir şeyler söylüyorsunuz. Ama ben kendimi bir hakkın savunucusu olarak görmüyorum çünkü bu çok büyük bir sorumluluk.
Ferit Karahan
Salgınla yitirilen bellek
Berlinale'deki röportajınızda koronavirüsle ilgili bir soruya "Salgın nedeniyle özellikle ihtiyarların hayatını kaybetmesi, belleğimizi yitiriyoruz hissi yaratıyor bende" demiştiniz. Bu düşünceyi biraz açmanızı istesem...
Bu covid sürecinde çokça karşılaştığımız bir şey. Arşivlerin bize aktaramadığı olgu, deneyimdir. Yaşlı insanların hayat deneyimi, kendini ve almasını bilen için gerçekten iyi bir pusuladır. Bizi bu çağa getiren onların her biri acıyla, metanetle yoğrulmuş yaşam deneyimleridir. Bunu çok önemsiyorum. Koronavirüsten kaynaklı birçok insanı kaybettik.
(AÖ)