mer Madra: Bugün, Hemşin'in Hilal Köyü Muhtarı Abdurrahman Aydın konuğumuz. Kendisi son seçimlerde muhtar olarak seçildi. Oldukça ilginç bir serüveni var. Hemşin-New Orleans hattı arasındaki gidiş-geliş macerasının üzerinde konuşma fırsatı bulacağız. Bu arada hem Karadeniz bölgesindeki, özellikle çevreye, ormana ilişkin sorunları, hem de yakından gözlemlemiş olduğu için, Katrina kasırgasını dahi konuşma fırsatı bulacağız. 15 yıla yakın zamandır yayın yapıyoruz . Açık Gazete'de, ilk defa bir muhtar konuğumuz oluyor tadını çıkartmaya çalışacağız. Öncelikle muhtarlığınızın hikâyesini soralım, çünkü Amerika'dan dönüp, seçimlere girip muhtar oldunuz kendi köyünüzde.
Abdurrahman Aydın: 5 sene önce Türkiye'ye geldikten sonra, 1-1,5 ay içinde Hemşin'e döndüm, orada yaşamaya başladım. Sanırım 2 yıl sonra da aday olmaya karar verdim, söylüyordum zaten etrafta "ben bunu yapmak istiyorum" diye. Çok da ciddiye alındığımı zannetmiyorum ilk başta. Son 1-2 yılda biraz daha ciddiye alındı. İlk baştan çok oy potansiyelim yoktu, sonra da zaten toplam 51 oy vardı, 31'ini ben almıştım, sonuçta da seçildim, iyi de oldu diye düşünüyorum.
Avi Haligua: Niye aday oldunuz, sizi adaylığa doğru iten neydi?
AA: Galiba bunun New Orleans'la da alakası var, sanırım. Özellikle 51 oyun olduğu bir yerde seçilmek de, tam tersini düşünelim kaybetmek de çok zordur, sevilmediğinizi düşünürsünüz.
AH: Birebir ilişkiler nedeniyle.
AA: Evet, 10 bin oyun olduğu yerde seçilmemek belki çok koymaz da 51 oydan hiçbir şey alamamak insanı gerçekten üzer diye düşünüyorum.
ÖM: Evet, anonim bir kalabalık yok, hepsi komşunuz, yakınınız.
AA: Öyle, seçim çalışması yapmak gibi bir şey de yok, söz vermiyorsunuz bir şey için, direk sizi sevip sevmediklerini öğreniyorsunuz sonunda. Bence bütün zorluğu da burada. Biraz geriye gitmekte yarar var gibi geliyor. Ben New Orleans'ta yaşadım, deniz seviyesinin altında bir yer, şimdi yaşadığım yerse 600 metre ve 2 saat içinde arabayla 3200 metreye kadar çıkabiliyorsunuz. New Orleans'ta göçok kötü şeyler gördüm, özellikle Katrina'dan sonra, arkasından iyi yönetilmediğini de gördüm. Galiba tam bunun tersini yapmak istedim; deniz seviyesinin altında bir yerden 600 metreye çıkıp, hem de iyi yönetmek. Galiba temelinde bu yatıyordu; şimdi bunun farkına vardım sizinle konuşurken. Bu soruyu daha önce defalarca duydum, "ne cevap vereyim?" diye düşünürdüm, size kısmetmiş!
ÖM: Peki başta niye gittiniz?
AA: Amerika'ya mı?
ÖM: Evet ve New Orleans'a özellikle.
AA: New Orleans'a gidişim tamamiyle şans eseri. Abim oraya gitmiş ilk önce, onunki de şans eseri, daha sonra orada çalışmaya başladı, bir çok Türk'ün yaptığı gibi, İtalyan lokantası açtı. Ben de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde okuyordum, ama gideceğimi biliyordum ikinci sınıftan beri, kendimi hazırlıyordum New Orleans'a gideceğim diye. Çok bilgim yoktu, ama gittikten sonra farkına vardım ki Amerika'nın en güzel şehri, hâlâ de en güzel şehri.
ÖM: Bütün yıkıma rağmen?
AA: Evet, bence hâlâ güzel şehri. Sonuçta oraya gidişim tamamıyla şans oldu.
ÖM: Orada uzunca da bir süre yaşadınız ve çalıştınız değil mi?
AA: 11 yıl kadar kaldım ama bölük pörçük, 5-6 yıl ara vererek tekrar Türkiye'ye dönerek tekrar giderek; tam oturtamadım. Hep kafamda şu soru vardı; "nerede yaşayayım, orada mı, burada mı?" İstanbul olmadığını biliyorum, o kesinleşti artık.
AH: İstanbulluların genel kanısı.
AA: Benim gibi yapın ne olur, yükseklere çıkın.
ÖM: Giderken İngilizce biliyor muydunuz?
AA: Hayır çok az biliyordum, orada ilerlettim. Zaten çok konuksever bir halkı var, sağolsunlar sizinle bol bol konuşuyorlar, hiç merak etmeyin öğrenirsiniz, en kolay yerdir İngilizce öğrenmek için. Tek yapacağınız, bir bara gitmek, kör kütük sarhoş olmak, çıktığınızda İngilizce konuşursunuz!
AH: Ortak dile geçilmiştir de diyebiliriz.
AA: Tabii ki
ÖM: New Orleans'ta creole da öğrendiniz mi?
AA: Çok az, dansını pek beceremedim ne yalan söyleyeyim, çok güzel dans ediyorlar. Yemeklerini daha çok sevdim, çok benziyor çünkü Karadeniz yemeklerine, kara lahana var mesela, oldukça ilginç, ben hiç tahmin etmiyordum, ama galiba bizim bölgeyle çok yakın ilişkileri var bir şekilde.
ÖM: İrtifa farkına rağmen?
AA: Evet. Onlar yanlış yapmış diye düşünüyorum, yükseklere çıkmaları gerekiyordu.
ÖM: Ayrıca belki bir müzik enstrümanı filan da çalmaya başlamışsınızdır?
AA: Çok iyi bir dinleyiciyim ama çalmadım, ona biraz daha erken başlanması taraftarıyım; benim için geç olmuştu, ama dinlemeyi çok severim. New Orleans'ta olup bir şey dinlememek imkânsız zaten, brass müziği sevmemek imkânsız, zydeco sevmemek imkânsız, caz sevmemek imkânsız.
ÖM: Müziğin doğduğu yerlerden biri. Küba'ya bu açıdan benziyor galiba?
AA: Çok benziyor, hatta Kübalılarla birbirleriyle çok yakın ilişkileri var sırf bu yüzden, hatta Miami'den çok daha iyi ilişkileri var özellikle müzisyenler açısından.
ÖM: Çünkü Küba'da da herkes müzikle haşır neşir bir şekilde görebildiğimiz kadarıyla, ya söylüyor ya çalıyor ya da ikisini birden yapıyor. Herhalde New Orleans'ta da büyük ölçüde öyle.
AA: Aynen, hemen hemen herkes bir şey çalar, beyaz, zenci hiç fark etmez, herkes şu veya bu şekilde ya söyler ya çalar.
ÖM: Evet, Küba'da da öyle beyaz, zenci karışık tabii. Orada kaldığınızda lokanta işi mi yaptınız?
AA: Tabii caz klübümüz de vardı "Cafe İstanbul" diye bir yer açmıştık abimlerle beraber, çok da zevkliydi. Fakat daha sonra ben geri döndüm, ablamın bir tanesi geri döndü ve ondan sonra satmak zorunda kaldık. Katrina'dan sonra da abim lokantayı da devretti, çünkü çalışmak istemedi. Sanırım bu genel bir eğilimdi, Katrina'dan sonra hemen hemen kimse çalışmak istemedi, hayatın çok kısa olduğunun farkına vardılar galiba, bir çok insan işyerini kapattı. Şimdi tekrar açılıyor, ama o ilk şokta böyle kararlar verildiğini biliyorum, abim de böyle bir şey yapmıştı.
ÖM: Katrina'ya da değinelim, biz burada, iklim değişikliği meseleleriyle, özellikle de yoksulları nasıl vuracağı konusuyla çok yakından ilgili olduğumuz için, dilimiz döndüğünce uzun yayın saatleri harcadık. Bu mesele bizim kafamızı çok meşgul ediyordu, o yüzden de Katrina orayı vurduktan sonra, setler kırıldıktan sonra, çok yakından ilgilendik meseleyle. Ama sizin gördükleriniz bizim için çok ilginç olacak. Spike Lee çok ilginç bir film yapmış, maalesef onu göremedik henüz, ama siz gördüğünüz şeyleri bize birazcık naklederseniz seviniriz.
AA: Ben orada değildim, Türkiye'ye dönüş yapmıştım. O zamanlar çok tartışılıyordu, felaketin yanında herkes hikâyelerini anlatıyordu ve 2 kutba ayrılmıştı hemen hemen yaşayanlar. Kalanlar, kaçanlara, gidenlere küskündüler biraz. Bu kalanların arasında her kesimden insan vardı, gay, lezbiyen, zengin, fakir, herkes.
ÖM: Sınıfsal bir ayrım yok?
AA: Yoktu, kalanlar tamamıyla gidenlere çok küskündüler hangi gruptan olursa olsun. Sonra geri dönenler başladı ve geri dönenlerle kalanlar arasında hafif bir sürtüşme oldu. Bence New Orleans'ın tekrar yapılanmasında, tekrar güçlenmesinde en önemli şey müzik. Çok tartışma oldu, müzisyenlerin ne kadarı geri dönsün, kimler geri dönsün, ne kadarını alabiliriz? Burada en önemli anahtar yer, 'Ninth Ward' (Dokuzuncu Bölge), bu bölge New Orleans'ın brass müziğinin kalbi, müzisyenler buradan yetişir, brass müzikle başlar caza kadar gider, latin müziğe kadar gider, oradan yayılır hepsi.
ÖM: Mardi Grass festivali de orada mı?
AA: Buradan heryere yayılır, bütün herşeyin kalbi Ninth Ward'dur French Quarter değil. Ninth Ward tamamiyle yıkıldı, o zaman çok büyük tartışma oldu, Ninth Ward'u tekrar kuralım mı, kurmayalım mı, yapalım yapmayalım mı? Bir kesim, beyaz grup karşı çıktı yeniden yapılmasına; orası aynı zamanda suçun çok yüksek olduğu bir yerdi.
AH: "Şerden hayır çıkaralım, hazır bitmişken bu işi kapatalım" mı dediler?
AA: Aynen öyle! "Ne güzel oldu, işte bu bir şans, kapatalım gitsin!"
ÖM: Sulukule gibi.
AA: Evet. Fakat bir grup da tam bunun tersini söyledi; "Tekrar kuralım Ninth Ward'u olduğu gibi" dediler. Her ikisini de yapamadılar. İki şey oldu bence çok ilginç; İki grup, birisi Rebirth Brassband diğeri Kermit Ruffins -ikisi de yerel gruplar arasında ilahtır, her ikisi de çok sevilir- geri döndüler, ilk dönenler arasındaydılar. Rebirth çok ilginç bir gruptur, bazen 12-15 kişiyi bulur, normalde 9 kişiler, ama 15-20 kişi olurlar bazen. İsmi de çok güzel yakıştı bu duruma; "Rebirth" yani "yeniden doğuş". Daha önce de böyleydi adı ama. Rebirth geri dönme kararı aldı, bunu uyguladı. Çok da ilginçtir, çünkü bütün grup elemanları her tarafına dağılmışlardı Amerika'nın ve toplandılar geri döndüler. Kermit de aynı şeyi yaptı ve o ikisi anahtar oldu bence, çok önemli oldu. Yavaş yavaş bütün diğer brass sanatçıları, müzisyenler de geri dönmeye başladılar. Ninth Ward hâlâ yapılamadı, yapılamayacak da, ama sanıyorum müzisyenlerin geri dönmesi tekrar şehri yerli yerine oturtacak gibi gözüküyor.
ÖM: Çok önemli evet, çünkü çok sayıda dönmeyen, dönemeyen insan da var.
AA: Yoksulları vurduğunu biliyoruz, kaçabilenler, gidebilenler, hep bir yerde yaşayabilenler oldu, otel paralarını verebilenler oldu, gidemeyenler maalesef çoğunluğu -her ne kadar kalanlar da olsa- fakirdiler, hepimiz gördük. Ve evleri tekrar yapılamadı, bunu da biliyoruz, oturmak istemedikleri bölümlerde oturuyorlar şu anda dönenler, Ninth Ward haricinde.
ÖM: Naomi Klein'in yazılarından bildiğim kadarıyla, "bu vesileyle okulları da hemen özelleştirelim ve zenginlere açalım, özel okullar filan yapalım" deniyormuş. Başarılı olduğunu da yazıyordu, bir kısım bu fırsattan, krizden yararlanıyor. Zaten neoliberalizm diye bir teorisi var, "bizde bu Katrina'da da uygulandı" diye yazıyordu. Sonuç olarak onu da gördünüz, sonra döndünüz Hemşin'e değil mi? Hemşince biliyor musunuz?
AA: Hayır. Hemşince, Hopa'nın Hemşinlileri tarafından konuşulur, bizde daha çok kırık bir Türkçe olur, ama kelimelerimizin arasında bir çok Hemşince kelimeler var. Ermenice'ye yakın, Gürcüce'den bir parça alınmış bölümleri var. Bizde konuşulmuyor, ama iki yaşlı kadın konuştuğu zaman anlamazsınız.
ÖM: Hemşince diye ifade edilen böyle ayrı bir dil var sanıyorum.
AA: Evet var.
ÖM: Ermenilerle de çok içiçelik var, akrabalığı bile ayırt etmenin zor olduğu bir yer herhalde?
AA: Evet çok doğru.
ÖM: Siz ilginç bir şekilde döndünüz, ne yapıyorsunuz şimdi?
AA: Muhtarlığın ilk ayları doğal olarak alışmaya çalışıyorum.
ÖM: Muhtar olmadan önce Hilal Köyü'nde ne yaptınız?
AA: Muhtar olmadan önce 5 sene orada yaşadım, ilk başları zordu. Bütün arkadaşlarım söylüyorlar "Apo ne güzel bir şey yaptın, döndün, köyde yaşıyorsun, bizim de idealimiz bu, keşke biz de dönebilsek, keşke bizim de köyümüz olsa da dönsek" diye. Benim köyüm var, ben orada doğdum, köyümde oturan herkes benim akrabam, beni pek görmemişlerdi yıllar boyunca. Geri dönüp böyle bir hayatı tercih ettim, ilk başta kuşkuları vardı, halen de vardır emin olun. Amerika'dan gelmiş olmam özellikle şüphe uyandırıcı, genellikle şu gözle bakılır; "tutunamadı oralarda, beceremedi hiçbir şey, döndü geldi burada yaşıyor." Bunun bir tercih meselesini olduğunu anlatmam zor oldu, hâlâ da inanmayanlar vardır emin olun, ama muhtar olarak ilk görevim bu olacak. 5 yıl zor geçti, kolay değil, yaşanması zor bir bölgedir, kadınların çok çalıştığı bir bölgedir, eğer evinizde kadın yoksa kaldığınız evde siz de en az onlar kadar çalışacaksınız, en sonunda bunu yapmak zorundasınız şu veya bu şekilde. En zoru insanlarla uğraşmak heryerde olduğu gibi, kendinizi anlatma çabanız, sürekli bunun içindesiniz, hep anlatıyorsunuz devamlı, "niye döndün, ne işin var burada?" az önce sizin de sorduğunuz gibi
AH: Türkiye'de bizim geleneğimizdir, herkese bunu sorarız!
AA: Nereden geliyor, neden geliyor, ne yapıyor, niçin? Ben de aynı sorularla karşı karşıyayım, size verdiğim cevaplar gibi her gün onlara cevap vermeye çalışıyorum.
ÖM: Kışları daha da zor geçiyor herhalde?
AA: Bol bol kitap okuyarak geçiyor, zor olduğunu daha önce konuşmuştuk sizinle.
ÖM: Çok hoş bir anekdot anlatmıştınız.
AA: Şemsi Amca'yla evimiz çok yakın birbirimize, kışın 1-1,5 metre kar yağdığı zaman mecburen küreyerek birbirimize ulaşmamız lazım. Onun görevi onun tarafından benim tarafıma doğru, benim görevim de benden ona doğru, ortada buluşacağız. Fakat benim pek niyetim yok Şemsi Amca'yla konuşmaya; internetim var, gayet rahatım, sobam yanıyor, fakat Şemsi amca da hiçbiri yok, mecburen ulaşmak zorunda. Sabah kalkıp bir bakıyorum, Şemsi Amca yolu yarılamış geliyor bile, öğlene kalmadan bütün yolu açıyordu. Benim hiçbir şey yapmama gerek yok.
ÖM: Karadeniz ve o bölgelerde özellikle iki şey, orman ve çevre meseleleri çok büyük önem taşıyor ve bütün Karadenizliler için çevre hayati bir bağ. Bir de dün konuştuğumuz gibi, çayda organik tarıma geçilmiş durumda. Bir muhtar olarak bu sorunlara nasıl yaklaşıyorsunuz?
AA: Bir kere önümüzde iki büyük sorun var, bir tanesi hidroelektrik santraller projesi, ikincisi de orman kesimi. Bu ikisinin de bölgeye hiçbir yarar getirmeyeceğini baştan sona hepimiz söylüyoruz. İlk baştan bir kadercilik ve devlete karşı çıkmama duygusu vardı o bölgede yaşayanlarda. Yanlış projelerle yanlış uygulamalar yapıyorlar, tek deremizi, Hemşin deresini- 4 kilometrelik bir yerden kesip almayı düşünüyorlar, bunun hiçbir zarar vermeyeceğini söylüyorlar. Bu kadar komik bir şey olamaz, bunu anlatmaya çalıştığımızda da bir çok insan, "devlettir yapar, bizim fazla gücümüz yok," diyor, ama öyle olmadı, mahkeme bizim lehimize karar verdi.
ÖM: Bunu biraz takip etmeye çalıştık.
AA: Lütfen daha da çok takip edin, çünkü mahkeme yalnız bizim dere için değil, Karadeniz'de bir çok dere için de aynı bizimki gibi lehte karar verdi. Yapılmaması, durdurulması konusunda, hatta başlananları bile durdurdu. Şimdi yine devam ediyor yani bitmedi, bu epey devam edecek gibi gözüküyor. Maden araştırması var, o da bir sorun olmaya başladı, orman kesimi zaten yıllardır sorundu, yanlış kesim, setleme usulü ile tamamının kesilmesi, ayıklama usulü yerine.
ÖM: Aradan seçilip kesilmesi
AA: Evet, aradan seçilip kesilmesinin yerine tamamının kesilmesi yanlış bir uygulama ve yerine dikilen -ağaçlandırma yapılıyor- ağaçların hiçbirinin doğru dürüst tutmaması. Bütün ağaçları keserseniz, ilk karda hepsi kırılır, bu oldu ve görüyoruz, 15-20 yıl önce dikilmiş bir ağaç incecik, başları kırılmış ve hiç büyümüyor. İki yanlış yapıyoruz, bu ikisinin de durdurulması gerektiğine inanıyoruz. Organik tarıma gelirsek, ki şu anda üçüncü yılımız, sanırım sertifikalarımızı alacağız ve devam edeceğiz bu yolda. Hem bunu yaparken, hem de aynı şekilde dereyi yok etme, ormanı kesme, yok etme gibi bir uygulama içerisinde olmak bence devletin de yapmaması gereken bir şey. Hem diyorsunuz ki organik olalım, organik üretelim, hem de suyunuzu da alalım, ormanı keselim, bakalım hâlâ organik olabilecek mi? Olmaz. Ya o ya bu.
ÖM: Şunu anlayabiliyorum, bu hidroelektrik santrallerde belli işletmeciler kâr elde edecekler, peki bu yanlış orman kesiminden kim kâr ediyor? Devlet niye böyle bir uygulamaya gidiyor?
AA: Bir kere, "orman yenileme" diye bir şey çıkardı, "ormanı gençleştirme". Genç ormanın çok da büyük faydası olmadığını bilimsel araştırmalar gösterdi, yaşlı ormanların havadaki karbondioksiti tutma oranının çok çok daha yüksek olduğunu biliyoruz genç ormanlara nazaran. Demek ki bu bir yanlış uygulama. Altında büyük rant yatıyor; çünkü bunlardan kütük elde ediliyor, kestane, çam, çok değerli ağaçlar bunlar, satılıyor ve devlet bundan iyi para kazanıyor. Ormana o gözle bakılıyor sanıyorum, yoksak ormanı korumak amaç değil, sadece ne kadar kazanabiliriz diye bakılıyor?
AH: Orman bir kereste deposu zaten kabaca.
AA: O gözle bakılıyor büyük olasılıkla, bu yüzden de burada bir rant var kesinlikle. Köylüler de istiyor bunu, çünkü onlar da çalışıyor.
AH: Birlikte paylaşılıyor.
AA: Çok azını biz alıyoruz, kaymağını devlet alıyor, bu kadar basit. Biz de diyoruz ki, "bunu yapmayın, bitsin, bırakın, öyle kalsın, hiç dokunmayın bile," ama köylülere de verilsin hak, densin ki "Evini mi tamir etmek istiyorsun? Bu kadar kesebilirsin." Ayıklama usulüyle, set usulüyle değil, evet doğru. "Odun mu yapacaksın?", evet verilsin, şu şu kadar, hangi ağaçlar belirlensin, "şunu şunu kesebilirsin ama hepsini değil." Eskiler çok iyi yapıyormuş, eskiler tam evimizin arkasındaki ormanlıktan ağacı kesmiyorlar, gidiyorlar 500-600 metre orman içine bir ağacı kesip aşağı indiriyorlarmış. Asla evin arkasındakini değil çünkü çok kar yağdığında çığı durdursun diye. Onlar çok iyi biliyorlarmış, biz tekrar eskiye dönelim, tek istediğimiz bu, eskisi gibi yapalım.
ÖM: Bütün dünyada da aynı eğilime geçilmesine çalışılıyor, küçük ve yerel çözümlerle gitmek, yerinde çözmek. Yine dün konuştuğumuz bir şeyi buraya yansıtmak iyi olabilir; Köylülerin elbette orada kendi gerek evlerini yapmak ve onarmak için ormandan kereste alma hakları olması gerekiyor doğal olarak, buna karşılık tam da böyle bir anlaşma yapılmıyor, köylüyü bir anlamda devlet kendisine muhtaç halde bırakıyor değil mi? Nasıl oluyor bu?
AA: Çok doğru. Eğer ormandan ağaç kesmek istiyorsanız gidip devletten izin almanız gerekiyor, "ihtiyaç izni" deniyor. "Evimi tamir edeceğim veya yakacak olarak kullanacağım" diyorsunuz. Bu izni vermiyor, verse de bir sürü bürokratik işlem çıkarıyor ve diyor ki "Gidin kesin, şikâyet olmazsa hiçbir sorun yok, şikâyet olursa gelip ceza yazarız, siz de bize ödersiniz cezayı ve kesmiş olursunuz." Eğer böyle bir cezalandırma yapılacaksa ben gider en değerli ağacı keserim, madem ceza yiyeceğim, sonunda böyle bir uygulama olacak, gelip bana hiçbir ağacı göstermediniz, evimin arkasında, yanındaki en değerli kestaneyi, gürgeni keserim, yaparım, nasıl olsa aynı cezayı vereceğim. Kızgınlıktan dolayı, yoksa başka bir şeyden değil. Bunu yapmamak gerekiyor, aslında böyle bir uygulama var, ihtiyaç olarak bildiriyorsunuz gelip size göstermeleri lazım, şu, şu, şunu diye. Sadece uğraşmak istemiyorlar; "oturalım, aman hiçbir sorun olmasın, şikâyet olursa bakarız," ki oluyor, bu sefer de köylüler birbirleriyle kötü duruma düşüyorlar. "Kim şikâyet etti?" diye.
AH: Sizin muhtar olarak bu konuda yapabileceğiniz bir şey var mı?
AA: Var, bence daha genel bakmak lazım, bu küçük şey için değil, orman kesimini durdurabilirsek gerisinin geleceğini düşünüyorum, ama önce orman kesiminin durması lazım, bu şart. Bir daha asla ve asla hidroelektrik santrallerin söz konusu dahi olmaması lazım, bir daha düşünmememiz lazım bu konuyu, başımızı ağrıtmaması lazım, bu ikisi çok önemli. Bunu yaparken de alternatif enerjileri konuşmamız gerekiyor artık, rüzgâr, güneş herşey, ne bulunuyorsa, ne gerekiyorsa, ne varsa hepsini konuşmamız lazım, konuşmaktan da ileri gidip, denememiz lazım. Deneyip görmek lazım, oluyor mu olmuyor mu? Hidroelektrik santrali deniyoruz, o kadar para harcayıp deniyoruz ve 15-20 sene sonra, ömrü bitince atıl durumda bırakıyoruz. Neden rüzgârı denemiyoruz anlamıyorum, bence o da denenmeli; madem bunu deniyoruz ve 15-20 sene sonra atabiliyoruz, bırakabiliyoruz, bunu da deneyelim, bakalım 15-20 sene sonra ne oluyor? Doğru, belki daha fazla maaliyet tutuyor, ki o da şaibeli, onu da bilmiyoruz, herkesin söylediği o, henüz bir fizibilite çalışması görmedik, önümüze koymadılar, "şu şu kadar tutuyor, bu bu kadar tutuyor" diye. Bir görelim, nedir? Herkes, "vatan haini" bile dedi, "sen elektrik istemiyor musun?" İstiyorum, senden daha çok istiyorum emin ol, ama karşılığında şu, şu yapılırsa, denirse ki, "şu kadarını rüzgârdan üreteceğiz, aynı zamanda hidroelektrik santralin bir küçüğünü uygulayacağız şuraya" tamam, yapılsın.
AH: Akan sulara hidroelektrik santral yapıyor olmaları zaten bir konu, bunun başka alternatifi var, siz de biliyorsunuz, yani suyu kesmeden aslında enerji üretmeleri gayet mümkün. Tercih meselesi, şirketlerin ve kimin ne kadar kâr edeceğinin de tercihlerde ciddi etkisi var tabii.
AA: İnşaattan çok kazanıyorlar, önemli olan bu, suyu alıp, türbin koyup elektrik üretmek çok kolay, fakat hidroelektrik santralde öyle değil, suyu alıp dağa çıkarıp oradan 4 kilometre götürüp dökmek çok daha güzel. Çünkü çok inşaat var, çünkü çok taş çıkarıyorsun, çünkü o taşları çıkardığın zaman beton yapabilirsin, çimento yapabilirsin. Oh oh! Bundan daha güzel ne var? Bütün esprisi bu işte.
ÖM: Köylüler seçimlerinden memnunlar mı, muhtarlarından?
AA: Bilmiyorum. Onu 1-2 ay sonra tekrar sorsanız.
ÖM: Siz herhalde muhtarlığa adaylığınızı koyduğunuz zaman bu mücadeleleri, bu konuları ele alacağınızı söylediniz ve buna rağmen seçildiniz.
AA: Sanırım seçmenlerimin, bana oy veren herkesin bunu açıkça biliyor olması gerekiyor ve biliyorlar, ona göre oy verdiler diye düşünüyorum. Kesinlikle hiçbir hidroelektrik santal projesi için veya orman kesimi için hiçbir genelgenin altına imzamı atmayacağımı söyledim. Umuyorum benden bunu istiyorlardır, ben de bunun için elimden geleni yapacağım.
ÖM: Çok teşekkür ederiz. Açık Gazete'de ilk defa, bir muhtarla konuştuk; Hemşin'in Hilal Köyü Muhtarı Abdurrahman Aydın'la ta New Orleans'tan dönüp gelişinin serüvenini konuşma fırsatı bulduk. (EZÖ)