25 Temmuz 2016’da ülke genelinde ilan edilen Olağanüstü Hal’in (OHAL) üzerinden epey bir zaman geçti. Özellikle bu süreçte çıkan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yayını durdurulan televizyonlar, kapatılan gazeteler, dergiler, yayınevleri, faaliyeti durdurulan dernekler, tutuklanan yazarlar, gazeteciler ve bütün bunların yanı sıra işlerine son verilen binlerce çalışan… OHAL’in ilanı sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın "Olağanüstü hal sürecinde, temel hak ve özgürlükler noktasında asla bir kısıtlama söz konusu değildir. Böyle bir şey yoktur. Bunun garantörü biziz" demeci de bu zaman diliminde “hoş bir seda” olarak kulaklarda kalmış oldu. Diğer bir ifadeyle OHAL’in birinci yılının üzerinde henüz birkaç ay geçmesine rağmen olağanüstü halle yönetilmenin ne kadar ağır bedelleri olduğunu tüm Türkiye deneyimlemiş oldu.
Bu yönetim şeklinin etkilediği en önemli alanlardan biri de kuşkusuz yayıncılık. Türkiye Yayıncılar Birliği’nin hazırladığı Yayınlama Özgürlüğü 2016-2017 Raporu’nda yer alan veriler bu iç karatıcı tabloyu büyük ölçüde gösteriyor. OHAL’in öncelikle bu alanlarda baskısını hissettirmesi kuşkusuz kaçınılmazdı. Yayın dünyasının bu tür baskılarla karşı karşıya kalması her dönem ne kadar geçerliyse, günümüz koşullarında da geçerliliğini koruyor, hatta şartlar her geçen gün ağırlaşıyor.
Yıllar sonra belki bugünü değerlendiren incelemelerin, kurmaca eserlerin, şiirlerin konu olduğu kitapları yayımlayarak okurla buluşmalarını sağlayacak yayınevleriyle, OHAL koşullarında yayıncılık yapmak üzerine sohbet ettik.
Sohbetimize NotaBene Yayınları editörü Yalçın Bürkev, Ayrıntı Yayınları’nın ortaklarından İlbay Kahraman, kapatılan Evrensel Basım Yayın’ın Genel Yayın Yönetmeni Cavit Nacitarhan ve Kor Kitap’ın Genel Yayın Yönetmeni Onur Öztürk katıldı.
Türkiye’de yayıncılık yapmanın zor bir zanaat olduğu ortada, kısaca OHAL’den öncesine değinebilir miyiz?
Cavit Nacitarhan: Türkiye’de yayıncılık yapmak her zaman sıkıntılı oldu, çok fazla normal bir dönem olmadı. Ara dönemlerde bir takım iyileştirmeler, düzenlemeler yapılsa da asla Türkiye’de hele hele yayıncılık alanında tam anlamıyla bir iyileştirme yapılmadı.
Kitaplar toplatıldı, yasaklandı, yakıldı, matbaalar basıldı, yazarlar tutuklandı. Yani adeta Türkiye’de yazar ismiyle anılmayan hapishane yok gibidir. Bu durum politik bir anlayışın kendini sürdürmesiyle doğrudan ilişkili olduğunu gösteriyor.
Ancak atlanmaması gereken önemli bir nokta da, nihayetinde bu denli ağır bir şeyi şimdiye kadar yaşamamıştık. Çünkü hiçbir gerekçe göstermeden kalkıp yayınevini kapatması, yayınevinin bütün mal varlığına el koyması… Türkiye’de şimdiye kadar görülebilen bir şey değildi. Yani eskiden diyelim ki bir yayınevini kapatırdı, ikinci gün başka bir isimle yeni bir yayınevi kurulurdu.
Yalçın Bürkev:60’lı yıllar yayıncılık açısından en rahat ve özgürlükçü dönemdir. 70’lerle beraber, ana problem solla yaşanmaya başladı. Bütün yasaklamalar solun üzerinde komünizm propagandaları ya da benzeri içerikler gerekçe gösterilerek oldu.
Hepimizin iyi bildiği, 141 ve 142. maddeler vardı, daha sonra bu maddeler değişti. 12 Eylül sonrası da aynı minvalde devam etti, sola dönük bir yasaklama şekli ortaya çıktı. Fakat bu yakın dönemde 90’lı yıllarda Kürt sorunu eksenli tartışmaların yoğunlaşmasıyla birlikte, bu kapsamda çıkan kitaplara dönük doğrudan ya da dolaylı baskılar söz konusu oldu. 2000 sonrası ya da AKP iktidarıyla beraber bir süreliğine daha rahat bir yayıncılık atmosferi var gibi görünse de bu durum günümüz itibariyle değişmiş durumda.
Doğrudan ya da dolaylı olarak basılan yayınların devlet müdahalesiyle karşı karşıya kalmasının en önemli nedenlerinin arasında siyasi iktidarı eleştiren mecraların kapatılması ya da daraltılması önemli bir etken midir sizce?
Bürkev: Gazetelerde yazılamayan şeyler doğal olarak yayıncılık alanında, yani kitaplarla dile getirilmeye başlandı ve buradan itibaren yayıncılığa yönelik baskılar da artmaya başladı.
Yayıncılığın en çok etkilendiği alan gündelik siyaset ve gündelik iktidar eleştirisi üzerine kurulu metinlerden oluşuyor. Çünkü bunlar artık basında söz edilemez hale gelmeye başladı, birçok yasaklı ya da köşelerini yitirmiş yazar kitap yazmaya başladı.
OHAL’in yayıncılık üzerine doğrudan etkilerini sorduğumuzda en sık duyduğumuz kavram otosansür oluyor. Otosansür kavramı elbette doğrudan bir müdahale değil ancak her ne şeklide olursa olsun sansür yayıncılar için önemi yadsınamayacak engelleyici faktörlerden biri.
Onur Öztürk: Mesleki olarak yayıncılık sektörünün sahip olması gereken olmazsa olmazlar; düşünce, ifade ve fikir hürriyeti ve bunun yazılı bir biçimde, matbu biçiminde yayımlanmasıdır.
Burada kimi insanlık suçları haricinde savunulamayacak hiçbir fikrin olmadığını düşünüyoruz. Dolayısıyla OHAL döneminde bunları tartışmak bir önceki döneme göre çok daha zor. Doğrudan somut bir baskı ve basınç olmasa dahi, ben bu sürecin yayıncılar bakımından otosansür biçimine dönüştüğünü düşünüyorum.
Yani daha kontrollü oluyor yayıncı, bastığı içeriğin edebi nitelikleriyle ilgilenen değil politik olarak nereye gideceğini önceden hesaplayarak, öngörmeye çalışarak bir yayıncılık yapmak durumunda kalıyor.
Burada sadece yayıncıyı suçlayamayız. Yani memleket bu haldeyken yayıncılık sektörü de yayıncılığın devamlılığını sağlamaya çalışan arkadaşlarımız da doğal olarak daha temkinli olmaya çalışıyorlar.
İlbay Kahraman: Türkiye 12 Eylül sonrası şöyle bir yola girdi; yayıncılar, çeşitli kuruluşlar, hatta sivil toplum örgütleri, baskıyı hissettikleri için kendi davranışlarında da bu baskıyı minimize etmek için bir otosansür uyguladılar. Bu yayın dünyasında da var.
İkinci şey de yönetimler bunu kullandılar ve bu otosansüre ağırlık verdiler, yani kendileri sansür uygulamıyor görünerek, görünmeyen bir baskıyla sansürü uyguladılar.
Yayın profiline baktığınızda, insanlar kendi otosansürünü uyguluyor. Bir kitabı yayınlamadan önce bunu yayınlarsam tepki toplar mı, bunu yayınlarsam toplatılır mı, bunu yayınlarsam başıma bir şey gelir mi, kaygısıyla hareket ediyorlar.
Bürkev: Yani herhangi bir konu, örneğin Suriye ile ilgili bile bir eleştiri yazısı yazdığınızda pekâlâ orda herhangi bir örgütü destekleyen ya da o örgütün üyesi durumunda bulabiliyorsunuz kendinizi. Ve hakkınızda onlarca dava açılabiliyor.
Dava demişken, Evrensel Basın Yayım’ın kapatılma gerekçesini tekrar hatırlamanın faydalı olacağını düşünüyoruz.
Nacitarhan: Tek cümlelik bir açıklama ile karşı karşıya kaldık: “Milli güvenliği tehdit eden yayınlar yapmak”. Ancak somut herhangi bir argüman yok, şu kitaplarla ve dergilerle ya da dergilerinizde yer alan bu makalelerle milli güvenliği tehdit ettiniz gibi bir suçlama olmadı.
KHK’lerin temel özelliği de budur, gerekçesiz kapatır. Hukuki olarak da bütün başvurularımız reddedildi. Danıştay’dan tutun Anayasa Mahkemesi’ne kadar gittik, Anayasa Mahkemesi’nin sonuçlanması daha uzun bir süreyi kapsıyor.
Zaten yayınevi doğrudan değil dolaylı olarak kapatılmış oldu, bunun da olası bir tepkiyle karşı karşıya gelmek istememekle ilgili olduğunu düşünüyoruz.
3 Ekim tarihinde bir KHK’yle karar verilmiş, 29 Ekim’de basına yansıdı. 30 Ekim’de yayınevinin ilgili birimini mühürlediler, bütün varlıklarımızı bloke ettiler.
Yani aşağı yukarı 3 milyon lira gibi bir külfetle karşı karşıyayız. El konulan mal varlığı, kitaplar vs. dışında yayınevinin bir yılda uğradığı zarar 3 milyonu çoktan aşmıştır aslında.
Şimdi OHAL komisyonu, müracaat ettik beklemedeyiz. Yayınevini yeniden açacak mı, açmayacak mı, ne yapacak bilmiyoruz. Zaten o mühürlediği yerdeki malların tümünü sattı.
Şimdi taşınmazların ihalesini yapacaklar. Ekonomik olarak sakatlama, ekonomik olarak bir açmaza sürükleme gibi bir politika izlendi burada. Örneğin piyasadan alacaklarımızın tümüne de el koymuş oldular.
Kahraman: Doğrudan olmasa da genel geçer şeyler bizi de etkilemiştir. Bir kitabı yayınlarken eskiden bir düşünüyorken şimdi beş düşünüyoruzdur. Onun dışında direk bize dönük bir baskının olduğunu düşünmüyorum.
Şöyle bir şeyoldu, 30. yılımız nedeniyle kitaplar çıkardık. Bunlardan birisi de Marx’tan Seçmeler’di, Marx’tan Seçmeler kitabıyla ilgili metronun içlerinde reklam verecektik, kabul etmediler; gerekçe olarak da olağanüstü durumu gösterdiler. Yani Marx’ın metronun giriş ve çıkışlarında görünmesinin sakıncalı olduğunu düşündüler. Hâlbuki bizim açımızdan önemliydi.
Yayıncılara, son dönemde sık sık gündeme gelen, kimi zaman doğrudan yayınevlerine kimi zaman da yazarlara dönük sivil müdahaleleri sorduk.
Öztürk: Fikirlerle mücadele etmek istiyorsam, tek silahım yayımladığım başka bir içerik olur bir yayıncı olarak; kitap olur, onlarla polemik yapar ya da itiraz ederim. Ama fiili bir müdahaleye dönüştüğü andan itibaren başka türlü tartışılması gerekir.
Bunun adı düpedüz faşizm oluyor. Yani bir fikri savunduğu için fiili olarak saldırıda bulunmak! Başka bir açıklaması olduğunu düşünmüyorum. Neden bu kadar rahat yapılıyor? Cezai hiçbir şeyle karşılaşmıyorlar çünkü. Herhangi bir soruşturma, kovuşturma, caydırıcı, yıldırıcı hiçbir şey olmayınca böyle sonuçlanması da kaçınılmaz oluyor.
Bürkev: Şimdi bu da ciddi bir şey açık konuşmak gerekirse,bulunduğunuz semti bile gözetmek zorunda kalıyorsunuz. Biliyoruz ki, bir sürü yayınevi yerini bile değiştirme kaygısı içinde. Bu sadece ticari nedenlerden dolayı değil güvenlik gerekçesiyle de örtüşüyor.
OHAL sonrasında birilerine olağanüstü güçler bahşedildi, hani ipleri serbest bırakıp taşları tutmak diye bir söz vardır onun gibi oldu olay. Yani saldırganlar serbest ve özgür, belli ki bir tür organize biçimde hareket ettiriliyorlar; hedef olanlar ise sadece kendilerini korumak zorunda kalıyorlar. Yani OHAL’le saldırılar artarken diğer yandan da yasal anlamda bir tür sivil saldırı biçimlerine dönüşüyor.
Kahraman: Bu tür müdahalelerin hükümetin doğrudan yaptırdığına inanmıyorum ben. Örneğin Kayseri Kitap Fuarı’nda İhsan Eliaçık’a yapılan saldırı Kayseri Belediye Başkanı’nın işgüzarlığından kaynaklı bir şeydi. Çünkü kraldan çok kralcıların yaşadığı bir yerde yaşıyoruz.
Türkiye Yayıncılar Birliğinin son verilerine göre toplam 30 yayınevi kapatıldı. Kapatılan 29 yayınevinin, Fethullahçı terör örgütüyle ilişkili olduğu belirtilmişti. Bu yayınevleri tarafından yayımlanmış binlerce kitap daha sonra halk kütüphanelerinden toplatılmıştı. Hem siyasi hem de mali olarak desteklenen bu yayınevleriyle ilgili konuştuk.
Nacitarhan: Fotoğraf ortada. Zaten AKP iktidarı da şunu itiraf etti: Dedi ki, bizim tek hâkim olmadığımız yer kültür sanat alanı oldu. Buraya nüfuz edemedik. Şimdi gerçekten de tüm kurumlara, yargıya, eğitime, akademiye, sağlığa, askeriyeye, sivil toplum kurumlarına bir şekilde müdahale etmiş oldu. Ancak sağ muhafazakâr kesim yayıncılıkta yeterli üretim yapamamıştır, yaptıysa da tutmamıştır.
Bakın şöyle de bir ayrıntı var; Türkiye, yayıncılık alanında dünyada 11. sıraya gelmiş durumda, bu çok üst bir noktadır. Yayıncılık çok ciddi bir sektör haline gelmeye başladı. Burada pastada bir pay var ve bu payı İslamcı muhafazakâr kesim almak istedi.
Kahraman: Kültür Bakanlığı kütüphaneler için kitaplar satın alır, bizden de alıyor ama son derece düşük bir oran. Örneğin yirmi adet kitaptan yüzer tane alıyor, ama kendi yandaşı olan yayınevlerinden TIR’lar dolusu kitap aldığını biliyoruz, bu da bir tür destek.
Eğer kültüre destek olacaksanız bu tür seçimler yapmak, seçim yaptığınız kuruluş ile diğerleri arasında ayrım yapmak, ötekileştirmek anlamı taşır. Biz bu anlamıyla ötekileştirildiğimizi biliyoruz. Yani kütüphanelere yüklü miktarda Fethullah Gülen kitapları almışlar, şimdi de kütüphanelerden ayıklamaya çalışıyorlar. Bir ülkenin kültürüne hizmet etmek istiyorsanız bütün kitapları en azından belli başlı kitapları kütüphanelere kazandırmak zorundasınız.
OHAL süreciyle birlikte, bir yandan üniversitelerden uzaklaştırılan akademisyenlerin, diğer yandan akademideki düşünsel yozlaşmanın yayın dünyasına doğrudan etkileri söz konusu. Nitelikli eserlerin okurlarla buluşması ve gündelik yaşam içinde bir dinamizm yaratmasında akademinin önemli ölçüde payı var. Bu konuda da yayıncıların eklemek istedikleri var.
Bürkev: Dikkat edin akademi son dönemlerde çok az kitap üretiyor, yani bu son iki yıl içerisinde artan bir şekilde düşüş sürüyor.Bizim abone sistemimiz vardır, son süreçte atılan akademisyenlerden 200, 250’si doğrudan bizim abonemizdi. Şimdi abonelik sadece oradan gelecek bir maddi gelir anlamına gelmiyor; daha önemlisi kitaplarımız bütün üniversitelere yayılıyor, derslerde okutuluyordu, doktora ve yüksek lisans tezlerine konu oluyordu. Başvuru kitapları, referans kitapları olarak da sıkça tercih edilen kitaplar arasında yerini alıyordu. Yani kitaplarımızın üniversite içerisinde bir sirkülasyonu vardı.
Şimdi Türkiye’de ve bütün dünyada üniversiteler açısından okuyan nüfus çok yüksek, doğal olarak kitap bu kesimin enstrümanı; yani bir marangoz için çivi, çekiç, keser neyse akademisyen için de kitap böyledir. Üniversitelerdeki tartışma düzleminin, düşünsel ufkun sınırlanması bizim gibi muhalif yayınevlerinin tümü açısından ciddi bir daralmaya yol açacak. Bunu yaşıyoruz zaten. Mesela sonbaharda çok daha fazla derslerde okutulan kitaplarımıza dönük siparişler gelirdi, şimdi mesela bunlar azaldı.
Kahraman: Yayıncılar Birliği’ne Denizli Pamukkale Üniversitesi’nden bir yazı geldi. Bu sizin sorunuzun cevabı niteliğinde diye düşünüyorum. İhaleye çıkıyorlar, yani öğrencilere yararlı olacak kitaplar için, ihaleye çıkarken bir ön koşul var. “FETÖ üyesi olan yazarların kitapları kesinlikle alınmayacaktır, ihale kabul edilmeyecektir. Bu nedenle yayınevi bünyesinde FETÖ’cüler varsa bunları bize ihbar edin” şeklinde.
Bir akademik kuruluşta bundan daha vahim bir şey olamaz. Akademi demek her fikrin özgürce tartışıldığı yer demektir. Ben FETÖ’ye kökten karşıyım, adımın FETÖ’yle birlikte kesinlikle anılmasını istemem. Ama eğer bir ülkede hukuk varsa onların da hukukun önünde adil bir şekilde yargılanmalarını isterim. Çünkü bugün onlara yapılan yarın bana da yapılabilir. Yani geçmişte bana yapılan bugün onlara yapılıyor. Maalesef bugün üniversiteler artık yüksek liseler haline getirilmiştir.
Bu söyleşide her şeyin kötüye gitmediğini de öğreniyoruz. Yıllarca hep az okuyan bir toplum olduğumuzdan bahsedilirdi ancak bunun da olumlu anlamda değiştiğini görmek mümkün.
Kahraman: Geçmişe bakarak şunu söylemek mümkün, okuyan insan sayısı çok arttı. Yani hep bizim toplumumuz okumaz deniliyor ama ben buna katılmıyorum.
Bir kere yayınevi sayısı çok arttı. 2000’e yakın aktif yayınevi var. Bunların her biri bir kitap çıkarsa ayda iki bin kitap yapar; yani yarım kitap çıkarsa ayda bin kitap demektir. Bin kitabı rafına koyacak kitabevi bir kere yok, birinci sıkıntı bu. Bunun için de çok fazla teşvik yok. Bu atmosfer için bu rakamlar iyi, ancak belki daha da çok artacaktı.
Nacitarhan: Bakın Türkiye’nin dünya sıralamasında 11’e doğru gitmesinin sebebi ders kitapları olarak üretimi. Ancak diyelim ki kültür yayıncılığı bunun içinde az bir yer tutsa bile her gün onlarca kitap çıkıyor piyasaya, okurla buluşuyor ve bu ciddi bir artışı gösteriyor, bunu net olarak görmek lazım.
Veriler de bunu gösteriyor, yapılan araştırmalarda en çok okuyan yaş grubu 7-14’lük kesim, yani okuyarak gelen bir gençlikten bahsediyoruz, cinsiyetlere göre dağılımda ise kadınlar önde yer alıyor.
Bürkev: Yayıncılığa dönük güncel, aktüel konularla bağlantılı büyük yasaklar gelirken öbür taraftan yayınevleri çoğalıyor. Basılan kitap adedi artıyor gibi. Fakat insanlar, satılan kitaplardan da, genel ruh halinden de biliyoruz; gündelik siyasetten mümkün olduğu kadar kaçıyorlar, gündelik siyasetle bağ kurmuyorlar ve bu sadece korkudan değil, korku bunun bir boyutu. Öbür boyutu ise gerçek anlanmada bir alternatifin bulunmaması.
Çünkü iktidarın baskıları olmakla beraber muhalefette de biliyorsunuz muazzam bir boşluk var. Bu doğal olarak geniş kitleleri doğrudan politikayla ilişkili olmayan daha dolaylı alanlara doğru ittiriyor.
* Cavit Nacitarhan’la yaptığımız görüşmenin sonunda Nacitarhan’ın kayıt cihazına değil de yakın bir arkadaşına söylemeyi borç bildiği bir notu da aktarmakta fayda var: “Kapatılma sürecinde hem meslek örgütümüz tarafından hem de yayıncı arkadaşlarımız tarafından hiç yalnız bırakılmadık, özellikle Ayrıntı Yayınları’nın dayanışması bizim için çok değeli ve anlamlı oldu.”
(YK/EKN)