Meclis’te bir kez daha Kürtçe tartışması yaşandı. Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Genel Kurul’daki bütçe görüşmelerindeki konuşmasına Kürtçe başladı.
Cezaevindeki siyasi tutuklular başta olmak üzere konuşmasını dinleyenleri Kürtçe selamladı. Bu sırada İYİ Parti Grup Başkanvekili ve İzmir Milletvekili Müsavat Dervişoğlu, oturduğu sıradan “Anlamadık” diye seslendi.
Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş da “Sayın Bakırhan, bu konuştuklarınızın bir de Türkçe açıklamasını istiyoruz Meclis olarak. Burası Türkiye Büyük Millet Meclisi, burada Türkçe konuşulacak, resmî dilimiz Türkçe olduğu için Türkçe konuşulmasını bekliyoruz. Sizden de arkadaşlarımız adına bunun Türkçesini istiyoruz” dedi.
Bir kez daha araya giren Müsavat Dervişoğlu, bu kez Kurtulmuş’a seslenerek “Bir mecburiyet efendim” diye konuştu.
Süresi geri verilen Bakırhan, ardından konuşmasını Türkçe yaptı. Konuşmasının Kürtçe kısmının tercümesini “Sayın Başkan, Genel Kurul üyeleri ve bizleri izleyen çok değerli halkımız; sizleri en içten duygularla selamlıyor, başta cezaevinde rehin tutulan tüm yoldaşlarımız olmak üzere özgürlük ve barış mücadelesi için gece gündüz emeğini ortaya koyan ve direnen herkese en içten selam ve sevgilerimi iletiyorum.” olarak söyledi.
Bakırhan’ın Kürtçe ifadeleri tutanakta “…”( * ) şeklinde verildi. Türkçe konuşması içindeki Kürtçe ifadeler de sansürlendi. Tutanaklara yansıdığı kadarıyla Bakırhan şöyle konuştu:
Kürt sorunu yok sayılsa da temelde yok sayılan Kürtlerin varlığıdır
Dünya genelinde ve Orta Doğu özelinde siyaset kendine yeni bir yol ve düzen arayışındadır. Bu sancılar dünya halklarına savaş, ekonomik kriz, göç, gözyaşı olarak yansımaktadır. Bugün yaşananlar adı konmamış bir üçüncü dünya savaşıdır. Sistem içi çekişmelerin bir doyuma ulaştığı, bölgesel ve yerel düzeyde tarihin hızlandığı, enerji koridorları üzerinden yeniden dizayn etme çabaları söz konusu iken Kürt sorunu da büyümeye, dengeleri değiştirmeye devam etmektedir.
Evet, her ne kadar Kürt sorunu yok sayılsa da temelde yok sayılan Kürtlerin varlığıdır. Varlığı, dili, temel hakları yok sayılan, yurttaşlığına şerh konulan Kürtler varlar ve her yerdeler. Sorunun özü de işte, bu inkâr ve yok saymadır. Bu sorunun önümüzdeki süreçte nereye evrileceği, nasıl şekilleneceği büyük oranda Türkiye'nin politik tercihlerine bağlıdır. Bundan sonra tercih demokrasi mi yoksa şiddet mi, bunlar sağduyu mu hamaset mi, müzakere mi yoksa çatışma mı olacak? Bilindik yolları seçip gözyaşı ve şiddeti sürdürmek yerine cesaretle az gidilen patikalar tercih edilecek mi hep beraber göreceğiz. ‘Kürt’ kelimesini ‘terör’ kelimesine eşitleyen, her sözümüze Anayasa 3’üncü madde hatırlatması yapan akıl bunu iyi düşünmelidir. Biz, samimiyetle tüm birikimimizle bu sorunun çözümüne odaklanmış bulunuyoruz çünkü bu ülkede geleceğe, ekonomiye, sosyal refaha, demokrasiye dair ne söylenirse söylensin, son kertede bütün problemlerin kaynağında Kürt meselesinin çözülmemiş oluşu yatıyor. Bu bir iddia değildir, gören gözler, duyan kulaklar için tarihten süzülmüş rafine bir gerçektir.
Sayın milletvekilleri, siz de biliyorsunuz, geçen 1’inci yüzyılda 42 başbakan, 12 cumhurbaşkanı ve sayısız bakan inkâr ve yok sayma dışında tek bir şey yapmadı, çözüme yanaşmadı ve kaybeden Türkiye halkları oldu. Evet, tarih de gösterdi ki Kürt sorununu çözmeyen kendisi çözülür. Bir siyaset malzemesi ve kullanışlı bir iç düşman olarak görülen, her ekonomik ve siyasi krizde düşman ilan edilen Kürtleri inkâr etmek bir işe yaramıyor; bu artık görülmelidir, bu artık anlaşılmalıdır.
Bütçenin yüzde 10’unun savaşa ayrılmış olması nasıl açıklanabilir?
Merkezî bütçesi 11 milyon civarıyken bu yoksulluk ve kriz koşullarında bunun yüzde 10’unun savaşa ayrılmış olması nasıl açıklanabilir? Verdiğimiz her 100 lira verginin 10 lirası bu halka şiddet ve baskı olarak dönüyor. Bu nasıl izah edilebilir, hangi vicdan bunu kabul edebilir? Barışın maliyeti yoktur ama savaş, şiddet, çatışma maliyetlidir. Bakın, size bir örnekle bunu açıklamak istiyorum: 2022 yılında Rusya ile Ukrayna arasında bir savaş patlak verdi. Türkiye bu savaşta ne bir cepheye sahipti ne de koruması gereken bir sınırı vardı, buna rağmen bu savaştan Türkiye’nin zararı 8 milyar dolar oldu. O hâlde sormak gerekiyor, kırk yıldır doğrudan yürütülen ve her bakımdan kayba neden olan bir çatışmanın ekonomik olarak yarattığı yıkımın maliyeti nedir? Kürtçede bir söz vardır “…”( * ) yani tencereye ne koyarsan onu yersin. Bugün halkın boş tencerelerine “Merminin fiyatını biliyor musun?” denilerek çirkin gerekçeler üretenlerin verdiği zarar bundan ibaret değil; maalesef, bu yoksul halkın pişirdiği dert, yediği ise kandır, acıdır. Unutmayın ki savaş eken zarar, ziyan biçer.
Değerli arkadaşlar, Kürt sorunu çözülmedikçe Türkiye halklarının barışçıl ve huzurlu bir geleceğinin olmayacağı nettir. 21’inci yüzyılda Kürt sorunu ve bu sorunun çözümünün güncel adına dönüşen Sayın Öcalan üzerindeki tecrit tüm yakıcılığıyla gündemdedir. Mutlak tecridin kalkması için hukuki ve meşru taleplerle cezaevlerindeki binlerce tutsak şu anda açlık grevindedir. Biz bir kez daha herkesi aklıselime davet ediyoruz. Demokratik çözüm ve darbe mekaniği arasında sıkışan anlayışı demokratik çözümde uzlaşmaya çağırıyoruz.
Yüz yıl önce bu kürsülerden ‘Kürt yoktur, Türk olmayanların görevi hizmetkârlıktır.’ diyorlardı, Kürt halkı “…”( * ) diyerek bu aşamayı geçti, korku ve tehdit girdabını çoktan aştı. Bugün artık Kürt sorununu bütçeye koyduğunuz 12 cezaevi yapımıyla çözemezsiniz, parti adımıza kafayı takarak bizi durduramazsınız. Bu vesileyle hoş geldin DEM Parti, hayırlı olsun hepimize, DEM “…”( * )
Demokratik çözüm kapılarını aralayalım
Kürt sorununda çözümsüzlük politikalarınız sürdükçe emrinizdeki yargıyla yürüttüğünüz Kobani ve HDP kapatma davası gibi kumpaslar ayağınıza dolanır, kentlerin yıkımında askere verdiğiniz dokunulmazlık döner dolaşır darbe girişimi olarak sizi bulur, Yargıtayda bir ceza dairesi de darbe mekaniğini canlı tutmaya heveslenir. Sizin dilinizde haklar “suç“ barış “hakaret” adaletse “cezaevi” demek oldukça hiçbir soruna çözüm üretemezsiniz ama bilin ki bu ülkede toprak bile ölümden, zulümden, adaletsizlikten yoruldu. Bu sebeple, gelin, Kürt sorunundan, kutuplaşmadan ve düşmanlaştıran siyasetten nemalananlara bu fırsatı artık vermeyelim, demokratik çözüm kapılarını aralayalım.
Saygıdeğer üyeler, 21'inci yüzyılda Kürt sorunu artık bir tanınma sorunu değil, statü sorunudur. Cumhuriyetin 2’nci yüzyılına giriyoruz; Kürt sorunundaki çözümsüzlükten dolayı aynen 90'larda olduğu gibi çürümüş, yozlaşmış ve suçtan ibaret hâle gelmiş bu düzende ısrar edenler etrafımızı saran ve yaklaşan muazzam fırtınayı görmelidir. Bugün artık Kürt sorununu Türkiye'nin iç dinamikleriyle çözmemiz gereken bir süreçteyiz, treni kaçırmayalım. İnanın, bu sorunun çözümü başka yerlerde değildir. Kürt sorunu Ankara'da çözülür, Diyarbakır'da çözülür, yeter ki samimiyetle güçlü bir irade ortaya koyalım. Bu bir tarihe geçme veya tarih olmaz seçimidir. Gelin, yeni bir dille Kürt sorununun demokratik çözümünü sağlayarak 2’nci yüzyılda demokratik bir cumhuriyet inşa edelim.
Değerli arkadaşlar, inancını özgürce yaşayamama bu ülkenin en derin yaralarındandır. Biz her türlü adaletsizliğe karşı mücadele ettik ve çok fazla bedel ödedik. Biz her türlü ayrımcılığın ve yok saymanın karşısında durmayı insan olmanın bir erdemi olarak görüyoruz. Başta Alevi toplumu olmak üzere, Hristiyan, Süryani, Asuri, Ezidi, Yahudi inançlarına yönelik ayrımcı uygulamalara da cumhuriyetin kurulduğu günden beri karşı durduk, mücadele ettik. Aynı şekilde, demokratik bir İslam’ı da her zaman savunduk. “Zulme karşı direnmeyen benim ümmetimden değildir.” sözünden ve Medine Sözleşmesi’nden hareketle, özellikle Müslüman coğrafyada iktidarların halka karşı uyguladıkları zulüm ve baskılara dikkat çekerek, hak mücadelesini yükselterek, Firavun ve Nemrutların varlığına karşı İbrahimî duruşta ses olmaya çalıştık. Alevi toplumu cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana sistematik ayrımcılığa maruz kalıyor, AKP ve MHP ittifakı da Alevi inancını inkâr etmeye devam ediyor. Cemevlerinin ibadethane statüsünde olduğu AİHM kararlarıyla açıkça tescillenmiştir ama iktidar gerekli yasal düzenlemeleri yapmamakta ısrar ediyor, bu hukuksuzluktur; ayrıca yetmiyor, hilelere başvuruyorlar. En son Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde kurulan Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı ile kayyum anlayışı Alevi toplumuna dayatılıyor; maaş ve memur kadroları üreterek Aleviler teslim alınmak isteniyor. Bilmiyorlar ki Alevilik inancında hizmet Hak için yapılır; dedeler, analar, babalar, pirler maaş almazlar. Biraz tefekkür etseniz Hızır Paşa’nın Pir Sultan’a sunduğu lüks sofraya Alevilerin tamah etmeyeceğini bilirsiniz. Buradan bir kez daha söyleyelim: Alevilik yüzyıllardır maaşla, memur kadrosuyla değil, tüm katliam ve asimilasyon çabalarına rağmen kendi inancına sımsıkı sarılarak ayakta kalmıştır. İnancını ve ibadethanesini tanımayanlara Alevi toplumu asla rızalık vermeyecektir. Biz de bu çürümüş siyasete karşı Alevi toplumunun, cemevlerinin resmî statüsünün tanınması ve anayasal hak olarak düzenlenmiş eşit yurttaşlığın yaşama geçmesi için mücadelemize dün olduğu gibi bugün de devam edeceğimizi belirtmek istiyorum.
Bu ülkenin temel sorunu toplumu dışlayan rejimdir
Değerli arkadaşlar, doğaya açılan savaş yaşama açılan savaştır. Bu açıdan yeni yaşam iddiası ekolojik bakış açısından ayrılamaz ve çok iyi biliyoruz ki ekolojik bir bakış açısında istikrarın sağlanması demokratikleşmeyle mümkündür ama “istikrar” kelimesini tekrarlayıp duran AKP'nin en istikrarlı olduğu konulardan biri ekolojik yıkımdır. Bu iktidar döneminde ekosistemde yer alan ne varsa denizler, göller, nehirler, dağlar, ovalar, tarım alanları, ormanlar, sulak alanlar hepsi birer enkaza dönüştürüldü. Son yirmi yılda 3 milyon hektar tarım alanı yok edildi. Bu alan, öyle bir ilçe, bir köy kadar, bir il kadar değildir Belçika’nın yüz ölçümü kadardır. Bu alanları yok ettiğiniz için bugün buğdayı, eti, temel gıda maddelerini ithal etmek zorunda kalıyoruz. Derdiniz, toprak gördüğünüz yere beton dikmektir, beton dikerek rant sağlamaktır. Size soruyoruz: Kaç çimento, kaç beton bir dirhem toprağın ve bereketinin yerine geçebilir? Ne ekmeğe ne de özgürlüğe çözüm olan bu bütçe, hayata geçerse yetersiz beslenen insan sayımız 15 milyondan 80 milyona çıkacak, yaşayabilmek için artık öğün sayımızı azaltmak yetmeyecek ekmeğe muhtaç bir hâle geleceğiz. Bu düzen böyle gitmez; bizler havamıza, suyumuza, aşımıza sahip çıkmaya devam edeceğiz. Nerede sebzeyi çöpten toplayan bir yoksul, nerede en basit sosyal etkinliğe dahi katılamayan bir genç, nerede ay sonunu getiremeyen bir emekli varsa derdini bu Parlamentoda dillendirdik ve dillendirmeye devam edeceğiz çünkü biz haram lokma yeme yerine, yoksulluğa itiraz edecek bir geleneğin temsilcileriyiz. Biz karunlaşmak, yandaş sermaye yetiştirmek için değil, demokratik ve adil bir ekonomik yaşama ulaşmak için siyasetteyiz. Bu ülkenin temel sorunu kurulduğu günden beri merkezî, toplumu dışlayan rejimdir. Bu ülkede küçük bir azınlık bolluk bereket içinde yaşıyor, nüfusun yüzde 99'u sefalet ve yoksulluk içinde yaşıyorsa orada rejim ve sistem sorunu vardır.
2015 yılında çözüm sürecinin iktidar tarafından bitirilmesi ve 2018 yılında OHAL koşulları altında geçilen Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi bu ülkeye ölüm ve açlıktan başka bir şey getirmemiştir. Buzdolabına konulan çözüm süreci, OHAL’e dayanan yeni sistem Türkiye halklarını büyük bir çöküşle karşı karşıya bırakmıştır. Sürekli kriz üreten bu sistemin her şeyi merkeze bağlayan anlayışı felaketin postacısıdır. Tüm kaynakları merkezden dağıtan anlayış artık, dünyada iflas etmiştir. Siirt'in, Tekirdağ'ın, Antalya’nın sorunlarını saraydan kaynak gitmesine bağlamak çağ dışılıktır. İlçe millî eğitim müdürünü de bakanları da tek bir kişinin ataması bu sistemdeki merkezleşmenin trajedisidir. Bu ülkede merkezleşmenin panzehri ademimerkeziyetçiliktir. “Millî kurtuluş” diye menkıbe yazanlar, 1920-1923 yılları arasına bakarsa 1921 Anayasası’ndaki özerklik gerçekliğini görür. Rejimler halkı kendine uydurmaz, halkın gerçekliğine uygun şekilde yapılır. Hiçbir rejim ve sistem kutsal değildir; ister “Millî Mücadele” dediğiniz döneme bakın, isterseniz de daha önceki dönemlere bakın, her ikisinde de bu ülkeyi kurtaran gerçeklik yerel demokrasidir.
Cumhuriyetin 2’nci yüzyılında, artık, toplumu sisteme değil, sistemi topluma uyumlu hâle getiren bir anlayışa ihtiyaç vardır, bunun adı demokratik cumhuriyettir. Demokratik cumhuriyet çağrısı aynı zamanda tarihsel Türk-Kürt ilişkilerinin demokratik temelde yeniden inşa edilmesidir. Toplumsal hakikatle savaş içinde olan ve sürekli kriz üreten merkeziyetçiliğe karşı önümüzdeki seçim sadece belediye seçimi değildir, aynı zamanda yerel demokrasi talebini dillendirmektir. Bu kapsamda, yerel seçimler, merkeziyetçi devlete karşı toplumun demokrasi çağrısı olacaktır.
Değerli arkadaşlar, yeni bir seçim dönemindeyiz, bu konuda altını çizmek istediğim birkaç noktayı da paylaşmak isterim. Evet, önümüzde bir yerel seçim var. Bizler kayyumlarla iradesi en fazla gasbedilen, en eşitsiz şartlarda seçimlere katılan, haksızlık ve hukuksuzluklarla en fazla mücadele eden bir parti olarak bu seçimlere de hazırız. Belediyelerimize kayyum atanırken şuraya buraya para aktarıldı yalanına sarılanları bölgede tabela partisi hâline getirmekte kararlıyız. Herkes biliyor, biz kaynakları halk için kullandık, kayyumlar ise ceplerini doldurmak için. Kayyum rejimi belediyelerimizden başlayıp tüm Türkiye'ye yayıldı. Biz de önümüzdeki seçimde belediyelerimizden başlayarak tüm Türkiye'de kayyum rejimini ortadan kaldıracağız. Kayyum, irade gasbıdır; kayyum, talandır, yolsuzluktur, usulsüzlüktür, belediyeleri halktan ayıran ve Batı Şeria’da olduğu gibi yükselen utanç duvarları demektir. Atadığınız kayyumların bulaşmadığı suç kalmadı, kayyuma kayyum atamak zorunda kaldınız, tarihe geçtiniz. Bir kez daha diyelim: Kayyum, Kürt'e atanmış sömürge valisidir. Kürt halkı kayyumlarınızı istemiyor, demokratik kamuoyu kayyumlarınızı istemiyor.
Üçüncü yol siyaseti
Değerli Türkiye halkları, biz sadece kayyumları göndermeyeceğiz; Muş’ta, Şırnak'ta, Ağrı'da, Bingöl'de ve daha birçok bölge belediyesinde hizmetsizlik, yolsuzluk ve ranta bulaşmış belediyeleri de alacağız ve bu belediyeleri halkın evi hâline getireceğiz. Türkiye’nin batısında kent uzlaşısı stratejimizle halkımızı belediye yönetimlerine taşıyacağız. Yol yapmayan, su ihtiyacını dahi gidermeyen, yolsuzluktan geçilmeyen yönetimleri değiştirerek demokratik yerel yönetimler anlayışımızla herkesi buluşturacağız. Bizimle belediyeleri yönetecek olanlar müteahhitler, sermaye yanlıları, parti bürokratları değil; ilde, ilçede üreten, emek veren, orada yaşayan, sokağını dert eden halktır, halklarımız olacaktır. 2019 yılında seçim sonucunu belirleyen “kaybettir-kazan” formülünü “kazan-kazan” formülüyle tekrar güncelliyoruz. Biz üçüncü yol siyasetimizde 2024 yılı seçimlerine de damga vurmaya hazırız. Önümüzdeki seçimler bizim için demokratik yerel yönetimler anlayışımızı Türkiye’nin her tarafına yayma seçimidir. Demokratik yerel yönetimler anlayışımız da örneğin, artık deprem olduğunda Beştepe’den talimat gelmesini beklemeyecek, kendi yaralarımıza ilk müdahaleyi kendimiz yapacağız. Kaynaklar Amed kayyumunun yaptığı gibi altın banyolara, Mardin kayyumunun yaptığı gibi tespih tanelerine ve diğer atadığınız kayyumların yaptığı yolsuzluk ve usulsüzlüklere değil; işe, istihdam alanlarına ve ihtiyaç sahiplerine gidecektir.
Değerli Genel Kurul üyeleri, bizler açısından önümüzdeki seçimler sadece belediye kazanma seçimi değildir; kendimize, dilimize, kültürümüze, kaynaklarımıza sahip çıkma seçimidir. Önümüzdeki seçimlerde biz kazanınca herkes kazanacak, Türkiye halkları kazanacaktır; fabrikalarda, iş yerlerinde, üniversitelerde, sokaklarda, köylerde, bütün yaşam alanlarında eşitlik kazanacaktır, barış kazanacaktır, özgürlük kazanacaktır, adalet kazanacaktır.
Mücadelemizi büyütecek ve mutlaka kazanacağız diyor, hepinizi saygıyla selamlıyor, sevgilerimi sunuyorum.
(HA)