* Fotoğraf: Kaan Bozdoğan, AA.
Diyarbakır’da KAMER kurucusu Nebahat Akkoç’la buluştuk; hem aylardır süren sokağa çıkma yasakları altında günlük yaşamı hem bu yasakların kadınları ve kadın çalışmalarını nasıl etkilediğini hem de hükümetin yasaklı illerdeki STK’larla yaptığı görüşmeleri konuştuk.
Akkoç, Diyarbakır’ın her yanından duyulan patlama seslerinin herkeste korku, tedirginlik ve çözümsüzlüğün yarattığı çaresizlik hissi yaşadığını söylerken, Sur ile diğer mahalleler arasındaki tek farkın “sokakta yürürken bana bir kurşun değer mi endişesi yaşamamak” olduğunu ifade ediyor.
KAMER çalışmalarının da olumsuz etkilendiğini belirten Akkoç, sokaktaki şiddetle birlikte evdeki şiddetin de arttığını vurguluyor. “Bence bir sürü kadın evdeki şiddete katlanıp, bir yere gitmemeyi tercih ediyor” diyor.
Konuyla ilgili uzaktan yorum yapanlara ise öfkeli. “Eksi 16 derecede ayağında naylon terliklerle Sur’dan kaçmaya çalışan yüzlerce insan vardı. Hiçbirinin gidecek yeri yoktu. Böyle bir acı yaşanıyor burada. Oturup evde, bomba ve çatışma seslerinin içinde düşünüyorum, bu kadar ölüm, acı ve kan varken, bu konuyla ilgili bu kadar rahat konuşmak ve davranmak haddini ve cesaretini nereden buluyor insanlar?” derken gözleri doluyor.
Akkoç Diyarbakır’lı sivil toplum kuruluşlarının ortak çağrısını tekrarlıyor: “Biz hendek de yasak da istemiyoruz.”
KAMER 19 yıldır Doğu ve Güneydoğu illerinde sahada çalışan bir kadın örgütü. Sokağa çıkma yasağı başladığından beri KAMER’in işleyişi nasıl değişti?
Temmuz ayından beri hendekler ve sokağa çıkma yasakları süreci başladı. O zamanlar bir hafta yasak, sonra bir süre serbest şeklindeydi ama yasak son 2,5 aydır neredeyse kesintisiz olarak devam ediyor. Yeni şehrin başlangıcındaki ofisimizin az ilerisinde Tek Kapı var, yanda diğer kapı var, kapıların hepsi kapalı.
Sur’da bizim çalışmalarımıza en büyük öz kaynağı sağlayan işyerimiz var: Hasanpaşa Han’ın avlusundaki kafemiz. Oradan kazandığımız parayla kadınlar için yaptığımız giderlerin yüzde 10’unu karşılıyoruz. Üstelik para kazanmadan kira ödeyen taraftayız. Bunun için Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne başvuru yapıldı, bu konuyla ilgili bir şeyler olacaktır ama “Kirayı almayacağız” diyen yok. Biz kendi irademizle kapatmadık orayı, kaldı ki çatışmalar devam ederken gelen de yok oraya.
Bu durum tüm esnaf için geçerli. Valiliğin bu konuda bazı girişimleri oldu, hepimiz orada toplandık, taleplerimizi ilettik. Bizim en azından hasarımız yok ama onu da yaşayan çok var. Oradaki küçük esnaf gerçekten mahvoldu.
Kafe çalışanları ne oldu?
Yazın 10, kışın 5 kişi çalıştırırdık orada. Geçen aya kadar direndik, kimseyi işten çıkarmak istemedik. Çünkü hepsi aldıkları o parayla evlerini geçindiren çocuklardı. Ama geçen ay dayanamadık, tazminatlarını ödeyip işten çıkardık, en azından o parayla evlerini taşırlar diye. Şimdi işsizlik sigortası alıyorlar, inşallah bir gün açılırsa onları tekrar işe alacağız. Çok acı bir gündü bizim için.
Dediğiniz gibi ofis Sur’a çok yakın. Kadınlar gelip gidebiliyor mu?
Çok mecbur kalınca geliyorlar çünkü şiddet var. Sokakta yaşanan şiddet de evin içindeki şiddeti arttırıyor. Ama telefon açıyorlar, randevu alıyorlar, sonra patlamalar oluyor, randevular erteleniyor.
Bence bir sürü kadın evdeki şiddete katlanıp, bir yere gitmemeyi tercih ediyor. Bıçak kemiğe dayanmadan gelmiyorlar. Şu an oturduğumuz salon hep dolu olur normalde. Son farkındalık grubumuzu iki hafta önce yaptık. Ara verdik çünkü düzenli yapamıyoruz, herkes gelemiyor. Dolayısıyla Sur’a yakın ofisimizde çalışmaktansa, biz mahallelere gidip çalışmayı tercih ediyoruz.
Gidebiliyor musunuz?
Evet, çünkü her yer burası gibi değil. Ama top atışları Diyarbakır’ın her tarafından duyuluyor. Onun yarattığı korku, tedirginlik, çözümsüzlüğün yarattığı çaresizlik herkeste var. Diclekent diyorlar, orada kafeye oturan insan da aynı çaresizliği hissediyor ama sokakta yürürken bana bir kurşun değer mi endişesi yaşamıyor.
Tabii söz konusu olan sadece Diyarbakır olmadığı ve Ağustos, Eylül, Ekim’de yol güvenliği sorunları da olduğu için bizim iller arasındaki koordinasyonu da koparttı. Bir süre iller arasındaki gidiş-gelişleri, toplantıları erteledik. Yol güvenliği olduğuna inandığımız illere biz arabaya atlayıp gidiyoruz. En azından arkadaşlarımız o tehlikeye gireceğine, biz bir tehlike gördüğümüzde durabileceğimiz şekilde hareket ediyoruz. Mesela ay sonunda şubelerimizi Antep’te topluyoruz.
Bütün çatışma, bütün savaş şehir içine kaymış durumda.
Size gelen başvurularda savaşın etkilerini somut olarak görüyor musunuz?
Bir kere çocuklar üzerindeki etkisi çok somut. Bunu hem biz gözledik hem diğer çocuk çalışması yapan kuruluşlarının tespit ettiği bir durum. Çocuklarda altını ıslatma oranı çok yükseldi. Evin içindeki en ufak tıkırtıya “bomba mı” diye uykudan fırlıyorlar. Uyku düzeni zaten herkesin bozuldu, ruh sağlığını derinden etkileyen böyle bir durum var.
Fark ettiyseniz sokağa çıkma yasağının olduğu yerlerde sivil kadınlar sokağa çıktılar, evlerinin önünde hayatını kaybettiler. Çünkü evin ihtiyaçlarını karşılamak zorundalar, sokağa çıkmak zorundalar. Ekmek bittiyse, çocuk ağlıyorsa bunu kadın üstleniyor.
Zaten kendi evinin içinde güvensizlik ve korku yaşayan bu kadınların korkusu şimdi kat kat arttı. Ben şahsen 4 gün sıfır enerjiyle evde yattım. Sadece kaçmak istedim. Kafama yorganı çekip, görmeyim olan biteni, dedim. İşimi yapamıyorum, çarşıya çıkamıyorum, korkuyorum, gibi ifadeler çok sık duyduğumuz şeyler.
Bu sırada Diyarbakır inanılmaz yoksullaştı.
Biraz da göçten bahsetmek istiyorum.
Göç çok acı verdi bize. Fotoğrafları görmüşsünüzdür, kışın ortasında insanlar ellerinde bir halıyla evlerini terk diyor. Halı demişken, size bir çocuğun hikayesini anlatayım: Ailesiyle Sur’da yaşıyorlar. İniyorlar bodruma, yere bir halı seriyorlar ve onun üzerinde oturuyorlar ve uyuyorlar. O çocuk şimdi halının dışına çıktığı zaman ağlıyor. Evin içinde dolaşamıyor, halının olmadığı yerlere basamıyor. Böyle bir korku…
Diyarbakır’ın en karlı, en soğuk günlerinde bile sokaklar insan doluydu. Eğer böyle bir operasyon yapılacağı planlandıysa, önce sivilleri garantiye almak gerekiyordu. Çok perişan oldular. Şu an hükümet bir şeyler yapıyor, biliyorum çünkü Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun yaptığı toplantılara katılıyorum. Ama bu nedir? Acil insani ihtiyaçları kullanmaktan öte bir şey değil. İnsanlar her şeylerini bırakıp çıktılar. Kimlikleri, üzerine oturulacak bir şey ve eğer yapabildilerse üstlerine atacak bir şey alıp çıktılar.
İnsanlar yoksul. O kadar acı şeyler gördük ki. Bombalar patlıyor, insanlar belki seneler sonra zar zor aldıkları çamaşır makinesini çıkarmak için el arabası taşıyor. Çok derin ve hazin bir şey yaşandı burada.
Şu an bunlar konuşulmuyor çünkü şu an insanlar can derdinde. Ama çok hikaye var burada.
Suriçi’nden göç edenler nereye gitti? Başka şehirlere mi?
Çok azı. Sadece parası olanlar. Sur’da eski taş evlerde oturanların hali vakti yerinde olabilir ama genellikle Sur tarihi mekanın içine yerleşmiş yoksul insanların yaşadığı bir mahalledir.
Yani çoğunun diğer mahallelere gidecek parası bile yok, şehri nasıl terk etsin. Gürültüden, sokaktaki güvensiz durumdan çoluğunu çocuğunu kaçırmak isteyenler ve durumu müsaitse gidenler olduğunu biliyorum. Ama bir yakını yoksa, köye gitmediyse, il dışına çıkabildiğini sanmıyorum.
Şimdi yardımlar, kira paraları ödenmeye başladı ama bu sefer de şöyle bir durum var: Kiralar ikiye, üçe katlandı. 200 liralık kötü bir gecekonduyu 600 liraya kiraya veriyorlar, devletin verdiği kira yardımı 300-350 lira. Bu acı durumu fırsata çevirip, bundan para kazanmaya çalışan geniş bir insan grubu da var maalesef.
Göç en çok kadınları etkiler, denir. Sur’dan göç kadınları nasıl etkiledi?
Göç kadınları etkiliyor çünkü ısıtmak, doyurmak, korumak zorunda olanlar, evden çıkamayanlar kadınlar. Erkekler bir şekilde onları bırakıp uzaklaşabiliyorlar. Dikkat edin, göç fotoğraflarında eşyaların birkaçı erkeklerin elindedir. Kadın öncelikle o tencereyi kaynatmak zorunda. Ekmek bulmak için canını kaybetmeyi belki de göze alarak sokağa çıkan yine kadın.
Kadınlar derken, onların her birinin yanında dört beş çocuk oluyor. Bunun acısı yıllar boyu çıkacak, şu anda sıcak bir ortam var, daha anlaşılmıyor.
Demin hükümetin sivil toplum kuruluşlarıyla toplantılar yaptığını ve sizin de bu toplantılara katıldığınızı söylemiştiniz. Bunlar nasıl geçiyor, neler konuşuluyor?
Ben son aylarda iki toplantıya katıldım, ikisinde de Başbakan Davutoğlu vardı. Sonuncusu daha da önemliydi çünkü tüm Bakanlar Kurulu da oradaydı.
Öncelikle toplantının başında herkese “istediğiniz gibi konuşun” güvencesi veriliyor. Başbakan “Sorunu tam olarak bilelim, sizin fikirlerinizi de bilelim” diyor. Diyarbakır’dan, Siirt’ten, Batman’dan, Şırnak’tan, Cizre’den, Mardin’den 40 kişiydik biz.
Hükümete genelde bu STK toplantılarını, kendi STK’larıyla yapması konusunda eleştiri geliyor. Bu toplantıda STK temsiliyeti nasıldı?
Valla ben kimsenin STK’sı değilim, Diyarbakır Barosu da, DİSA [Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü] da, DİTAM [Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi] da değil ama hepimiz oradaydık. Bu, karma bir gruptu. Bence bu gibi toplantılara baroların hepsinin çağrılması lazım.
Tabii toplantıya çağrılıp gelmeyenler de oluyor. Ben kendi adıma, eğer küçücük bir yarar olacağını bilsem, çağrıldığım her yere giderim. Çünkü o kadar büyük ve acı bir durum yaşanıyor.
Neler konuşuldu bu toplantıda?
Herkes açıkça konuştu. Buradaki durum tüm çıplaklığıyla anlatıldı. Neden sivillerin korunması için tedbirler alınmadığı, bu yolla bu işin çözülemeyeceği, zaten 30 yıldır denenmiş bir yöntem olduğu, görüşmelerin başlaması gerektiği, operasyon alanındaki asker ve polisin görevlerini aşan o garip lafları ve davranışları, cenazenin sürüklenmesi, kadın bedeninin teşhir edilmesi, insan hakları adına konuşulacak her şey dile getirildi.
Bir sürü şeyden zaten hükümetin bilgisi oluyor, bazılarının abartıldığını söylüyorlar. Son toplantıda Başbakan konuşulan her şeyi cevaplamaya çalıştı. Dolayısıyla toplantı oldukça uzun sürdü.
Peki hükümet ne diyor tüm bunlara?
Şu konuda hükümetin çok kararlı olduğunu düşünüyorum hükümetin; bu dil benim çok ağırıma gidiyor, “süpürülecek, temizlenecek, temizlenmeden hiçbir şey başlamaz.”
Ben şöyle bir noktadayım, temizlediğiniz kişinin ölümü de benim canımı yakıyor, onun annesi-babası da benim komşum. Ölen asker, polis de benim canımı yakıyor. Ben bir anne olarak empati yapabiliyorum.
Bir görüşme kanalı olamayacağı konusunda çok kararlılar. Benim en çok arzu ettiğim şey hiçbir pazarlık yapılmaksızın herkesin susması. Yani bir durun, düşünme yeteneğimizi kaybettik bomba ve silah sesleri arasında. Ama böyle bir olasılık yok, her iki taraf açısından da yok.
Ben bu hendeklerin Kürt sorununa hiçbir şey kattığını düşünmüyorum. Tam tersine Kürt halkını son derece yoksullaştırdığını ve çaresizleştirdiğini düşünüyorum.
Hendekler çok tartışılan bir konu. Daha çok da “önce hendekler mi kazıldı, önce özel harekat mı geldi” şeklinde tartışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bence bu çok saçma bir tartışma. Ben 61 yaşına giriyorum, yani devletin 60’lı yıllarını da, 70’li, 80’li, 90’lı yıllarını da hatırlıyorum. Bence devletin yapısında ve düşüncesinde özlü bir değişiklik olmadı. Benim de faili meçhul cinayetim var, bir dolu işkencem var, bir sürü kazandığım davam var. Bunu yapanların hangisi yargılandı? Kim neyle yüzleşti? Devlet cephesine böyle bakıyorum.
AK Parti bir takım değişiklikler yaptığını söylese de, ben Temizöz davasından bile beraat çıktığını görerek bakıyorum devlete. Hiçbir şey açığa çıkarılmadı. Bu olmadan da köklü bir değişiklik olamaz. Bize geçmişte bunu yaşatanlar bir ortaya çıksınlar. Belki aynı kadro hala görevde…
Bu bölgenin başında hep bir sopa vardı; ya sıkıyönetim vardı, ya OHAL vardı, ya çatışma vardı… Fakat böyle bir şey ben görmedim. Bunun aynı şey olduğunu savunanlara da katılmıyorum.
90’lar gibi değil, diyorsunuz?
Ne münasebet, Türkiye’de böyle bir şey yaşanmadı. Kaldı ki, eğer bir hedef var ve sen ona bu yöntemle ulaşamayacağını biliyorsan, o yöntemi neden kullanırsın ki? Diyelim ki [YDG-H] Sur’u ele geçirdiler. Ne olacak? Sur’da bir özerk bölge kurmak mümkün müdür?
Ben yerinden yönetimin çok önemli olduğuna inananlardanım. Bu talep haklıdır. Ama ben bu talebin yanında hangi yöntemlerle duracağımı biliyorum.
Ben bu bölgede yaşamayıp, meseleye objektif yaklaşmayanların bu savaşı körüklediğine inanıyorum. Herkes bir eleştiriyi hak eder çünkü dostlar eleştiri yapar. Bu yol bizi nereye götürecek?
Burada bu şiddeti yaşayanlar, 30-40 yıldır Kürt meselesi için canından can verenler başka bir şey söylüyor, uzaklarda yaşayanlar başka bir şey söylüyor. En makul öneri Diyarbakır’daki sivil toplum örgütlerinden geldi: “Biz hendek de yasak da istemiyoruz.”
Ben çağrı yapıyorum aslında, biz boşalttık ama Sur’da yaşayacak yer çok. Böyle düşünen arkadaşlar gelsin buraya yerleşsin. Uzaktan böyle büyük laflar edilmez.
Buradaki halkın yaklaşımı bu mudur?
Çık sokağa, 100 kişiyle konuş, kimse “aferin bu devlete” demeyecektir çünkü devlet herkesin canını yakmıştır. Ama şu an 10 kişiden en azından beşi diyecektir ki “Peki o sokağın hali buyken devlet ne yapsın?” Maalesef artık bu noktaya geldi.
Her zaman şiddetsiz bir çözüm yolu vardır. İpler o kadar koptu ki, başkaları aracı olsun diyaloğu başlatmak için. Ben isterim ki, bu inatlaşmayı bırakıp, bir hafta herkes elini tetikten çeksin biraz düşünsün, bu kadar ölüm niye, diye. Hem halk da rahatlar.
Şimdi hükümet “masa Ankara’da” diyor. Sence nasıl çözülecek?
Belki sadece PKK’yi muhatap almak, iki üç kişilik görüşmelerle bu dev gibi sorunu çözmeye çalışmak da hataydı. Ama ben PKK’nin kendisi muhatap alınmadan yapılacak bir çözüm sürecine izin vermeyeceğini ve buna gücü olduğunu biliyorum.
Ankara’nın reel politikadan uzaklaştığını düşünüyorum. Bu inatlaşmayı bir tarafa bırakmak lazım. Öcalan’la yeniden bir görüşme kanalı açmak lazım. Şehir içine yayılan çatışmaların en azından PKK açısından son bulması için Öcalan’ın devreye girmesi lazım. Neden devreye sokulmuyor onu anlamıyorum çünkü geçmişte denendi. Bu şu anda çok radikal bir fikir ya da tartışma değil. Eğer bu olamıyorsa, neden olamıyor onu da anlamıyorum, gerçekten hükümetle HDP arasında diyalog sürecinin yeniden başlaması lazım.
Başbakan HDP’ye ziyaret yapacakken ve buralar kan gölüyken “Ee, gelsin bir çay içsin” tavrı kalan son diyalog şansını da koparmak gibi geldi bana. Kimsenin kimse adına böyle davranma hakkı yok. Bu görüşme kanallarının yeniden açılması lazım. Bu görüşmeler olmuyorsa, demin bahsettiğim toplantılara katılan ve elini taşın altına koymaya hazır birçok insan var. Bir aracı grup oluşturulabilir. (ÇT)
Nebahat Akkoç kimdir? 22 yıl boyunca Diyarbakır’ın köy, ilçe ve merkezindeki çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. 1990 yılında Diyarbakır’da bir şubesi açılan EĞİTİM-SEN’in ( Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası) Şube Başkanlığını yürüttü. 1993 yılında öğretmen olan kocası da evinden okuluna giderken uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Kocasının ölümünden sonra insan hakları alanında daha aktif çalışabilmek için emekliye ayrıldı. İnsan Hakları Derneği Genel Yönetim Kurulu Üyesi olarak çalışmaya başlandı. Bu görevi sırasında İHD’nin Bölge Temsilcisi olarak çalıştı. 1994 yılında dört aylık bir süre için DEP (Demokratik Halk Partisi) parti meclisinde yedek üye olarak yer aldı. 1994 -1997 yılları arasında işkenceye maruz kaldığı gözaltılarla ilgili AİHM’de açtığı davaları 1999’da kazandı. ‘Akkoç Davası’ olarak anılan bu davanın özelliği hem Türkiye’den yapılan ilk AHİM başvurusu olmadı hem de iç hukuk yolları tüketilmeden AİHM tarafından kabul edilen iki davadan biri olması. 1996 yılında evinin bir odasını büro haline getirerek kadın çalışmalarına başladı. 1997’de kurduğu KAMER, halen Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerinin 23 ilinde faaliyet gösteriyor. |