Merkeze giden yolu karıştırınca, Nusaybin’in etrafını dolaşmak zorunda kaldık. Rojava sınırını gösteren dikenli tellerin yanından, bozuk bir yolda ilerliyor araba. “Merkeze giden doğru yolda mıyız” diye sormak zorunda kaldık birkaç kere. Yolu sormak için durdurduğum sonuncu adam yolu tarif ederken, arkasındaki hendeği gördüm. İtiraf etmeliyim ki, ilk bakışta, çatışmaların gerekçesi olan hendeklerden biri olduğunu fark edemedim. Yaklaşık 20 metre kadar ileride, sokağın içindeki barikatı görünce bir anlam verebildim.
Hendek, iki aracın geçebileceği kadar geniş bir sokağın hemen girişinde ve birkaç metre genişliğindeydi. Derinliğini kestirmek mümkün değildi, çünkü kirli yeşil bir su birikintisi vardı hendeğin içinde. 20 metre ilerideki barikat ise, sokağı tamamen kapatmıştı.
Bu manzarayla karşılaşınca yüzleri kapalı, elleri silahlı gençler arıyor insan, ama kimse yoktu. Hendeğin hemen önünden insanlar belki evlerine, belki bakkala ya da komşularına gidiyorlardı. Barikatın orada çocuklar oyun oynuyordu. Hayat normal akışını sürdürüyordu. Yüzleri kapalı, elleri silahlı kimse yoktu etrafta, ama yine de bir yerlerden fırlayıp çıkabilecekleri düşüncesi bile hafif bir gerilime neden oluyor.
Sonradan öğrenecektim, burası Dicle mahallesiydi ve sokağa çıkma yasağının getirildiği dönemlerde, burada da yoğun çatışmalar yaşanmıştı.
Mardin’in Nusaybin ilçesinde çözüm sürecinin "buzdolabına kaldırılmasından" bugüne 6 kez sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 14 Aralık 2015’te uygulanan son sokağa çıkma yasağı yine birkaç mahalle ile sınırlıydı, ancak 21 Aralık’ta yasak kapsamına alınan başka mahallelerle birlikte sayı 11’e çıkmıştı. Neredeyse ilçenin tamamında uygulanan sokağa çıkma yasağı 24 Aralık’ta son buldu.
Ekim ayında başlayan ve her biri ortalama bir hafta süren sokağa çıkma yasakları sırasında yaşanan çatışmalarda, aralarında kadın ve çocukların da olduğu 23 sivil hayatını kaybetti.
Nisêbîna Rengîn
Sokağa çıkma yasağı yok Nusaybin’de, ancak Diyarbakır’dan aşina olduğumuz gergin havayı hissetmemek mümkün değil. Zırhlı araçlar stratejik köşe başlarını tutmuş, Akrep, URAL araçları caddelerde tur atıyor. Nusaybinliler görmezden geliyor zırhlı araç hareketliliğini ya da şehrin parçası gibi kabullenmiş görünüyorlar. İlçenin bu tedirgin edici halini düşünürken, birkaç çocuk ellerinde taşlarla köprünün üstüne doğru koşuyor. Ellerindeki taşları aşağıdaki yola doğru fırlatıp geri dönüyorlar. Yanımdaki Nusaybinli, tahmin ettiğimi olağan bir durummuş gibi izah ediyor: “Ya TOMA geçiyordu ya da Akrep, onu taşladılar…”
Nusaybin halkının duyarlılığından, baskıya karşı direnişinden söz ediyor sonra, “1990’lı yıllarda nasıl direndiyse, yine öyle direniyor Nusaybin halkı.” İlçesini sevdiği, övmek istediği belli, ama haksız da değil. Nusaybin, 1990’lı yıllarda büyük acılar çekti. Faili meçhul cinayetlerden, köy boşaltmalara, 1992 Newroz’undakine benzer katliamlara kadar çok belalara maruz kaldı. Bunların kanıtı görüntüler arşivlerde duruyor.
Aklımın bir kenarında, Ciwan Haco’nun “Nisêbîna Rengîn” şarkısı var.1990’lı yıllara ait şarkı için, özgürlük için direnen Nusaybin’in çektiği acıları anlatan bir ağıt da denilebilir.
Mahallede yabancı simalar
Yol yorgunuyuz, ama çalışmamız gerek ve barikatları, barikatların ardında duranları merak ediyoruz. Onlarla konuşabilecek miyiz? Barikatların kurulduğu, hendeklerin kazıldığı mahallelerde insanlar nasıl yaşıyor, ne hissediyorlar?
Mihmandarlığa gönüllü olan Nusaybinli, yeni tanışmış olsak da, kendi mahallesine götürüyor bizi. Arabayla gidiyoruz. Çağçağ suyunun üstündeki köprüden geçeceğiz, ama köprünün diğer ucunda barikat vazifesi gören kamyon yolu kapattığı için yürümek zorundayız. Köprünün ortasında büyük bir delik açılmış patlayıcılar yüzünden. Tamamen yanmış kamyonda sayısız mermi izi var. Çatışmaların şiddetini gösteren bir abide gibi duruyor.
Kamyonun yanından geçip mahalleye giriyoruz. Olağanüstü bir durum göze çarpmıyor. Yaşlılar duvar diplerine çektikleri sandalyelere oturmuş, sohbet ediyorlar. Kadınlar günlük işlerini yapıyorlar. Bakkallar dükkanlarının önünde dikilmiş, müşteri bekliyorlar. Olağanüstü olan, mahalleye gelen biz yabancı simalar olmalı. Dikkatle bakıyor, tanımaya, anlamaya çalışıyorlar mahalleye gelenleri. Mihmandarımız herkesi tanıyor, selamlaşıyor, “Arkadaşlar gazeteci” diyerek meraklarını gideriyor.
Barikatın ardında çay molası
Bandista’nın “Haydi Barikata” şarkısını mırıldanırken barikatlar çıkıyor karşımıza. Bir barikat nasıl kurulur, nereye kurulur, bilmiyorum elbette. Ama parke taşlarıyla örülmüş barikatlar top atsan yıkılmaz gibi görünüyor. Hendek göremiyorum, ama aralıklarla değişik sokaklarda barikatlar kesiyor yolumuzu.
Barikatın arkasındaki adamlar, kapısı olmayan boş bir evin içinde oturuyorlar. Büyük bir mangalın etrafını çevirmiş kanepelerde, sandalyelerde oturuyor, çay içiyorlar. Gencecik çocuklar yok mangalın etrafında, en gençleri otuz yaşın üstünde görünüyor. Üstelik hiçbirinin yüzü kapalı değil ve etrafta silah adına bir çakı bile yok. Barikatlar yokmuş gibi rahatlar, mahalle kahvesinde buluşmuş, çay içip sohbet ediyorlar sanki.
Bu rahatlık bize de geçiyor, ikram edilen çayları içip önce medyanın duyarsızlığından sohbet ediyoruz. Aynı kanepeyi paylaştığım adam bazı haberleri ve köşe yazılarını hatırlatıyor, “Alçakça yalan söylüyorlar” diyor.
Barikatlara ve hendeklere neden ihtiyaç duyulduğunu soruyorum. Kürt halkına yönelik baskılardan, gençlerin tutuklanmasından, en demokratik eylemlerinin şiddetle karşılaştığından söz ediyor. “Ama hendek…” diyorum. “Biz statü istedik, müzakere masası yeniden kurulsun istedik, onlar üstümüze tanklarla, toplarla geldiler. Kendimizi savunmayalım mı?”
Peki, daha sürecek mi bu durum? “Üstümüze böyle gelirlerse bütün Nusaybin direnişe geçecek” diyor.
Çocuklar… Çocuklar…
Barikatın geçip sokağa çıkınca yine çocuklar çıkıyor karşımıza. En büyükleri yedi yaşında olmalı ve hepsi birbirinden sevimli. Hele konuşmayı slogan atmak olarak bellemiş peltek çocuk…
Çocukların anneleriyle konuşuyoruz. Günlerce süren kuşatmadan dolayı hepsi çok öfkeli. Hepsi korkulu günler yaşamış, evin bodrumuna ya da güvenli buldukları bölümlerde beklemişler çatışmaların durmasını. Mahalleyi terk etmeyi düşünmüyorlar, “Kanımızın son damlasına kadar burada kalacağız” gibi sert, ısrarlı cümleler kuruyorlar. Çocuklar en büyük endişeleri. Sokağa çıktıklarında vurulabilirler diye korkuyorlar ve çatışmalar yoğunlaştığında onları oyalamakta güçlük çekiyorlar.
Çocukların öldürülmesi hassasiyetlerin, haysiyetin ve vicdanın zedelenmesine neden oluyor. Kürt çocukları öldürüldüğünde zil takıp oynayacak kadar sevinenleri sosyal medyadan öğreniyoruz ki, bu ayrıca bir ağırlık olarak çöküyor insanın yüreğine. Peşimizden gelen, fotoğraf makinesine zafer işareti yaparak poz veren, slogan atan çocuklar hatırlatıyor bunu. Bu çocukların anne babaları barış ortamında büyümediler, kendileri de çatışmanın ortasında büyüyorlar. Çatışmaların ortasında büyüyen son kuşak olsunlar dileği tek başına bir şey ifade etmiyor, herkesin bir şey yapması gerekiyor.
Mahalledeki sosyal hayatı soruyorum Nusaybinli mihmandara. “Kimse mahalleden dışarı çıkmıyor. İşi varsa merkezde halledip geri geliyorlar. Çünkü burada kendilerini güvende hissediyorlar. Çarşıda savunmasız hissediyorlar kendilerini.”
“Onurlu bir barış istiyoruz”
Nusaybin Belediyesi Eşbaşkanı Cengiz Kok’a, sokağa çıkma yasağının tekrar konacağı yönündeki söylentileri hatırlatıp, bilginiz var mı, diye soruyorum. Kok, “Sokağa çıkma yasağı birkaç saat önce bildiriliyor bize. Şimdilik bize gelen böyle bir bilgi yok. Ancak fiili olarak bir sokağa çıkma yasağı zaten var ilçede. Ayrıca 6 kez sokağa çıkmayı yasaklayanlar 7. kez de yasak getirebilir, şaşırmayız.”
Akşam yemek yediğimiz lokantanın sahibi kapıya kadar uğurluyor bizi. Ayaküstü sohbet ediyoruz. Sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde kapatıyormuş lokantayı, protesto etmek niyetiyle. “Ben dükkanı açarsam başım dik yürüyemem bu caddede” diyor ve ekliyor: “Para her zaman kazanılır. Ama hayatını kaybeden çocuklar bir daha geri gelmeyecek. Artık gençler ölmesin istiyoruz, onurlu bir barış istiyoruz hocam.”
Barikatların, mahalle etrafındaki zırhlı araçların moralimi bozduğunu, vicdanımı sızlattığını ve beni endişelendirdiğini itiraf etmeliyim. Diyarbakır’dan izlediğim Gezi direnişinin verimi olan “Haydi Barikata” şarkısının romantik coşkusu uçup gidiyor gerçek bir barikatla karşılaşınca. Gençler, yaşlılar, kadınlar, çocuklar ölüyor dokunduğum bu barikatlarda. Nisêbîna Rengîn ile Haydi Barikata şarkılarının duygusu arasında sıkıştığımı hissediyorum.
Barikatlardan, çocuklardan ve Nusaybin’den ayrılırken aklımda yazmak için tek şey vardı: Gençler ölmesin ve onurlu bir barış için kim ne yapabiliyorsa yapmalı, hiç vakit kaybetmeden. (VA/HK)