1980’lerin sonlarına doğru Soğuk Savaş’ın kabusları hafiflerken ABD başkanı Ronald Reagan ve Rusya devlet başkanı Mikhail Gorbaçov İzlanda’nın başkenti Reykavik’te buluşarak “nükleer silahların tamamen ortadan kaldırılmasını” konuştu.
Aradan 20 yıldan uzun bir zaman geçmişken küresel siyaset liderleri hala devasa nükleer cephanelikler oluşturmayı sürdürüyor.
Silahsızlanma, Barış ve Güvenlik konuları üzerine Birleşmiş Milletler STK Komitesi'nden verilen 2010 istatistiklerine göre şu an dokuz devlet nükleer silaha ya da nükleer silah geliştirip dağıtacak yeteneğe sahip. Bu ülkeler içinde yer alan ABD ve Rusya'nın cephanelikleri toplam silahların yüzde 95'ine karşılık geliyor.
Yıllar boyunca, özellikle de ABD dış politikasının söylemi açısından tartışma nükleer tehdidin kendisinin bir devletin düşmanlarını püskürteceğini söyleyen Caydırıcılık Teorisi etrafında döndü.
Silahsızlanma üzerine STK Komitesi'nin bu hafta düzenlediği bir panelde konuşan uzmanlar John Burroughs ve Ward Wilson, bu teorinin zayıflığını vurgulayarak silahsızlanma üzerine diyalogu daha yapıcı alanlara yönelmeyi önerdi.
Silahsızlanma Çalışmaları Merkezi'nde (CNS) de araştırmacı olan Wilson uluslar arası toplumun "bir paradigma değişikliğine, silahsızlanmaya yaklaşımda Kopernik'in dünyayı anlamamıza sağlayan devrimine eşdeğer radikal bir değişime gitmesi gerektiğini" söyledi.
Ona göre, uzun yıllar boyunca ülkeler, özellikle de ABD caydırıcılık teorisini "tehlikeli muhtemelen ahlaksız ancak kesinlikle gerekli" olarak değerlendirdi.
Fakat Wilson'un araştırmalarına göre tarihin sayfaları nükleer silah tehdidinin ya da kullanımının savaşları önlemediğini, teslimiyet yaratmadığını ya da zaferi garantilemediğini gösteren örneklerle dolu
Nükleer silahların verimine ilişkin belki de en sık kullanılan örnek Japonya'nın Hiroşima'ya atılan atom bombasının ardından teslim olması. Wilson'a göre, yıllar boyunca ABD bu trajediyi bir başarı hikayesi olarak anlatarak daha sonra nükleer silah geliştirmeye bir dayanak olarak kullandı.
Wilson'sa Hiroşima'nın sona yaklaşırken aylarca acımasızca bombalanan 68 Japon şehrinden yalnızca biri olduğu gibi, asla ana akıma çıkamamış ve kenarda kalmış bilgilere dikkat çekerek bu fikri sarstı.
Hiroşima'nın bombalanmasıyla yaşanan ölümler sayısal olarak o dönemde ülkede yaşanan vahşet sıralamasında ancak dokuzuncu ya da onuncu sırada yer alırken, neden Japonlar atom bombasının kullanılmasının ardından teslim olmayı seçti?
Wilson'a göre sorunun cevabı efsane yazımından ibaret. Pek çok tarihçi, hukuk uzmanı ve akademisyen şimdi Japonya'nın gerçekte Sovyet işgalinin ardından ve Negazaki'ye atom bombası atılmasından önce teslim olduğunu kabul ediyor.
Bu efsanenin yıkılmasının, başta uluslar arası insani hukukun ihlali olmak üzere sayısız hukuki sonucu olabilir.
Nükleer Politika Üzerine Hukukçular Komitesi'nin (LCNP) başkanı olan John Burroughs yakın geçmişte ortak imzayla "ABD'nin Nükleer Silahlara Bağlılığını Sonlandırmak ve Nükleer Silahların Küresel Ölçekte Ortadan Kaldırılması: Akılcı Politika ve Hukuki Zorunluluk" başlıklı bir bildiri yayınlayarak caydırıcılık ya da başka nedenle nükleer silahlara sahip olmanın hukuk dışılığını detaylı biçimde ortaya koydu.
Yazarlar "Bu ortamda sayıları binleri bulan ABD nükleer cephaneliği ABD'nin güvenliğine hizmet etmiyor. Nükleer silahların kendisi ABD'nin karşılaştığı en ciddi güvenlik tehdidi haline geldi" diye yazdı.
Makale savaş hukukunu ve silahlı çatışmayı Lahey ve Cenevre Anlaşmaları'nın yanı sıra Uluslar arası Ceza Mahkemesi'nin Roma Statüsü ve Uluslar arası Adalet Divanı'nın 1996 tavsiye kararı etrafında kavramlaştırıyordu.
Burroughs'a göre, "uluslar arası hukukta nükleer silah kullanımının yasadışı kabul edilmesi, ABD'nin bu silahları kullanma tehdidinde bulunmasını da hukuk dışı hale getiriyor ve caydırıcılık politikasının da hukuk dışı olduğunu gösteriyor. Bir ülke eğer kullanmayacaksa neden nükleer silahlara sahip olmak ister ki?"
Burroughs IPS'e "Tümden yok oluş tehdidine yaslanan üzücü bir durumla karşı karşıyayız. Bu içinde yaşamak isteyeceğimiz bir dünya değil" dedi. Öte yandan ABD, uluslararası tepkileri İran, Kuzey Kore ve Suriye gibi ülkelere yönelterek aynı zamanda nükleer cephaneliğini de geliştirmeye devam ediyor.
Burroughs IPS'e "BM Güvenlik Konseyi'nin kalıcı üyelerinin nükleer silah sahibi olduğu göz önüne alınırsa şu an devletlerin nükleer silahları caydırıcılık aracı olarak kullanmasının önüne geçmek için mahkemenin 1996'daki tavsiye kararının ötesinde bir uluslar arası dayanak bulunmuyor" dedi.
"Fakat şimdi Meksika Roma Statüsü'nün değiştirilerek nükleer silahların kullanılmasını ya da tehdit unsuru olarak gösterilmesini suç haline getirecek bir değişiklik öneriyor" diye ekledi.
"Üye devletlerin yakın gelecekte bu değişikliğe onay vermesi mümkün. Nükleer silahları da Roma Statüsü'nde yasaklanan silahlar arasında sokmak nükleer silahların kullanılmaması ilkesini güçlendirecektir." (KA/EÜ)