24 Nisan 2015’te yazdığım “Bir Ermeni olarak ne istiyorum?” başlıklı yazı, kimliğimle, geçmişte yaşananlarla ve gelecek tahayyüllerimle ilgili o güne kadarki yaşam deneyimimden süzülen tespit, talep ve hayallerimi dile getiriyordu. O gün bunları söze dökebilmek benim için önemliydi, yazı karşılık da buldu, epeyce okundu, paylaşıldı, farklı mecralarda iktibas edildi. Bugün, 24 Nisan 2025’te, 1915’in üzerinden yüz on, yazımın üzerinden on yıl geçmişken, dönüp geriye bakmak, orada yazdıklarımı gözden geçirmek istedim. Özgün metne dokunmadan, ona sayfa üzerinde turuncu kutular içinde göreceğiniz şerhler düşerek, bir anlamda hem kendimle tartıştım hem de geçen zamanda Türkiye’de, dünyada ve kendi düşüncemde olan değişimleri kaydettim. Bunu aralıklarla ömrümün sonuna kadar sürdürmeye, yazıyı yaşayan, belki benimle birlikte yaşlanan bir metin haline getirmeye karar verdim. Böylece ben de, arzu eden okur da, umarım bizden sonraki meraklı araştırmacılar da, bir Ermeni olarak ne istediğimin zaman içindeki seyrini takip edebileceğiz.
Ermeniyim. Öyle gururla filan değil. Hasbelkader Ermeni… Kâinatın vâkıf olmadığım birtakım sırları sonucu Hagopcan’dan ve Maritsa’dan doğmuşum. Hasan ve Melike’den de doğabilirdim ya da Hans ve Marta’dan ya da Haim ile Maia’dan… O zaman hikâyem herhalde biraz farklı olurdu ama öyle olmadı. Beni Hagopcan ve Maritsa dünyaya getirdi. Türkiye’de, İstanbul’da… Ermeniyim. Öyle gururla filan değil. Hasbelkader.
Ermeniyim. Yani kimine göre ne istesem “çok”, ne istesem “ne haddime!”, ne istesem “Hadi oradan!”, ne istesem “Ben kim oluyorum ki!”…
Bunları biliyorum, yaşadım, gördüm. Ama işte, insan evladı çiğ süt emmiş, istedi mi istiyor. Ben de o hesap… Bir şeyler istiyorum. Hayal ediyorum. Hayal etmek istiyorum.
Bundan on yıl önce, başlıktaki açık ve sade soruya yazı boyunca vereceğim cevaplar bağlamında bugünkünden daha iyimser olduğum kesin. “Hayal ediyorum”la yetinmeyip “Hayal etmek istiyorum” diye eklememde bir tereddüt sezilse dahi, hayale tutunmaya çalışmak bizatihi umutlu bir halin tezahürü olsa gerek. Salt daha genç olduğumdan değil elbette, memleketin hali umut etmeye o sıralar daha çok el verdiğinden. Buna karşılık, bugün, mücadele etmek, bir şeylerin değişmesi için çabalamak için illa umutlu olmak gerekmediğini daha iyi biliyorum. Azim ve sebat etmenin, vazgeçmemenin, en zor zamanda, dalgalı fırtınalarda bir deniz kabuklusunun kayaya tutunuşundaki görmüş geçirmişliği varoluş biçimine dönüştürmenin, yıkılmaz sanılan duvarları yıkmaya yarayabileceğine geçmişe göre daha çok inanıyorum. Bu da bir umut belki… Filozofun çokça tekrarlanan sözündeki gibi, aklın kötümserliği ve iradenin iyimserliği ile yeşeren çeşidinden.
Bu, kişisel bir yazı. 24 Nisan 2015’in, yani yüz yıl önceki o “Gide, bir daha gelmeye” denilen kara günlerin yüzyıldönümünün bir gün öncesinde, ondan, bundan, şundan, kendimden, ne istediğimi yazmak istedim. Aslında sadece yükten –Ermeni olmanın yükünden– biraz sıyrılabilmek, biraz ferahlayabilmek, önümdeki geleceğe biraz daha hafifleyerek bakabilmek için.
Buradaki muradıma erdiğimi söylemeliyim. Yazıyı 24 Nisan 2015 sabahının erken saatlerde bitirmiş ve blog sayfamda yayımlamıştım. Masadan kalktığımda gerçekten de kuş gibi hafiflediğimi hissediyordum. Bu, daha önce başka hiçbir yazıda bu yoğunlukta yaşamadığım bir histi. Söyleyeceğimi söylemiştim, ekleyecek tek bir kelimem, hiçbir sözüm yoktu ve en önemlisi, ifade ettiğim her şey gerçek düşüncemdi, kendime ve okura karşı dürüsttüm. Hem özlemlerimi, hem arzularımı, hem sıkıntılarımı, hem de öfkelerimi yazıya dökebilmiştim ve galiba bir Ermeni olarak en büyük ihtiyacım da buydu. Bu hafifleme, bu özgürleşme, kendi kimliğime yaklaşarak başkalarına hitap edebilmek için açabildiğim alan, tezat gibi görünebilir ama, bana kimliğimden sıyrılabilmem, ondan soyunabilmem, en azından salt Ermeni olarak kalmaktan kurtulmam imkânını sağlıyordu. Etnik şiddetin bir boyutu, sizi kimliğinize indirgemesi, adeta başka bir şey olmanıza izin vermemesidir ve bu mağdura vurulmuş büyük bir prangadır. Yazdığım yazı benim için, bu cendereden çıkabilmek için büyük bir adım oldu. Geçen on yılda, Ermeni olmaktan istifa etmeden, kimliğin sınırlarını aşmak yönünde daha çok yol kat ettiğimi düşünüyorum ve varlığı tehlike altındaki bir gruba üye olunca, hiç de kolay bir çaba değil bu. Elbette bitmeyen, tamama ermemiş, muhtemelen de ermeyecek bir yolculuk sözünü ettiğim. Ama işte, tıpkı kimlikler gibi insanlar da değişip dönüşüyor ve ben bu yola çıkmış olmaktan memnunum. Değişim çoğu zaman tekinsiz bilinmezlere doğru olsa da.
Bu, kişisel bir yazı. Ne kimseyi temsil etmek, ne de yazarı dışındaki Ermenilerin düşüncelerini, duygularını yansıtmak gibi bir iddiası var. İstanbul’da, Kurtuluş’ta, kökleri Anadolu’da olan bir Ermeni ailede doğup büyümüş bir fani olarak yaşadıklarımdan, içinde bulunduğum ortamlardan, yaptığım işlerin penceresinden, kendi hayat tecrübemden süzülmüş bir fikir özeti bu.
Yazının hareket noktasını başlığı belirtiyor. Bir Ermeni olarak, olduğum kişi olarak, 1915’te yaşanan felaket bağlamında gelecekten ne bekliyorum? Bu meselenin taraflarından ne istiyorum?
Bu soruların yanıtlarını, olabildiğince net ve sade bir şekilde vermeye çalışacağım. Biraz uzun olacak, kusuruma bakmayın.
Başlarken, 1915’te ve takip eden birkaç yılda bu topraklarda yaşayan Ermenilerin başına gelenin, uğranan insan kaybının ve bununla bağlantılı her türlü kaybın, “geri döndürülemez bir şekilde” yitip gittiğini düşündüğümü söylemek isterim.
Ölenler öldü, çile çekenler çilelerini çektiler, sahip oldukları her şeyden mahrum kaldılar. Hayatları, yurtları, evleri, meslekleri, şarkıları, okulları, kiliseleri, sesleri, emekleri, yemekleri, tarihleri, bellekleri, aklımıza gelebilecek her şeyleri ellerinden alındı. Yok oldular, kayboldular, yeryüzünden silindiler.
Bu yok oluş, bu kayıp, yarın her ne yaşanırsa yaşansın, ister olan biten tüm boyutlarıyla kabul edilsin, ister dilenebilecek en sahici özür dilensin, ister milyarlarca liralık tazminat ödensin, ister en güzel barış günleri gelsin, ister yaşamaya devam eden her Ermeni’nin önüne kırmızı halılar serilsin, ortadan kaldırılamaz, geri döndürülemez.
Şunu demek istiyorum: Bu yazıda “şöyle olmasını istiyorum” diye dile getireceğim her şey yerine gelse bile, geçmişe dair hiçbir şeyi telafi etmesi mümkün değil. 1915’te yaşanan, bu topraklarda yeri doldurulması asla mümkün olmayan kayıplara neden oldu. Siz, biz, onlar, bugün ve yarın ne yaparsak yapalım bu gerçek değişmeyecek. Nokta.
Yukarıdaki paragraflarda söylemek isteyip belki de eksik bıraktığım bir şey olduğunu fark ediyorum şimdi. Yitip gidenin geri döndürülemezliği aşikâr olsa da, aslında böyle bir yazı yazmak istememin, onu salt düşünceyle değil, ruh ve duyguyla da yoğurmamın ima ettiği gibi, geçmişte yaşanmış olanları geri çeviremeyecek, kaybettiklerimizi yeniden canlandıramayacak olsak dahi, bugünler ve yarınlar için anlamlı olacak, iyiye, bir arada yaşayabilmeye ve hepimiz için daha adil koşullar yaratabilmeye dönük mücadele asla bitmeyecek. Bu yazının hareket noktası Ermeniler olsa da, ülkemizde, coğrafyamızda ve tüm dünyada baskıya, ayrımcılığa ve zorbalığa karşı bir hayatı filizlendirebilmek için geçmişin hayaletlerinin bizlere ne söylediğine kulak kabartmalı ve onları onurlandırabilecek yolları bulabilmeliyiz. Ülkemizde Kürt sorununda, bölgemizde gözümüzün önünde bitesiye katledilen Gazze’de, işçisi, yoksulu, kadını, göçmeni, LGBTİ+’sıyla, sokakta yaşayan hayvanlarıyla, doğasıyla, tüm kırılgan grupların kendilerini daha güvende hissedebilecekleri bir hayatı kurmak için gerekli dersleri belki de tam o geri döndürülemez olanın bize fısıldadıklarından çıkarabiliriz. Çünkü geri döndürülemez olan geride kalmış değil, aksine, bugün ve yarın da bizimle olmaya devam ediyor, edecek.
Bu nokta, herhalde yeryüzüne dağılmış her Ermeni’nin benliğinde taşıdığı, bizleri biraz hüzünlendiren, ama çokça çıldırtan, anlatılması ve tanımlanması herhalde imkânsız bir genetik bilgi. Ben de daha fazla anlatmaya çalışmayacağım. Sadece, Ermeniler söz konusu olduğunda, bu türden anlatılamayan ve elle tutulamayacak bir deliliğin, gücünü derin bir hüzünden alan bir deliliğin bir yerlerde olduğunu hatırda tutmak gerekir diye yazıyorum. (Ve bu hali, bu halleri, elbette ki 1915’te yaşananlar, ama ondan da çok, o gün yaşananların 100 yıldır inkâr edilmesi yarattı diye tahmin ediyorum. Ama bu delilik meselesi bambaşka bir tartışma, burada girmeyeceğim.)
Burada girmeyeceğim dedim ama bu yazıdan birkaç yıl sonra yazmaya başladığım ve 2024’te yayımlanan romanım Unufak’ta, başka şeylerin yanı sıra, sözünü ettiğim o deliliği de, türlü yüzleri ve veçheleriyle ele aldım. Dönüp bakınca, bu yazıda deliliğe göndermede bulunmuş olmak ilk başta beni hayli şaşırttı, çünkü Unufak’ı yazmaya başlarken temel motivasyonlarımdan biri, bir Ermeni ailesinin fertlerini kuşaklar boyu adeta çılgına çeviren koşulları içeriden, onların ruh hallerinin tahlili yoluyla anlamaya çalışmaktı. Belki de romanın ilk satırlarını yazmaya yukarıdaki paragrafla başlamışım, bilmeden.
Geçmişe dair bir telafi mümkün değil, evet, ama sonuçta hayat, 1915’te hayatta kalabilenler için nasıl devam ettiyse, bugün de bir şekilde devam ediyor ve özellikle Türkiye’nin bu tarihi hakkıyla hatırlayabilmesi, onunla yüzleşebilmesi, bugün ve yarın nasıl bir hayat yaşayacağımızı belirlemek açısından hayati önem taşıyor. İşte bu yüzden, 1915, salt geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin meselesi.
Bu bilinçle, Türkiye’den, her şeyden çok, bu tarihi, insani kaybı, acıları kabul eden; bunları çarpıtmayan, meşrulaştırmayan, bahane bulmayan, mağdurun kendisini suçlamayan, pazarlık yapmayan bir yeni duruş istiyorum. Bugüne kadar yapılanın tam tersini yani… Samimi bir yüzleşme, gerçeklere uygun bir tarih yazımı ve bunların sonucu olacak bir tür hüzün, bir tür mahcubiyet; suçluluk değil ama bir tür sorumluluk hissi ve bu türden duyguların devamı olan bazı somut adımlar.
2014’te, dönemin başbakanı Erdoğan tarafından yayımlanan taziye mesajı, yukarıda tarif etmeye çalıştığım “duruş”un somut karşılığı olmak iddiasındaydı. Yazının özgün –2015– versiyonu, sonraki yıllarda da yayımlanmaya devam eden o taziye mesajlarının neden sorunlu olduğunu, neden devletin resmi inkâr siyasetinin makyajlanmış yeni bir sürümü olduğunu biraz aşağıda ele alacak, ben de oraya bugün bu konuda ne düşündüğüme dair şerhimi düşeceğim.
Kısaca, şuna benzer bir cümle dizisini duymak istiyorum (bunu çok istiyorum): “1915’te bu topraklarda Ermeniler (ve Süryaniler), vatandaşı oldukları devlet, onu yönetenler ve komşuları olan insanlar tarafından öldürüldü. Stop. Tek suçları etnik ve dini kimlikleriydi. Stop. Bu büyük bir insanlık suçuydu. Stop. Bu suçu mahkûm ediyoruz. Stop. Tekrarlanmaması ve gelecekte bir arada barış içinde yaşayabilmek için üzerimize düşenleri yapma sözü veriyoruz. Stop. Bundan böyle, cinayetlerin faillerini değil, kurbanları ve onları kurtarmaya çalışan atalarımızın anısını yücelteceğiz. Full stop.”
Bu çok yerinde bir “Full stop” olmuş, zira yukarıdaki telgrafa bugün de ekleyeceğim ya da ondan çıkaracağım bir cümle yok. Bu telgrafı henüz almamış olduğumu ve hâlâ onu beklediğimi, daima da bekleyeceğimi söylememe gerek yok sanırım.
Bu kadar. İşte ben, şu cümleleri hiçbir ‘ama’ya yer bırakmadan sarf edebilecek bir aklı, vicdanı ve siyasi duruşu hayal ediyorum. (Ve garip bir şekilde, 37 yıldır yaşadığım hayat tam tersini gösteriyor olsa da, bir gün bu cümlelerin işaret ettiği değerlerin hâkim olacağı bir Türkiye’ye ulaşacağımıza inanıyorum.)
O zaman öyle hissetmiyordum ama 37 yaşım bugün bakıldığında epey genç görünüyor gözüme. Bugün de, daha az saçlı ve daha çok ak sakallı halimle, o Türkiye’ye ulaşacağımıza inanmaya devam ediyorum. Arada türlü ve her biri çok zorlu badireler atlatmış olsak da, her şeye rağmen bu inancı koruyabildiğim, zaman zaman düştüğüm sinizm ve yılgınlık kuyularından çıkabilmeyi başardığım için mutluyum.
Biliyorum, yazıyı okuyan bazılarının aklına hemen, son iki yılın Nisan ayında Erdoğan ve Davutoğlu’nun yayımladığı taziye mesajları gelecek, “Ama zaten Türkiye artık ölenlerin anısına taziye diliyor ve üzüntü beyan ediyor? Daha ne istiyorsun?” sorusu sorulacak. Bu sorunun sorulmasını anlayabiliyorum ama kast ettiğim tam olarak bu değil.
Evet, son iki yıldaki açıklamalar, Türkiye’nin, İttihatçılardan bugüne kadar gelen “Hiçbir şey olmadı. Olduysa da Ermeniler yaptı. Savaş tedbiriydi. Mukateleydi. Kimse öldürülmedi. Ölenler hastalıktan öldü” cümleleriyle özetlenebilecek resmi pozisyonunda önemli bir değişikliği ifade ediyor. Ediyor, çünkü resmi ağızda ilk kez Ermenilerin kayıpları ve acıları hakkında saygılı bir dil geliştiriliyor. Bu saygılı dil, yine geçmişten beri hayal ettiğim bir gelişmeydi ve bunun önemsiz olduğunu iddia edemem.
Ancak, eksik olan bir şeyler var. Aslına bakarsanız, bir şey değil, çok şey var eksik olan. Koskoca şeyler var.
Anlatayım…
Evet, söz konusu taziye mesajları bugüne kadarki söylemde temel ve önemli bir değişiklik yapıyor, ölenler hakkında saygılı bir dil kullanıyor. Ancak, bazı şeyleri de hiç değiştirmiyor. Mesela hâlâ, Ermenilerin başına geleni I. Dünya Savaşı’nın diğer kayıpları arasına sıkıştırıyor. Bu kayıplara, hâkim bir devletin kendi vatandaşlarına karşı işlediği suç olarak yaklaşmıyor. Ermenilerden, onlar adeta bir doğal felaket sırasında ölmüşler gibi söz ediyor. Böyle yaptığı için de gerçeği muğlaklaştırıyor. Muğlaklaştırdığı ölçüde de, geçmişte resmi tarih yazıcıları tarafından üst üste dizilmiş yalanlardan ayrışmıyor.
Mesela, bu açıklamalarda, Ermenilerin başına gelen şeyin ne olduğu açık seçik tasvir edilmiyor, şu ya da bu şekilde tanımlanmıyor. “Ne oldu?” sorusu yine muğlak ifadelerle geçiştiriliyor.
Mesela, faillerin kim olduğu belirtilmiyor. “Kim yaptı” sorusunun yanıtına hiç değinilmiyor. Mesela, yapılanlar ve yapanlar mahkûm edilmiyor, lanetlenmiyor.
Mesela, taziyenin doğal sonucu olması gereken bazı adımlar konusunda hiçbir taahhüde girilmiyor.
Bu gibi hususları çoğaltabilirim ama demek istediğim şu: 2014 ve 2015 taziyeleri, bana, geçmişe dair gerçek bir yüzleşmeden çok, “Ne yapalım da şu lanet meseleden en hafif zararla çıkalım?” mantığından doğmuş gibi görünüyor.
O günkü taziye analizim bugün de ayakta duruyor ve haklılığını koruyor bence. Bu noktaya da ekleyeceğim çok fazla şey yok esasen. Geçen yıllar boyunca Erdoğan taziye mesajlarını yayımlamaya devam etti –adeta mekanikleşmiş bir şekilde. Ancak bu mesajlar giderek daha az haber değeri taşıyor, hiçbir etki uyandırmıyor. Türkiye’de ve dünyada herhangi bir Ermeni’nin Erdoğan’ın mesajlarından dolayı kendini taziye dilenmiş gibi hissettiğini sanmıyorum. Mesaj İstanbul Ermeni Patriği’ne gönderiliyor ve sanırım, Ermeni cemaatine yönelik dini görevlerinin yanı sıra Osmanlı-Türk devlet geleneğinin bürokratik bir kurumu olarak da işlev gören Patrikliğin 1915’te ölenleri andığı ayin sırasında okunuyor. Bu ayinin de devletin onayıyla yapılabildiğini hatırda tutarak, kuru ve stratejik bir metne, inkârın yeni yüzü halini almış taziyeye, iki resmi kurum (Cumhurbaşkanlığı ve Patriklik makamı) arasındaki al gülüm ver gülüme dayalı bir diyalogun işlevinin esasen kavramları yozlaştırarak, gerçekleri çarpıtarak gerçek yüzleşme çabalarının derinleşmesi yönünde bir engel oluşturmak olduğunu faş etmek gerekiyor. 1915’te “ölen” Ermeniler için baş sağlığı dileyen bir metin kaleme alan siyasi iktidarın, aynı zamanda “Ermeni iddiaları”nın “sözde” ve “emperyalist yalan” olduğu yönündeki propagandasına bizzat Fahrettin Altun’un İletişim Başkanlığı eliyle devam ettiğini ve bu uğurda epey de para harcadığını izliyoruz yıllardır. Bu da beni, yazının devamında zikrettiğim, 1915’te yaşananların ancak demokratik, özgür ve adil bir Türkiye’de hakkıyla tartışılıp kabul edilebileceği, ancak böyle bir ortamda gerçek bir yüzleşmenin mümkün olabileceği fikrine götürüyor. Baskıcı bir dikta rejimi halini almış tek adam düzenin Ermenilere de, genel olarak Türkiye halkına da, gelmişimize ve geçmişimize ve de geleceğimize dair verebileceği hiçbir şey yok şüphesiz.
Bu noktada, 24 Nisan 1915’in yıldönümü geldiğinde açıklama yayımlayan kimi muhalif kişi, kurum ve siyasi partilerin de, fiili ve faili muğlaklaştıran, salt bir acıyı paylaşma söylemine indirgenmiş ağlak takvim takipçiliğinin resmi söylemin çizgisini aşındırmaktan çok uzak olduğunu da söylemem gerek. 2015’te bu anlamda çok daha cesur olan, daha da cesur olabileceği işaretlerini barındıran hareketlerin dahi, mevcut koşullar altında, tabir caizse fincancı katırlarını ürkütmemek adına artık daha yuvarlak bir dil kullandıklarını görüyoruz. Bunun en göze batan istisnası ise, açıklamalarında ısrarla o yasaklı kelimeyi kullanan ve defalarca yargılanmasına rağmen bu konuda ısrarlı ve istikrarlı çizgisinden ödün vermeyen Diyarbakır Barosu oldu. Bu duruşun Tahir Elçi döneminde belirginleşmiş olması Diyarbakır Barosu’nun kararlılığını ve vefasını daha da anlamlı kılıyor.
Oysa, gerçek bir taziye, üstten bir dile hiç yeltenmeden, ölenlerden dolayı üzüntü beyan etmenin yanı sıra, bu taziyeye yol açan tarihsel aktörlerin kınanmasını ve onların eylemlerinden dolayı mağdur olan insanların anısına gelecekte yapılması planlananları da içerirdi.
Ve elbette ki, bu, çok derin, çok çetrefil, çok boyutlu bir mesele olduğu için de, geliştirilecek yeni yaklaşım, yılda bir kez yayımlanacak taziye beyanlarına sığmayacak kadar geniş, uzun vadeli, titiz, ölçülü bir programın ürünü olabilirdi. Bugün ortada bu türden bir program olmadığını ise hepimiz yaşıyor ve görüyor olmalıyız. Sadece şu son on günde, 1915’le ilgili olarak Türkiye’yi yüzleşmeye davet ettiği için Batı kamuoyuna gösterilen tepkideki şiddete bakarsanız, ortada böyle iyi niyetli ve bütüncül bir yaklaşım olmadığını, aslında “yeni” denebilecek pek bir şey de olmadığını görürsünüz.
Konu o kadar sessizliğe gömülerek boğuldu ki, ABD Başkanı Joe Biden’ın 2021’de soykırımı tanıması dahi Türkiye’de büyük bir yankı ve tepki doğurmadı. Oysa önceki yıllarda bu türden bir açıklama Türkiye’nin resmi politikasına vurulacak büyük bir darbe olarak görülür, ikili ilişkilerde devasa bir sarsıntı yaratırdı. Biden’ın açıklamasının ABD resmi politikasında herhangi bir somut etki yaratmamış olması, gerçek dönüşümün diplomatik çıkar ilişkileri bağlamında değil, ancak Türkiye’de yaşanacak bir zihniyet evrimi sonucunda Ermenistan’la ve Ermenilerle kurulacak sağlıklı bağlarla mümkün olduğunu teyit ediyor.
Peki, olsaydı, böyle bir programın içinde neler olurdu?
Misal, en basitinden, ders kitaplarındaki her türden ırkçı ve milliyetçi ifadenin kaldırılması olurdu herhalde. Misal, orada, bundan böyle her zeminde Ermenilerle ilgili doğru bir tarihsel anlatıya yer verileceği beyan edilirdi herhalde. Misal, İttihatçı liderlerin adlarının resmi bina, yapı ve yer adlarından kaldırılacağı gibi birtakım somut adımlardan bahsedilirdi herhalde. Bunlar gibi şeyler işte… Aklınıza ne gelirse buraya koyabilirsiniz.
Buradaki misallerin veya aynı minvalde akla gelebilecek benzer yeniliklerin gerçeğe dönüştüğüne tanık olamadık ne yazık ki. Üstelik, tam aksi yönde adımlar atıldı. Sözgelimi, daha önce 18 Mart’ta yapılan Çanakkale Savaşı anma törenleri, sırf Ermeni kayıplarının yad edilmesinin önüne geçsin diye 24 Nisan’a alındı. 1915’in İttihatçı faillerinin adlarının kamusal alandan kaldırılması yönünde hiçbir şey yapılmadığı gibi, aksine, Talat ve Enver paşaların adları sokaklarda ve sosyal medyada faşizan hareketler ve onların destekçileri tarafından alenen sahip çıkılır hale geldi.
Bunun yanı sıra, Ermenilerin bugüne kadar yok edilen ve yok sayılan kültürel varlıklarının görünür kılınması ve yaşatılması için bir irade beyan edilirdi herhalde. İbadethanelerin yeniden ihyası, her birinin kuruluş amaçlarına uygun kullanımı için gerekenin yapılacağı taahhüt edilirdi herhalde. Gasp edilen tüm mallarla ilgili bir iade ve tazmin mekanizmasının oluşturulacağı duyurulurdu herhalde…
Bu bahiste de olumlu gelişmelerin yaşanmadığını, ancak mesela karşımıza giderek daha sık “satılık kilise” haberlerinin çıktığını gördük. Patrikliğe ait meşhur Sanasaryan Hanı’nın sahibine iadesine mahkemece hükmedilmesine rağmen, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bu kararı tanımayıp yapıyı özel mülkiyete otel yapılmak üzere uzun süreli bir anlaşmayla kiralaması gibi eylemler, AKP döneminde büyük bir reform olarak sunulan vakıf mülklerinin iadesi uygulamasının geldiği son noktayı göstermesi açısından manidar bir örnek oldu. Ermenilerden gasp edilen özel veya tüzel kişilere ait diğer mülk ve arazilerin, okul, kilise, manastır yapılarının ve bunlara bağlı toprakların böyle bir ortamda gündeme dahi gelmemesine ise şaşırmak mümkün değil şüphesiz.
Burada anlatmaya çalıştığım, 1915’e ve Ermenilere dair, savunmacı olmayan, gerçekçi, her türlü milliyetçi kompleksten arınmış, kökten bir bakış açısı değişikliği gerekliliği… İşte ancak bunun sonucunda, Ermenistan’a ve tüm dünyadan Ermenilere, “Biz bu acıyla gerçekten yüzleşmek istiyoruz ve bunun için yapılması gerekenleri görüşmek üzere Ermenilerle bir masa etrafında dostane bir şekilde yan yana gelmeye hazırız” denilebilir. Yani, denilecekse, eğer denilmek gerçekten isteniyorsa, bu şekilde denilmeli. Yani, “Biz zaten size neler neler lütfettik, siz hâlâ anlamıyorsunuz namertler!” tavrıyla yüzleşme de, barış da olmaz, demek istiyorum.
Ancak bu tür adımlar atıldığında Ermeniler ve tüm dünya Türkiye’nin bu konudaki ciddiyetine inanabilir. (Bakın, bilhassa samimiyet demiyorum, ciddiyet diyorum.)
Ancak bu tür adımlar atıldığında Ermeniler ve Türkler, daha doğrusu Ermenilerin ve Türklerin temsilcileri, iyimser bir ruhla bir araya gelip, nasıl bir ortak gelecek inşa edeceklerine karar verebilirler.
Şunu da söyleyeyim: Ermeniler demek Ermenistan demek değildir. Ermenistan elbette ki Ermeni gerçekliğinde büyük bir role ve öneme sahiptir. Ancak, hele hele 1915’le ilgili, barışla, uzlaşmayla ilgili tartışmalarda, onyıllardır tu kaka edilen diaspora en az Ermenistan kadar taraftır, söz sahibidir. Bugün diasporada, dünyanın dört bir tarafında, Ermenistan’da yaşayan Ermenilerin üç katı kadar Ermeni yaşıyor ve diasporayı dışlayarak, onları şeytanlaştırarak Türk-Ermeni barışı inşa edilemez.
2015’e yaklaşan yıllarda, özellikle de o yıl zirveye çıkacak şekilde, diaspora ile Türkiye arasında sivil temasların sıklaştığını gözlemledik. Bunda şüphesiz canlılık kazanan diyalog-tartışma ortamının ve sivil toplumun çabalarının önemli bir etkisi vardı. Genişleyen ve tabana yayılan konuşmanın sağladığı imkânla diasporadan, farklı ülkelerden bireyler ve kurum temsilcileri Türkiye’ye geliyor, türlü çevrelerle temas ediyor, yeni tanışıklıklar ve bağlar kuruluyor, projeler geliştiriliyor, barış ve uzlaşma adına mevcut olan zeminin genişlemesi için çaba gösteriliyordu. Sonraki yıllarda tek adam rejiminin yarattığı boğucu baskı ortamı, bilhassa Osman Kavala, Çiğdem Mater gibi Ermeni-Türk barışı için aktif roller üstlenen sivil toplum aktörlerinin cezaevine konulması, Kürt siyasi hareketinin Ermeni meselesinde aktif önemli isimlerinin cezaevi-sürgün koşullarına mahkûm edilmesi ve hatta Gomidas Enstitüsü’nden tarihçi Ara Sarafian ile birlikte önemli çalışmalara imza atan Tahir Elçi’nin katledilmesi, diaspora ve Ermenistan’la bin bir çaba sonucunda kurulabilen bağlara büyük darbe vurdu. Bu şartlar altında günümüzde dünyanın dört bir yanına dağılmış Ermenilerle veya Ermenistan’la elle tutulur sivil bağların neredeyse yok düzeyine indiğini söyleyebiliriz.
Burada açılan Diaspora kanalından devam edip Ermenilerden ne istediğime geleceğim, ama bir parantez açıp, üçüncü taraflardan, özellikle de Batı’dan ne istediğimi anlatayım.
Batı’nın Türkiye’yi 1915 konusunda yüzleşmeye çağıran açıklamalarını şüphesiz ki önemsiyorum. Ancak bu çağrıların çoğu zaman riyakâr ve hesapçı olduğunu, dürüstlükten uzak olduğunu düşünüyorum. Büyük Batı devletlerinin pek çoğunun, I. Dünya Savaşı’nda akan kana dair büyük bir vebali var. Bugün de dünyanın dört bir yanında oluk oluk akan kanın müsebbibi olan emperyalizm olgusu bir yalandan ibaret değil ve dönemin büyük devletlerinin her biri, Fransasından Britanyasına, Rus Çarlığı’ndan Osmanlılara, Almanya’dan Avusturya-Macaristan’a tüm güçler, bu emperyal mücadelenin bir parçasıydı. Bugün Türklere geçmişle yüzleşme çağrısı yapanlar, bu çağrıyı, kendi benzer suçları ve suç ortaklıkları için yapmadıkları sürece, Türkiye ve Türkler tarafında yaratmayı arzuladıkları olumlu etkiyi yaratamazlar. Oysa, Türklerle Ermeniler arasında barış çağrısı yapan herhangi bir aktörün sorumluluğu, elbette ki Ermenilerde, ama şüphesiz ki Türklerde de olumlu bir değişime yol açabilecek hakiki bir tutum içinde olmaktır. Bu tutumun yolu da, en başta, Türklere sorumluluk çağrısı yaparken, kendi sorumluluğunu halının altına süpürmemekten geçer.
Geçen zaman, Batı dünyasının bu bilinci geliştirmek bir yana, utanç verici bir riyakârlıkla ve salt çıkar odaklı güdülerle hareket ettiğini iyice açığa çıkardı. Gazze’de bir buçuk yıldan bu yana sürmekte olan soykırıma verilen açık çek insanlık adına büyük bir hayal kırıklığı oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana belki de en büyük etik krizini yaşamakta olan ve henüz bununla hesaplaşmak konusunda bir işaret vermeyen Batı’nın Ermenilerin başına gelenler konusunda Türkiye üzerinde olumlu bir etkide bulunacağına inanmak ancak gerçekleri inkârla mümkün. Mülteci akınının önlenmesi gibi “stratejik” öncelikleriyle Erdoğan rejimine, petrol ve gaz gibi “tamamen duygusal” tercihlerle Aliyev’e parlak yeşil ışıklar yakan Batı’nın düştüğü ahlaki uçurumdan çıkabilmesi için alternatif siyasetlerin güç kazanmasını ummaktan ve mümkünse bu uğurda çalışmaktan başka çıkar yol görünmüyor.
Almanya genelkurmayı İttihatçıların silah arkadaşıydı. Genç Alman subaylarının çoğu Holokost öncesinde stajlarını 1915’te, Anadolu’da yapmıştı. Almanlar, tehcir ve katliamların düzenlenmesinde önemli bir rol oynamış, bu suçun ortağı olmuşlardı. Fransa, İngiltere, Rusya, tıpkı savaşa tutuştukları karşıt cephedeki Almanlar ve Osmanlılar gibi, kendilerinin olmayan topraklar üzerinde hak iddia etmiş, buralara dair paylaşım planları yapmış ve bunun için de milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuşlardı. Ermeniler Anadolu’da öldürülürken, şüphesiz ki bir avuç vicdanlı Alman, Amerikalı, Danimarkalı, Norveçli ve başka halklardan insanlar bu büyük cinayetin önlenmesi için çalışmıştı; peki ya onların devletleri ve diğer Batı ülkeleri ne yapmıştı? II. Dünya Savaşı sonrasında, bölgeyi bir ateş topuna çevirmek pahasına İsrail’in kurulmasını sağlayan Batı, daha otuz yıl önce Ermenilere neden sırt çevirmişti? Peki ya o devletlerin askerlerinin, savaştan sonra Antep’te, Urfa’da, Maraş’ta, İstanbul’da ne işi vardı? O zaman da mı bir yerlere demokrasi götürülüyordu?
Bu soruların yanıtlarına ve bu yanıtların ruhuna, bu ruhun gerektirdiği sorumluluğa sahip olmayan “yüzleşmeye çağrı” bildirileri, parlamento kararları, yüksek perdeden tiratlar, dürüst, hakiki, samimi olabilir mi? Batı, bu suçların yükünden, sadece tanıma kararları ve Türkiye’ye yaptığı çağrılarla kurtulabilir mi?
Benim gördüğüm o ki, İslam ve göçmen karşıtlığının ve başka bazı siyasi ihtirasların ortasında Ermenilerin acısı, pek çok Batılı devlet için, Türkiye’ye karşı kullanabilecekleri bir koz olarak değer taşıyor çoğu zaman. İyi niyetli, dürüst ve sorumluluk sahibi insanlar, aktivistler, siyasetçiler şüphesiz ki var; ancak Batı’nın Ermeni meselesindeki bugüne kadarki genel tavrının, yüce birtakım değerler ve hakikate ulaşma arzusundan değil, o kerameti kendinden menkul “ulusal çıkar” arayışından kaynaklandığına inanıyorum. İnanıyor değil, yaşıyor ve bunun böyle olduğunu görüyorum. Eğer Türkiye’den gelecek bir askeri ihaleden dışarıda bırakılmak tehdidi karşılığında Fransa, Mersin’de bir Rus askeri üssü açılabileceği salvosu karşısında ABD Ermenilerle ilgili adalet çağrılarından geri adım atıyorlarsa, hangi dürüstlükten, hangi hakikatten bahsedilebilir?
Dünyaya dağılmış olan ve bugün kültürlerini, dillerini, benliklerini ve siyasi davalarını yaşatmaya çalışan Ermenilerden de isteklerim var şüphesiz. Bunların en tepesinde ise, çok iyi bildikleri, beşiğinde kavruldukları acılarının, aile tarihlerinin, nine ve dedelerinin hatıralarının üzerine titrerken, geleceği inşa edecek bir perspektifi gözden kaçırmamaları geliyor. Başkaları başka türlü düşünüyor olabilir, ama ben bunun yolunun, her türlü milliyetçi tuzaktan uzak durmaktan geçtiğine inanıyorum. Türk devletiyle Türkleri birbirinden ayırabilmek bu açıdan hayati. 1915’te olandan ve sonrasındaki inkârdan insanların ve halkların değil, devletlerin ve onların temsilcilerinin sorumlu olduğu görebilmek gerek. Türkleri, her bir Türk’ü, Türk devletinin suçlarının, yalanlarla örülen tarihinin mağduru olarak tahayyül etmek gerek. Belki Hıristiyanca bir yaklaşımı hiç akıldan çıkmamak, “Bilmiyorlardı. Bilseler hiç öyle (ve bugün de böyle) yaparlar mıydı?” diye düşünmek gerek. Anlatabilmenin yollarını, barışçı ve yaratıcı yollarını aramak gerek.
Geçmişte yaşanana ve bugün dayatılana duyulan öfke orada, her Ermeni’nin yüreğinde. Ama bu öfkenin bizi çürütmesine, bizi kötücülleştirmesine, bizi, kültürümüze yuva olan topraklara ve yüzyıllarca birlikte yaşadığımız insanlara düşmanlaştırmasına izin vermemek önemli. Acımız kabul görecek, tanınacak diye, birtakım çıkarcı siyasilerin hesaplarıyla aynı dalga boyunda buluşmamak önemli. Her birimizin ailesinde muhakkak var olan kurbanların hatırasına saygının gereği olarak, acıyı ve belleği olumsuz değerlerle yan yana getirmemek değerli.
Pek çok Ermeni için kabul etmesi çok zor, biliyorum, ama ben, Türkler için iyi olanın, Ermeniler için de iyi olduğuna inanıyorum. Türkiye’de daha fazla demokrasi Türkler için iyidir, Ermeniler için de iyidir. Ancak demokratik bir Türkiye’yle 1915 üzerine konuşabilirsiniz. Ancak halkların bir arada barış içinde yaşadığı bir Türkiye’de Ermeniler için bir gelecek ihtimali vardır. Ancak müreffeh bir Türkiye Ermenilerle barış yapmayı düşünebilir. Dolayısıyla, Türkiye’nin kötülüğünü değil iyiliğini istemek Ermeniler için hayırlıdır. Bu, Türklere ve Türkiye’ye teslim olmak, geçmişi unutmak değildir. Türkiye’de var olan demokrasi mücadelesini yakından takip etmek, onun açtığı kanallarda ilerleyerek hem Türklere hem Ermenilere yarayacak bir dönüşümün güç kazanmasını sağlamaya çalışmak, hem geçmişe saygılı, hem de geleceği inşa eden bir tavırdır. Bu da, misal, Türkiye’yi AB’nin dışında tutmaya çalışmakla olmaz; Türkiye’yi boykot etmekle olmaz; Türklerin hiçbir şekilde değişmeyeceği gibi ırkçı bir inanca bağlanmakla olmaz.
Günümüzün anti-demokratik Türkiyesi, Ermeni meselesiyle ilgili tartışmanın tüm cephelerinde gerilemeye sahne oldu. Geçmişle ilgili kamusal tartışma yok mertebesine indi. Türkiye, arabulucu rolü üstlenebileceği Ermenistan-Azerbaycan düşmanlığında Azerbaycan’a daha önce olduğundan çok daha büyük bir destek verdi; Karabağ’da adeta savaşın üçüncü tarafı gibi davranarak güç dengesini Ermenistan aleyhine bozdu, bu da Ermeniler açısından telafisi imkânsız kayıplara yol açtı. Geçen yıllarda, diasporada yaşayan hemen her Ermeni cemaati, yaşadıkları şehirde Türkiye tarafından desteklenen milliyetçi-ırkçı grupların baskısını üzerinde hissetti ve geçmişlerinin hatırlanması için yaptıkları her etkinliğin taciz edilmesinin, anıtlarına veya kiliselerine yönelik saldırıların şokunu yaşadı. Türkiyeli Ermeniler de kendilerini geçmişe göre daha güvende hissetmiyor; aksine, yine Karabağ meselesiyle bağlantılı olarak, İstanbul’daki mahallelerinde Türk ve Azerbaycan bayraklı grupların resmigeçit yaptığına, zafer kutlamalarına tanık oldular, kendilerini uzun zamandır belki de ilk kez evlerinde bu kadar huzursuz ve tedirgin hissettiler. AB hayali hem Türkiye’nin hem Avrupa ülkelerindeki çürümenin ve kurulan kötücül işbirliğinin sonucunda belki de anlamını yitirirken, diaspora Ermenilerinin bu zeminde politika üretmek yönünde etkisi bertaraf edildi. Avrupa’da Ermenilerin uğradığı tarihsel ya da güncel haksızlıklardan söz etmek, bunun karşılığında Türkiye’ye baskı uygulatmanın yollarını aramak mümkün olmaktan çıktı. Elbette anti-demokratik bir Türkiye de yarın öbür gün Ermenistan’la –belli ki sadece, Ermenistan’a belki de kabul etmesi imkânsız bir barış anlaşmasını zor tehdidiyle dayatan Azerbaycan’ın izin verdiği koşullarda– bir uzlaşmaya varıp sınır kapılarını açabilir, iki ülke arasında diplomatik ilişkileri başlatabilir, ancak bunlar, yazının başından beri tarif ettiğim milliyetçi, devletçi, Türkçü-İslamcı, inkârcı, bugünün uluslararası ilişkiler dengeleri bakımından saldırgan ve yayılmacı, nihayetinde Ermeni karşıtı düşüncelerin değişeceği anlamına gelmeyecektir.
Ermeniler Türkiye’den son yüz yılda neredeyse sadece zulüm, baskı, şiddet gördüler. Saygısızlık, iftira, hakaret gördüler. Bu tutumun Ermenilerde yarattığı öfkeyi anlamamak, insanı anlamamaktır. Ancak, öfkenin benliği ele geçirmesine izin vermek ya da vermemek, eninde sonunda bir tercihtir. Öfkeyi mücadele azmine dönüştürmek, bu mücadele azmini olumlu değerlerle taşımak, gelecek hayalini, eninde sonunda kendi ulusal çıkarını düşünecek olan birtakım devletlerin birtakım hesaplarına bağlamamak ve kendi göbek bağını kesmek, hem Ermenilerin hem de Türklerin birlikte onur kazanacağı bir gelecek için uğraşmaktan söz ediyorum. Cezalandırmak değil, birlikte yüzleşmek, birlikte arınmak, yola birlikte devam edebilmekten…
Benim Ermenilerden beklentim ve isteğim kabaca bu. Mevcut resme baktığımızda bu manzaradan uzak olduğumuzu ise biliyor ve görüyorum. Ancak Ermenistan ve diasporada insanların bu türden bir zihinsel dönüşüme doğru –en çok da Hrant Dink sayesinde– günden güne ilerlediklerini de görüyorum ve bu konuda umutluyum.
Bir önceki şerh paragrafında da işaretini verdiğim gibi, ne yazık ki, 2016’daki dört günlük ve özellikle 2020’deki kırk dört günlük savaşta Karabağ’da yaşananlar, orada Ermeni tarafının yaşadığı kayıplar ve sonuçta 2023’te Karabağ Ermenilerin aylar süren ablukanın ardından yüzyıllarca yaşadığı toprakları topyekûn terk etmesiyle sonuçlanan etnik temizlik ve bu sırada Türkiye’nin takındığı tutum, Ermeniler açısından Türkler ve Türkiye’yle ilgili algıyı daha da kötüleştirdi. Son onyıllarda bin bir çabayla ve hatta Hrant Dink’in kaybı gibi büyük bir vebalin etkisiyle olumlu anlamda bir yol kat edildiyse bile, bu zemin savaşla çok hızlı bir şekilde ayaklarımızın altından kayıp gitti. Türkiye’nin Azerbaycan’a silah, askeri akıl, savaşçı, hatta cihatçı transferi, Ermenilerin Türklerle ilgili tarihsel fikir, önyargı ve korkularını depreştirdi, Türk devletinin nihai amaçlarından birinin Ermenilerin ve Ermenistan’ın topyekûn ortadan kaldırılması olduğu, şimdi artık sıranın Ermenistan’a geldiği fikrini besledi. Bugünün şartlarında, Türkiye ile Ermenistan Azerbaycan’ın vesayeti altında birtakım diplomatik temaslarda bulunuyor olsa da, bunun ikili ilişkilerde gerçek bir dönüşüme yol açabileceği yönünde bir ışık görmek kolay değil.
Bizler, biz Ermeniler, tarihin gördüğü en büyük cürümlerden birinin muhatabı olduk. Bu cürmün kabul edilmediğini, ret ve inkâr edildiğini, suçlularının yüceltildiğini gördük. Ölülerimizi hakkıyla gömemedik. Gömemediklerimizin yasını tutamadık. Tutulamayan yas benliğimize büyük bir yük yükledi. Görüp geçirdiklerini anlatmaya çalışmanın lanetiyle lanetlendik. Öldüğümüzü, acı çektiğimizi ispatlama gaddarlığıyla yaşamak zorunda bırakıldık. Bu, bir halka layık görülebilecek en ağır varoluş şekliydi. Çıldırmışlığımız, deliliğimiz bundan.
Artık on yıl daha yaşlanmış olarak, bu anlatma, sürekli anlatma, bir şeyleri kanıtlama çabasının zaman zaman büyük bir yılgınlık yarattığını itiraf etmem gerek. Çeşitli ruhsal rahatsızlıklar da doğurduğuna inandığım bu durum, Türkiyeli Ermeniler bağlamında tamamen içe çekilme, kimliğini inkâr ya da tam aksi yöndeki kimliğine sıkı sıkıya sarılma, kendini bununla tanımlama ve var etme tepkilerini doğuruyor. Türkiye’de sürekli devrede olan devlet destekli inkâr mekanizmaları karşısında Ermeniler hem sayıca tükenmeye yakın, hem de etki olarak güçsüz. Bu durumda, zaman ilerledikçe her yeni toplum kuşağına Ermeni meselesini anlatmaya çalışmak kamusal alanda söz söyleyen Ermeni figürleri için bir Sisifos sendromu yaratabiliyor. Şahsen son birkaç yılda bunun çaresini kendi kimliğimle ve bu bağlamdaki kamusal tartışmayla olan bağımı sorgulamakta buldum. Artık geçmişte olanları ispat çabasına çok mecbur kalmadıkça girmiyorum. Gerçekten neler yaşandığını anlamak isteyenler için kanıtlar ortada, gerçekler ulaşılabilir uzaklıkta olduğuna göre, kendi acı deneyimlerimi, travmalarımı yadsıyarak, onları susturarak bir öğretmen, bir pedagog gibi davranmaktan, sürekli olarak anlatmaya ve hoşgörmeye hazır bir öğreticiliğe soyunmaktan sıyrılmaya gayret gösteriyorum. Ancak böyle bir düzlemde Türklerle eşit ilişki kurabilir, onlarla yapıcı bir bağı, bir dostluğu kurabilir, onların yanında ancak böyle güvende hissedebilirim. Bu, geçmişte yaşananların nasıl adlandırılacağı anlamında mutlak bir uyum anlamına da gelmiyor, bu bakımdan son derece esnek sayılırım, ancak, açık ya da örtük bir inkârcılığa meyleden pozisyonları savunan ve bunu asla terk etmeyecek olanlarla bir ortak geleceği tasavvur etmenin benim için hem yaralayıcı hem de tüketici olduğunu biliyor, bu tür kişilerle diyaloğa girmekten kendimi sakınıyorum. Bunun dışında herkesle iki eşit insan, iki yurttaş olarak konuşmaya ve diyalog kurmaya hazır olduğumu, hatta bundan çoğu zaman memnun olduğumu, bunun bizi kimliklerimizin Hrant Dink’in sözünü ettiği türden zehirlerinden, hastalıklarından sağaltıcı olduğunu da görüyorum.
Ama yaşadık, devam ettik, var olduk. Acımızla ve bize layık görülen lanetle, bize özgü deliliğimizle yol yürüdük. Kaybetmiştik ama bir şeyleri de başardık. Ermeniceyi öyle veya böyle koruduk. Alfabemizi, şarkılarımızı, okullarımızı, kiliselerimizi, edebiyatımızı koruduk. Ermeni olmaktan vazgeçmedik. Olabildiğimiz kadar dünyalı da olduk. Büyük bir mücadele azmi gösterdik. Kafkasya’da, taşlardan ibaret bir coğrafyada küçük de olsa bir yurt yarattık. Türkiye’de her türden baskıya karşı Ermeni kaldık; Ermeni olmayanlara “Hepimiz Ermeniyiz” dedirttik. Diasporada dilini hiç bilmediğimiz ülkelerde yeni hayatlar kurduk; yok olmadık; ürettik, yaşadığımız ülkelerin kültürüne katkıda bulunduk. Yaşadık.
Yani, plan başarısız oldu.
Bundan hiç emin değilim. Yukarıdaki paragrafta Ermeniler açısından biraz da parlatılmış olan başarı hikâyesine bir yönüyle hâlâ inansam da, İttihatçı-Türkçü planın başarısız olduğunu düşünmüyorum bugün. Amaçları, tek bir etnik-dini kimliğin hâkim olduğu bir ulus devlet yaratmaktı ve bunun önünde engel olarak gördükleri her şeyi gerekirse en ağır şiddet yollarına başvurarak bertaraf etmeyi göze almışlardı. Neticede kurulan Cumhuriyet de bu yolu terk etmedi, onlardan kalan projeyi tamamladı. Bugün Türkiye’de hepimizin canını yakan siyasal ve toplumsal sorunlar bu politikaların sonucu olsa ve iki yakamız bu tepeden inmeci komitacılığın, tüm yurttaşlar için eşitliği reddeden anlayışın verdiği zararlar nedeniyle bir türlü bir araya gelmese de, reel politik gözlüklerle bakarsak amaç hasıl oldu ve Türk devletinin bekası kurtarıldı. Burada Ermenilere yer, ancak bu devletinin işine yaradıkları, bir tür rehine olarak pazarlık kozu olarak tutuldukları ölçüde var (dönemin adalet vekili Mahmut Esat Bozkurt’un 1930’daki sözlerini hatırlayalım: “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”). İçerideki Ermenilerle kurulan katı hiyerarşik bağa karşılık, bakiyenin bakiyesi Ermenistan’ın sancılı varlığı da günümüzde büyük tehdit altında; diaspora ise ya düşman ve şeytan ya da görmezden gelinen, etkisizliği kanıtlanmış bir hasım durumunda. Bütün bunlara rağmen, yine de Ermeni kimliği açısından asıl verimli olanın –Hrank Dink’in çarpıtılarak ceza almasına ve katledilmesine giden yolun açılmasına bahane edilen yazısında söylediği gibi– kendi kültürüyle kuracağı sağlıklı bağlarda olduğu, bu bağlamda işin bitmiş olmadığı ve umutlu ihtimallerin ortadan kalkmadığı söylenebilir.
Yani Enver, Talat ve Cemal; yani onların adamları yanıldı.
İnsanlar ve toplumlar yanılgılarına da tutunabilir. Son yıllarda kitlesel gösterilerdeki, Avrupalı neo faşist kabarmaya benzer şekilde üreyen Envercilik, Talatçılık sembolizmine baktığımızda, vatanını en çok sevdiğini iddia edenlerin ona ve kendi halklarına en çok zarar verenler olduğu tarihsel gerçeğinin gözardı edilmesine üzülmemek mümkün değil. Yine de, Türkiye’de ve yerkürenin her yerinde buna karşı duranların var olduğunu bilmenin ve ortak kavgamızın tam da bu türden ırkçı, ayrımcı, tekçi düşüncelere karşı olduğunu hatırlamanın, dirayeti korumaya her zaman yararı var.
Bir halkı ortadan kaldırabileceklerini ve bunun yanlarına kâr kalacağını sananlar yanıldı. Katledilenler yitip gittiler ama onların anısını yaşatmak isteyenlerin mücadelesi son bulmadı. Ermeniler, bundan birkaç yıl önce edebiyat âşığı Halepli bir ihtiyar Ermeni’nin kulağıma fısıldadığı gibi, “Türk devletinin boğazında bir kılçık olarak kaldılar.” Üstelik, adalet arayışlarında onlara Türkler, Kürtler ve başka halklardan insanlar da katıldı.
Onlar başaramadı. Bizler ve bizim gibiler başardı.
İhtiyar dostum, “Boğazlarında kılçık olduk, koskoca ülke onların oldu ama huzur bulamıyorlar” demişti. Haklıydı. Ama ben artık boğazdaki kılçık olmak istemiyorum.
O gün adını vermediğim dostum, doktor ve yazar Toros Toranyan 2021’de, 93 yaşında, Suriye savaşından sonra sığınmak zorunda kaldığı Beyrut’ta hayatını kaybetti. Cibinli (Antep) anne babadan 1928’de Halep’te doğan Toranyan ömrü boyunca onlarca kitap yayımlamış, Ermenice edebiyat çevrelerinin sevilen, sayılan bir siması olmuştu. Savaşın başlarında gazeteci olarak Suriye’ye gittiğimde aynı sofrada oturup sohbet etme onurunu yaşadığım, hayatı Ermeni halkının son yüz yıldaki yaşantısının bir aynası olan Dr. Toranyan’ı ve bilgeliğini sık sık sevgiyle anıyorum.
Tüm dünyadan, Türklerden, Ermenilerden, Kürtlerden, herkesten isteğim işte budur: Beni boğazımdaki kılçıktan, birilerinin boğazındaki kılçık olmaktan kurtarın.
Hayat bir tuhaf. On yıl önce çok inanarak yazdığım, bugün de halen inandığım bu “kılçık” metaforu bugün beni farklı düşünmeye sevk ediyor. Elbette boğazdaki kılçık olmak istemem, ancak muktedire dert olmak, ona huzur vermemek, onu rahat ettirmemek anlamında bir kılçıklığa, bazen o kadar da itirazım yok şimdilerde. Elimizden hiçbir şey gelmediğini sandığımız bir anda hiç olmazsa kılçık olmak, kılçıklık yapmak, yelkenleri suya indirmekten yeğ görünüyor gözüme artık. Yeter ki orada yalnız olmayayım, yalnız bırakılmayayım, yanımda Türkiye’de yaşayan bütün halklardan dostlarım da olsun.
Yazı aslında burada bitti, ama şunu da söylemem gerek. Fark edenler olmuştur, şu kadar sayfa boyunca soykırım kelimesini kullanmadım. Yaşananların bir soykırım olmadığını düşündüğümden değil. Aksine, eğer soykırım diye bir tanım varsa, Ermenilerin başına gelenler, o tanımın birebir örneğidir. Bunda tartışmaya açık bir taraf yok. Ancak benim için mesele, olan bitenin soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı değil. Olanın ne olduğunu, adımın Rober olduğunu bildiğim kadar iyi biliyorum ve şu yukarıda anlatmaya çalıştıklarım bir gerçekleşsin, soykırım kelimesini sonsuza dek unutmaya hazırım.
Evimizde bu meseleler hiç konuşulmazdı. Ama 7-8 yaşlarında bir çocukken, Sivas’ta doğmuş, Ermenice bilmeyen babamdan tek bir kelime duydum. “Çart” dedi. Sonradan öğrendim, “Kesim” demekmiş. Bir insanın boğazına hançeri dayayıp kesmek anlamında. Daha geniş bir anlamda da “Kırım” demekmiş. Soykırım kavramını reddedenlere sormak isterim, “Çart” sizce daha mı hafif soykırımdan?
(RK/VC)