köpüren dalgaların ipek halısı
nereye dönerse yalnızlık fırtınası
sonu sudan gelecek hayatın "
Celal Çimen / Neşter teorisi
Şehrin içinden kıvrılan yol bir anda sizi yemyeşil bir vadinin kucağına atıveriyordu.
Sağınızda bakır rengi devasa bir kaya kütlesi olanca dikliği ile heybetle duruyorken, solunuzda hemen dağın yanı başında çağıldayarak akan nehrin su sesi adeta tek sesti neredeyse.
Cevizler ağaçlarda kalmıştı
Başka sesi o an hiç mi hiç duymak istemiyordu insan.
Yol boyunca yeşil vadinin kıvrılarak akan yolu neredeyse tek araçlıktı. Karşıdan gelen araca adeta durarak yol vermek zorundaydınız.
Sağınızdaki dağ gibi ama dağ olmayan kaya kütlesi üzerinize devrilecekmiş gibi duruyor ama devrilmiyordu. Suyla yol arasındaki boşlukta silme ağaç size eşlik ediyordu. En çok da ceviz ağaçları. Ama cevizler dallarında kalmıştı.
Yeşil elmaları paylaşmak
Yaşlı teyze sanki bin yıldan beri o vadide yaşıyordu. Ve o vadide sanki yaşlanmıştı. Yaşamışta mı yaşlanmıştı, yoksa yaşamadan mı tanıklık etmişti, gözlerinde, bakışlarında gizliydi, ele vermiyordu.
Önündeki birkaç petek balı satmaya çalışıyordu. Soranlara "köyüm artık yok" diyordu, "yıllar önce yakıldı. Bense Çorlu'yu mesken tutmuşum, her yıl bal zamanı gelir birkaç petek balımı satmaya çalışır giderim," diyordu.
Diyarbakırlı olduğumuzu öğrenince arka bahçedeki tek elma ağacından torununa toplattığı yeşil elmaları ısrarla paylaşmak istemişti. Tek sunacağı o elmalardı o binlerce yıllık yaşlı vadili teyzenin...
Koyakların vazgeçilmezleri
Bir hayvan sürüsüne çobanlık etmek esmer güzeli spor giyimli iki genç kıza düşmüştü. Belki de yüzlerce başlık hayvan sürüsünün önünde ve arkasında birer genç kızdı çobanlar.
Sanki o vadinin koyaklarının vazgeçilmezleriydiler. Hiç de aykırı düşmüyordular o coğrafyada...
Sonra suyun kaynağıydı size ev sahipliği yapmaya aday olan. Yaşlı bir dede beyaz sakalı ve fötr şapkası ile elindeki mumu yakıp kaya parçasının içine yerleştirerek dudaklarının arasında bir şeyler mırıldanıyordu.
Vadinin gizemi
Sorduğumda oğlunun Diyarbakır'da asker olduğunu ve Diyarbakırlıları da çok sevdiğini çünkü kaderlerinin ortak olduğunu söylemişti.
Her taraftan, her kaya parçasının yol bulduğu delikten bembeyaz köpüklü sular şarıldayarak akıyordu. Kestikleri kurbanların etlerini pişirenlerin yarattığı dumanlı hava vadinin gizemini örtemiyordu elbette.
Gençlerin kimisi gitar, bir başkaları da sazla düzen tutturup sizi semaha davet ediyorlardı sanki. Kutsal bir nağmenin kutsal çağrıları gibiydi ünledikleri belki de!
Alabalıkların elleri
Su o kadar soğuktu ki çıplak ayakla suya anlık girip çıkmanız bile damarlarınızın şişmesine neden olabiliyordu. Kırmızı pullu alabalıklar size suyun içinden el ediyordu sanki.
Başınızı kaldırdığınızda dağ keçileri yürekliysen gel beni yakala diyeceklerdi de dillerinden anlayacakları bekliyorlardı. Kekliklerinse kaç ötümlük ömürleri kalmıştı ki!
Anlatılan bu yıl Ağustosun olanca sıcaklığının insanı kavurduğu bir zaman diliminde görüp de doyamadığım Ovacık vadisi, Munzur gözeleri ve Munzur çayına dairdir.
Doğayla varolmak!
Bir doğal milli park orası. Ama üzerinde sekiz baraj yapılacak ve ekonomik ömrünü tamamladıktan sonra da çamurlaşacak.
Nedir bunca kinin ve öfkenin nedeni? İnsanına baş eğdiremedik bari doğasını mı yola getirelim mi demek isteniyor. Bize düşen "Munzuruma Dokunma" demek.
Diyenlere de destek olmak. Yalnız Munzur'a mı? Elbette hayır, binlerce hayır. Fırtına vadisine de, Hasankeyf'e de baraj yapılmasına hayır demek gerek. Çünkü insan teki doğasıyla vardır.
Bu yazı da o doğanın, Dêrsim koyaklarının iki insanı Ferhat Tunç'la Yaşar Seyman dostlarıma yakışır diye düşünüyor ve onlara ithaf ediyorum. (ŞD/NM)