Edebiyat dergilerinde yayımlanan öyküleriyle de bilinen Ezgi Polat’ın ilk kitabı “Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda” Can Yayınları etiketiyle okura ulaştı. Suskunlukların yarattığı atmosferdeki buğuyu, berrak üslubuyla görünür hâle getirmeyi başaran Polat, sonraki eserleri için de merak uyandırıyor.
“Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda” bir kitap için oldukça dikkat çekici bir isim. Akla ilk gelebilecek kadın-erkek ilişkilerindeki çıkmazlarla kalmayıp toplumdaki diğer suskunluklarla okura sesleniyor…
Elimden geldiğince kişisel ve toplumsal olarak bizi suskunluğa iten travmalarımızın yaşamlarımızı nasıl etkilediğine bakmaya, derine inmeye çalıştım. İlişki kurmanın ilk akla gelen en etkili biçiminin konuşmak olduğu düşünülür hep. Konuşarak her şey çözülür deriz. Öyle değil. Bana kalırsa susmak, konuşmaktan çok daha belirleyici. En azından bu öyküler için bilinçli bir susma hali olduğunu söyleyebilirim. Konuşamayan, konuşmayı reddeden insanlara kulak vermeye çalıştım. Ve evet, toplum olarak da konuşmanın çoğu zaman anlamsızlaştığı bir yere geldik. Sesimiz gür çıksın diyoruz ama sözünü ettiklerimiz ağzımızı açtığımız anda bizi utandırıyor.
Kitabınızdaki karakterlerin birbirleriyle ilişkilerindeki baskın duygunun “güven’ olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, kitaptaki baskın duygulardan birinin de güven olduğunu söyleyebiliriz. İletişimimiz sekteye uğradıkça karşımızdaki kişiye duyduğumuz güven azalır, aramızda bir uçurum açılır, en sonunda güven yerini salt güvensizliğe bırakır, ilişki bulanıklaşır. İletişimimiz ne kadar kuvvetli olursa aramızdaki bağ sağlamlaşır, karşımızdaki kişiye duyduğumuz güven artar. Bunlar iletişimin en temel dinamikleri. Bununla birlikte hiçbir duygunun tek başına var olmadığını söyleyebiliriz. Açığa çıktığı yerde muhakkak onu tetikleyen başka duygular oluyor. Dibine dek kazıdığınızda altından bambaşka bir öz çıkıyor. Bu özü yakalamaya çalışıyorum ama okurda uyandıracağı baskın duygu her zaman metnin yükselme anlarında açığa çıkan duygu olacaktır sanıyorum.
Öykülerde ana karakterlerin aralarındaki ilişkiyi anlatırken eş zamanlı olarak doğadaki canlıları da aktarmadaki beceriniz bir ilk kitap olduğu düşünüldüğünde sadece okur değil yazar için de oldukça heyecan verici bir atmosfer olsa gerek… Bu ve buna benzer öyküleri yazma süreciniz nasıl gelişti?
Toplum olarak doğayla ilişkimizi çok kuvvetli bulmuyorum. Bunun etkileri edebiyata da yansıyor. Üstelik durum gittikçe daha da korkunçlaşıyor. Yaşadığımız yerlerde birkaç ağaç görünce mutlu oluyoruz. Bize kalan bir avuç güzelliğin de elimizden alınmaması için sesimizi yükseltiyoruz. Kendi adıma, doğanın güzel bir köşesinde bulunduğum an çölde vaha bulmuş gibi oluyorum. Ne acı. Buradan beslenemiyoruz, ne gerçek hayatta ne de edebiyatta. Böyle olunca bizde olmayan şeyleri de bizimmiş gibi hayal etmeye çalışıyorum. Antalya’da doğdum, büyüdüm. Çocukluğum, gençliğim yeşilin, denizin içinde geçti. Yaklaşık dört beş yıldır sportif dalış yapıyorum. Sualtını da az çok tanıyorum diyebilirim. Bunlar elbette bir avantaj ama yazıya dökmek başka bir şey. Bir şeyin içinde bulunmuş olmak yazıda ona hakim olmayı kendiliğinden getirmiyor. Bunun için araştırma yapıyorum. Okuyorum, izliyorum, dinliyorum.
Bir atölye geçmişinizin olduğunu biliyorum. Atölye deneyiminizin ilk kitabınızı yazma sürecinde daha çok hangi yönde faydasının olduğunu söyleyebilirsiniz?
Dili kullanırken özenli olmamda, sıcağı sıcağına eleştiri alıp farklı çıkış yolları keşfetmemde oldukça etkili olduğunu söyleyebilirim. Bilinçli bir ekiple birlikte metinleri sürekli didik didik edince gelişim kaçınılmaz oluyor.
Kitabınız yayımlanmadan önce edebiyat dergilerinde de isminiz yer alıyordu. Bu tercihinizin kitabınız yayımlandıktan sonra sizdeki karşılığı nasıl oldu?
Düşüncemde bir değişiklik olduğunu söyleyemem. Sevdiğim dergilerde öykülerimle yer almak beni yine mutlu eder. Şimdilik ikinci dosyam üzerinde biraz yoğunlaşmak istiyorum.
Geçenlerde sosyal medyada “Bazı yazarlara sormak istiyorum. O dergilerde niçin yazıyorsunuz? Buna gerçekten ihtiyacınız var mı?” diye içtenlikle bir soru sordunuz. Sanırım özellikle edebiyatçıları kastederek böyle bir soru sordunuz. Sizce bir edebiyatçı neden işaret ettiğiniz türdeki dergilerde yazmakta?
Evet, doğrudur. Bu sorunun yanıtını net olarak bilmemekle birlikte herkes gibi benim de aklımdan birtakım düşünceler geçiyor. Bildiğimiz gibi yazarak yaşamını sürdürmek, ayakta kalmak zor. Bu durumda ilk aklıma gelen şey bu oluyor. Birkaç kez kulağıma bu dergilerde yazmanın karşılığının maddi olarak epey iyi olduğu ilişmişti. O zaman doğal olarak bunu düşünüyor insan. Ama gerçekliğe bakıldığında bu dergilerde yer alıp birçok eseri, hatta külliyatı olan yazar sayısı da azımsanamayacak kadar çok. Zaten buralarda kısa süre de yazsanız popüler anlamda sahip oldukları potansiyel sizin yaptığınız öbür işlerde de bir açılma sağlıyor. Peki o zaman para değilse ne? Ben de bu sorunun yanıtını arıyorum. Bulmuş değilim. Popüler olma, görünürlük arzusu mu? Nitelik olmadığı apaçık ortada. Üstelik eserleri takdir edilmiş, sevilmiş, saygı duyulan insanlar var bunların içinde. İnsan düşünmeden edemiyor ve üzülüyor. Niçin nitelikli dergiler hayatta kalmaya çalışırken bu insanlar ellerindeki imkanlarla nitelikli işler ortaya koymak için çabalamıyor, bunlara katkıda bulunmuyor. Gerçekten saygı duyulan yazarların her sayısı ayrı bir fiyasko olan dergileri kalkıp sosyal medyada önerdiğine defalarca şahit oldum ve anlamakta güçlük çekiyorum. Niçin yalnızca iyi edebiyat yaparak ayakta kalmaya çalışan dergilerden de bir kez olsun söz etmiyoruz? Niçin bir öteye gitmek, ilerlemek için çabalamıyoruz da günü kurtarmaya, durmaksızın oyalanmaya çalışıyoruz? Öteden beri televizyonun bizi uyuşturduğunu söyleriz. Hemen bir anket yapsak bizim çevremizdeki herkes de buna katılır sanıyorum. Bu dergiler de edebiyat çevresinin yeni nesil televizyonları olma yolunda ilerliyor sanki. Gelgelelim saygı duymak gerek. Yapacak bir şey yok. Herkes aynı biçimde düşünmek zorunda değil elbette.
“Dayanışma” son dönemlerde özellikle insan hayatı için anlamını tekrar düşündüren, sorgulatan ve hissettiren bir kavram. Bir yazar olarak “edebiyatta dayanışma”ya dair neler söylersiniz?
Hiçbir görüş gözetmeden bir arada olmamız gereken dönemlerden geçtik, geçiyoruz. Ama bu sorumluluğu ne derece yerine getirebildik. Bu önemli bir soru. Haksızlık kime yapılırsa yapılsın haksızlıktır. Ve yazar olmayı geçtim bir insan olarak sırf bizden farklı düşünüyor diye bir insana yapılan haksızlığın karşısında sessiz kalmamalıyız. Elbette yazarların sesinin gür çıkmasının, onları seven, sözünü önemseyen insanların da silkelenmesi, bir köşede konuşmaya korkan başka insanlara güç ve cesaret vermesi gibi önemli etkileri var. O yüzden önce bizler kibirden, kişisel çıkarlardan, korkulardan arınmalı, bir arada olmalı, gerçek anlamda birlikte direnmeliyiz. (AÖİ/NV)
EZGİ POLAT, 1987 yılında doğdu. Endüstri mühendisliği bölümünü bitirdi. Öyküleri Notos, Kitap-lık, Sözcükler, Öykülem, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Çevrimdışı İstanbul, YM, Karahindiba, Peyniraltı Edebiyatı dergilerinde yayımlandı. |
* Ezgi Polat, "Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda", Can Yayınları, 2017, 120 sayfa.