Başkentin biraz güneyindeki turistik Goulette kasabasında fakültenin resmi ortamı dışında içkili bir akşam yemeğinde, Tunus Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilimler Fakültesi'nden genç meslektaşa yönelttiğimiz sorunun yanıtı böyleydi.
II- Akdeniz'in bu kez kuzey kıyısındaki 'devlet'in üniversite ortamından bazı tanıklıklar: Genellikle anayasa hukuku ve insan hakları anlatıyorsunuz. İki saatten 12 saate, kimi zaman 22 saate varan programlarda, süre ne olursa olsun, başlangıç ve bitiş arasındaki farkı gözetlememek mümkün değil. Başlarken, içlerinden, 'Türkiye'den gelen bu adam insan hakları ve anayasa hukuku üzerine acaba ne anlatacak?' biçiminde sorular geçtiğini gözlerinden okuyabiliyorsunuz.
Özeleştiriye geçiş
Siz, elden geldiğince karşılaştırmalı yöntem uyguluyorsunuz; başlarda sorulan sorular ile derslerin sonunda karşılaştığınız sorular farklılaşıyor. Üniversite gençleri, ülkenizin hukuk sistemi ile kendilerininkinin karşılaştırılabilir olduğunu düşünmeye başlıyor. Hatta, özeleştiriye geçiyor: 'Biz Fransızlar da insan hakları alanında sütten çıkmış ak kaşık değiliz' yollu itiraflar yapılıyor, örnekler sıralanıyor.
Size yöneltilen binlerce soru, 1980'lerden 1990'lı yıllara ve 2000'li yıllara doğru gittikçe farklılaşsa da, değişik zaman ve mekânlarda tıpkı ya da benzer sorularla karşılaşıyorsunuz: İfade özgürlüğü, işkence ve kötü muamele, kadın hakları, azınlıklara saygı, Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri... 'Türkiye'de kadınlar oy hakkına sahip mi?' sorusuna evet ya da hayır yanıtı yerine, "1930'dan beri" biçiminde bilgilendirince, 'Demek ki bizden önce tanınmış' şeklinde sözlerle hayıflanarak, aralarında konuşmalara başlıyorlar.
İşkencenin önlenmesi konusunda, 1992'de gerçekleştirilen CMUK reformunun avukat bulundurma hakkını -DGM'ler dışında-tanıdığını belirterek, bu konuda da kendilerinden ileri olduğunuzu söylemiş oluyorsunuz.
- 'Sayın profesör, burada bizim sahip olduğunuz ifade özgürlüğünü sizler Türkiye'de kullanabiliyor musunuz?'
- 'Burada daha ılımlıyım, ülkemde ise daha eleştirel; çünkü, eleştiri konusu olan sorunların muhatapları oradalar. Kaldı ki, orada söyleyemediklerimi, meslek etiği ve kendime saygı açısından burada da dile getirmezdim.'
- 'Niçin Türkiye, Avrupa Birliği konusunda bu kadar ısrarcı? Ne bekliyor Türkiye AB'den? Türkiye çok yol aldı, ama Türkiye ne kadar Avrupalı?' ve daha birçok soru...
İlginç varsayımlar
Bu sorular zinciri karşısında kimi zaman filozof Nietzsche'ye (1844-1900) yollama yapıp, acaba Hıristiyanlığın günümüzde, Avrupalıların beyinlerinin yüzde kaçını felç etmeye devam ettiğini sorguluyorsunuz. Ya da, hiçbir şeyin tahayyül etmeyi yasaklamadığını belirterek, şu yönde bir düşünce egzersizi öneriyorsunuz: 'Türkler Müslüman olmasaydı ya da Hıristiyan olsaydı; buna karşılık, Grekler Müslüman olsaydı, bugünkü Avrupa'nın bu iki ülkeye bakış açısı nasıl olurdu?' ya da 'Kıbrıslıların hepsi Müslüman olsaydı; Anadolu için 'coğrafî olarak Avrupa'da değil' diyen Avrupa Birliği yetkilileri, Kıbrıs'ı Avrupa'da sayarlar mıydı?' Bunlar ve benzeri sorularla, kalıpyargılarına (stereotip) dayanan bakış açılarının göreceli niteliğini vurguluyorsunuz, düşünmeye başlıyorlar ve tartışma bitiyor...
III- Bu kez, Akdeniz'in doğusuna dönelim. Ekim 2004 Türkiyesi'ni iki rapor damgalıyor. Her ikisi arasında usûl, içerik ve yankıları yönünden hem benzerlikler var, hem de karşıtlıklar. AB Komsiyonu Raporu, 6 Ekim'den önce, kısmen de olsa basına sızdırılıyor.
Ancak, 6 Ekim'de açıklanan şekli, sızdırılan ya da tahmine dayalı bilgilere oranla 'dikenlerle örülü' bir rapor. Sadece müzakere sürecine ilişkin olarak öngörülen koşulların AB'nin kendi hukukunun temel kurallarına aykırılığı açısından değil, aynı zamanda azınlıklara ve kültürel haklara ilişkin yanlış ve talepkâr cümleleriyle de tepki uyandıran bir rapor. 6 Ekim Raporu'nda öngörülen müzakere süreci bir arabaya benzetilirse, Türkiye'yi Avrupa'ya götüren bu 'araba'da vitesler tersine çevrilmiş durumda, sadece bir ileri, dördü ise geri...
Basına açık toplantılar
İkinci Rapor, İnsan Hakları Danışma Kurulu'na (İHDK) ait. Kurulun 7 Haziran toplantısında 1 Ekim toplantısı duyuruluyor ve toplantı gündemi, eylül ayında bütün üyelere ve ilgili bakanlığa gönderiliyor. Diğerleri gibi basına açık olarak yapılan 1 Ekim toplantısında, Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu, üyelerden gelen eleştiriler doğrultusunda, gözden geçirileceği vaadiyle oylanıyor.
Rapor, gözden geçirme sürecinde tıpkı AB Raporu gibi, basına yansıyor. Ancak sonuç, gelen tepkilerin göz önüne alınması bakımından tersi oluyor ve rapor 'olumlu' yönde değiştirilerek, 22 Ekim günü kesinleştiriliyor.
'Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu', AB Komisyonu Raporu'ndan hem gerçekçi, hem de daha ayrıntılı. AB Raporu'nda, öncelikle gayrimüslimlerin münferit hakları üzerinde ısrar ediliyor. Kürtlerin hakları vurgusu öne çıkarılıyor. Daha az olmakla birlikte, Alevîlerin durumuna değiniliyor. 'Eşitlik ilkesi ve ayırımcılık yasağı, hakların ve özgürlüklerin genişletilmesi, kültürel hakların geliştirilmesi' şeklinde üçlü eksene dayanan İHDK Raporu ise, 'azınlık yaratılmaması' temasını işliyor. Buna karşılık, AB Komisyonu Raporu, hukuken tanınmamış bir azınlığı ya da azınlık statüsü talep etmeyen bir grubu azınlık olarak nitelendiriyor. AB Raporu, daha çok olumlu öğeleriyle okunmaya çalışılıyor. İHDK'nınki ise okunmuyor. Çünkü, hükûmet yetkililerine göre, söz konusu rapor, kendilerine usûlüne uygun olarak sunulmamıştı. Bu konuda sorun yoktu. Ama anlaşamadıkları önemli bir husus vardı: Rapor niçin yazılmıştı? Kıskançlık saikiyle mi, prestij kazanmak için mi?
IV- Daha genel olarak, İHDK Raporu'nu okumaya da gerek yoktu; çünkü, başında 'azınlık' vardı. İçinde ise, 'Türk' yerine 'Türkiye' ve 'Türkiyelilik' vardı. Eğer raporun başlığı, olduğu gibi değil de, aynı içerikte, ama sadece 'kültürel haklar' şeklinde olsaydı, kuşkusuz tepki farklı olacaktı. Çünkü, rapor en azından okunacaktı ya da yapılan açıklamalar dinlenecekti. Raporun başlığı, 'okumadan yazanlar, dinlemeden konuşanlar' grubunu büyütmeye yetecekti. Gerçekten başlık, daha baştan 'ırkçı motifli' milliyetçi beyinleri kısmen felç etmeye yetmişti.
Fanatizmin sınırları
Fanatizmde İran'dan daha 'ileri' olduğumuzu Sivas Katliamı ile kanıtlamıştık. 12 Eylül'ün oluşturmaya çalıştığı sentezin ikinci kanadı işlevini yerine getirmişti.
Azınlık Raporu'nda, iki Salman Rüşdi belliydi. İkisi daha bulunabilirdi. Ama dördü yetmezdi; geri kalan 20'si de ortaya çıkmalıydı.
Sentezin birinci kanadı için, 37'ye karşı 24 can fazla sayılmazdı. Bu nedenle, 24 'azınlık oyu'nu saptamak gerekirdi.
Fanatiğin gözünde, farklı inanç özgürlüğü veya düşünce özgürlüğünü kullanım arasında fark da yoktu. Önemli olan, öznelerinin kendisinden farklı olmalarıydı.
Resmî makamlar gözünde ise kültürel haklar üzerindeki tartışmalar da AB yoluna zarar vermiyor muydu? Reformların itici gücü olarak, dış dinamik 'lokum' gibi algılanıyordu, iç dinamik ise, 'dinamit' olarak...
Anamuhalefetin tercihi
Dış ve iç dinamiği birleştirmeye de gerek yoktu. İkisi de hamur gibiydi; ama, lokumla yetinmek varken, dinamit niye kullanılsındı? Avrupa'ya, kendilerinden farklılığımızı, 'yekvücut' olarak kabul ettirmeliydik.
Zaten bu konuda, Anamuhalefet Partisi de, 'ana uyum'a dönüşmekte hiç gecikmemişti. Lideri, muhtemelen metni okumadan, kürsüden muhaliflerin haddini bildirerek, genel havaya çoktan uyum sağlamıştı. 'Sıfır tolerans ya da sıfır hoşgörü', 2004'ün resmî sloganı idi, işkencenin önlenmesi için. Bu, ne derecede gerçekleşti? Tartışılabilir. Ama açık olan, Ekim 2004'ün, 'düşünce ve ifade özgürlüğü' için 'sıfır hoşgörü' ayı olduğudur. Yoksa, bu satırların yazarı, yabancı üniversitelerde yıllardan beri verdiği derslerde 'anayasal milliyetçilik' mi yapmış?
'Reform'lar
Sahi, 1995'teki Anayasa değişikliğinden bu yana gerçekleştirilen bunca reform sanal mı idi? Gerçi iyileştirmeler, Avrupa istediği için değil, insanımızın ihtiyacı için yapılmıştı. Tartışma özgürlüğüne gelince; buna da ihtiyaç yoktu, çünkü ihtiyaçlarımızı zaten Avrupa Birliği tespit ediyordu.
2000'in 2'nci ayının 2'sinde Tunuslu öğretim üyesine yöneltilen soruyu yinelemek, 2004'ün 'kara güzü'nde kimin haddine? Ne Türk'ün, ne de Türkiyeli'nin. Zaten Anadolu'da müteahhitler de inşaatlarında mozaikten çok mermeri tercih etmiyorlar mıydı?
Uzun ömürlülük kimin umurunda idi?
Aktarılan saptama ve gözlemler, yazı yazıldıktan sonra suç teşkil eden aleni bir saldırı ile doğrulanmış oldu:
2004'ün 11. ayının birinci günü saat 12.00'de Başbakanlık binasında bu satırların yazarının sözü edilen raporla ilgili basın açıklaması, kaba güçle engellendiği için, artık ne düşünce ne de onun ifadesi kalmış oldu... (YS)