Öfke aynı öfke, dert aynı dert, çünkü memleketin ahvalinde değişen pek bir şey yok. Hatta daha da kötüye gitti belki. Hesaplaşma, hesap verme, yüzleşme hak getire. Yağma, hırsızlık, zulüm, baskı berdevam. Bir utanmazlık, arsızlık deryası...
"Tol", "Har" gibi Türkiye edebiyatında önemli bir yere sahip kitapların yazarı Murat Uyurkulak'ın, haziran ayının başında okurla buluşan yeni romanı "Delibo" bir yanıyla kendisinin hayatından çıkmış. Zira Afyon ve Isparta'ya uğrayan kahramanlarının ana mekanı, yazarın da doğup büyüdüğü şehir olan İzmir.
Bornova sokaklarında kaybolan, çocukluk hatıralarının kahramanı Delibo'yu bulmaya çalışan öfkeli Yusuf Kavala ve çocukluk aşkı Yasemin'in peşine takılıyor okur. Bir de Yusuf'un hem öfkelendiği hem de önemsediği babası Sefer Kavala'nın... Hayatın hazlarından nasibini alamamış Yusuf'un öfkesi ise çok haklı:
"Yoksulların, özellikle de yoksul gençlerin hemen hepsinde vardır bu öfke ve kin. Hayatın vaatlerinden, hazlarından nasibini alamamanın acısı, travması derinlere gider. Adına kapitalizm dediğimiz bu adaletsiz düzeni değiştiremedikçe aczini, zayıflığını daha da yoğun hisseder insan, hele genç insan. Bu da katmerli bir öfkeyi getirir" diyor Uyurkulak.
Uzun zamandır kafasında dönüp dolaşan bir hikaye olduğunu söyleyen Uyurkulak, "Bir bakmışsınız çıkıp gelmiş, yazılmayı bekliyor" dediği romanı "Delibo'yu anlattı.
"Aile dediğimiz mikro iktidar alanı..."
Delibo bir "aşk romanı" diye tarif edilse de daha çok baba-oğul ilişkisi üzerinden hayal kırıklıkları ve hesaplaşma olarak da okunuyor. Siz ne dersiniz? "Her şeyi hatırlıyorduk, hepsini unutmuştuk" cümlesi biraz da bu aile kurumunu mu tarif ediyor?
Aile dediğimiz mikro iktidar alanının hâkimi ve yetişme macerasının, çoğunluklu netameli baş aktörü olan baba, dünya edebiyatının da başat konularından biri. Bir tür sevgi-nefret ilişkisinin konusu... Bana mahsus bir mesele değil. Önceki kitaplarda da az çok bulabilirsiniz baba meselesini. Özgürleşme, bireyleşme arayışlarında, buna dair anlatılar kurma çabasında ilk çarpılan ve yıkılması gereken duvardır o. Unutmaya çalıştıkça daha beter hatırladığınız bir anı, mevcut varlığıyla da sürekli eski bir korkuyu, endişeyi, öfkeyi çağrıştıran bir figür. Evet, Delibo'ya aşkın yanı sıra, belki ondan da fazla, bir baba-oğul romanı diyebiliriz.
"Baba tarafım Ahali Mübadelesi'nde Kavala'dan göç etmiş"
Kitabı ithaf ettikleriniz arasında çekirdek aileniz, yakın akrabalarınız da var. Delibo kişisel geçmişinizle ne kadar paralel? Çocukluğunuz, ilk gençlik yıllarınızın, kitabın başındaki o isimlerle geçtiği İzmir'i nasıldı? Şehri bilmeyen biri sizin kaleminizden okurken kolay hayal ediyor. Siz eski İzmir'i yazarken neler hissettiniz?
Elbette bir yığın kurgusal karakter ve olay da var Delibo'da, yani birebir benim hikâyem değil. Belki kitaptaki en gerçek "karakter" İzmir'in kendisi, özellikle de Bornova. Baba tarafım Ahali Mübadelesi'nde Kavala'dan göç etmiş. Tütüncülük yaparlarmış, Bornova yakınlarında tütün tarlaları olduğunu öğrenince oraya yerleşmişler. Levantenlerin sayfiye yeriydi Bornova. O yüzden hâlâ pek çok şahane konak ve köşk vardır. Yeşildir, havası temizdir. En büyük şanslarından biri de Ege Üniversitesi'nin kuruluşu. Öğrencilerin de gelişiyle hareketli, canlı bir yer olmuş. Yani Bornova'da yaşamak, yetişmek güzeldi. Dahası ben küçükken bir mahalle hayatı da vardı az çok. Delibo'daki mahallelilerin çoğu gerçek karakterlerden esinlenmedir. Kitaba ismini veren Deli İbo da dahil... Şimdi nüfusu çok arttı, tarihi dokusu zedelendi, mahalle falan kalmadı tabii.
"Bir utanmazlık, arsızlık deryası..."
Tol ve Har daha katmanlı romanlardı. Türkiye solu, Kürt meselesi gibi daha büyük hikâyedeki biraz da kahramansı karakterlerin olduğu... Delibo mikro bir hikâyeyle, belli karakterlerle mahalle ortamına odaklanıyor. 2002'den bu yana sizin yazma serüveninizde neler değişti?
Öfke aynı öfke, dert aynı dert, çünkü memleketin ahvalinde değişen pek bir şey yok. Hatta daha da kötüye gitti belki. Hesaplaşma, hesap verme, yüzleşme hak getire. Yağma, hırsızlık, zulüm, baskı berdevam. Bir utanmazlık, arsızlık deryası... Delibo çok uzun zamandır kafamda dönüp dolaşıyordu. Her kitabın bir zamanı var, bir bakmışsınız çıkıp gelmiş, yazılmayı bekliyor, yaz beni diyor. Delibo da bu döneme denk geldi. Baştan itibaren hiç öyle büyük laflarla, büyük hikâyelerle, karmaşık bir kurguyla gelmedi. Zira bir yanıyla benim hayatımdan çıktı. Benim hayatım da büyük, önemli ve karmaşık bir hayat sayılmaz.
"Baş karakterlerin çoğu sonradan yamulanlardan"
Roman boyunca bir türlü karşılaşamadığımız Delibo'nun yanı sıra farklı delilere rastlıyoruz. "Delirmişti, demek ki ucundan kıyısından yaşamaya karar vermişti" diyor Yusuf. Delirip feraha erenler ve delirmeyi seçmeyip huzuru bulamayanların hikâyesi denilebilir mi Delibo için?
Delibo belki kitabın tek "deli olmayan" karakteri. Çünkü o doğuştan zihinsel engelli, yani nasıl doğmuşsa öyle yaşayan bir karakter. Bizim memlekette bu insanlara "deli" deyip geçerler. Oysa asıl delirmek, "normal" doğup sonradan yamulmaktır bana kalırsa. Evet, Delibo'daki baş karakterlerin çoğu sonradan yamulanlardan, yani az buçuk "delirenlerden" oluşuyor. Ama feraha ermek, huzuru bulmak anlamına geliyor mu bu delirme hali, ondan pek emin değilim.
"Suç, bireysel olduğu kadar toplumsaldır da"
Anlatıcı Yusuf çoğu zaman "Sefer Kavala" diye söz ediyor babasından, biraz da ona duyduğu öfke nedeniyle sanırım. Yusuf sadece babasına ya da aşkı Yasemin'e de öfkeli değil, aynı zamanda içine doğduğu şartlara ve haksızlığa da öfke duyuyor. Sınıfındaki çocuklarla arasındaki farkı görüyor, toplum karşısında yenik düşmesiyle öfkeyle saldırıyor. Türkiye şartlarını düşünecek olursak bugünün gençlerinin öfkesinden çok da farklı değil, siz ne düşünürsünüz?
"Sefer Kavala" ve "hazret" diye anıyor Yusuf babasını, hem öfkesinden hem önemsediğini göstermek için, ama bir yandan çok büyük bir sevgiyle bağlı ve çok önemsiyor tabii. Kitabın sonunda ilk kez "baba" diyebiliyor ve ancak o zaman karşılığında "oğlum" hitabını kazanıyor. Yusuf çok genç yaşında sert ve şiddetli bir hayata yazıldığı için Sefer'in ve Yasemin'in vaziyetinde bir zayıflık, yumuşaklık, dertsizlik görüyor, o yüzden küçümsüyor onları. Rahatlıklarına öfkeleniyor. Zaten küçüklüğünden itibaren, orta üst sınıf aile çocuklarının devam ettiği bir kolejde, yoksul biri olarak okumanın öfkesini ve sınıf kinini de taşıyor. Yoksulların, özellikle de yoksul gençlerin hemen hepsinde vardır bu öfke ve kin. Hayatın vaatlerinden, hazlarından nasibini alamamanın acısı, travması derinlere gider. Adına kapitalizm dediğimiz bu adaletsiz düzeni değiştiremedikçe aczini, zayıflığını daha da yoğun hisseder insan, hele genç insan. Bu da katmerli bir öfkeyi getirir. O yüzden "suç" olgusuna bakarken temkinli olmak icap eder. Suç, bireysel olduğu kadar toplumsaldır da. Kapitalizmin yarattığı adaletsizliklerin, haksızlıkların sonucudur. Bunları düşünürken hep Brecht'in sözü gelir aklıma: "Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki!" (AÖ)