'Araba Aldım Kadın Oldum' bir yaşam öyküsü aslında. Bianet'te 'Sakat bakış' köşesinin yazarı Nazmiye Güçlü'nün hayatından kesitler sunan bir 'denemeler' kitabı.
Her şeyin herkes tarafından bilinmesinin mümkün olduğu bir çağda hala sakatların yaşadıklarının bilinmemesinin getirdiği şaşkınlığı ve öfkeyi paylaşmayı; Türkiye'de sakat olmanın anlamını değiştirmeyi yeniden 'denemek' için atılmış bir adım.
Değişime açılan yolların başlangıcı tabu olan konuların konuşulabilir kılınması ve sıradanlaştırılmasıysa eğer; Nazmiye Güçlü 'sakatım ve mutluyum' derken sakatlığı konuşulabilir kılmanın yanında bizi, kendimizi içten içe sorguladığımız bir yolculuğa çıkarıyor.
Sakat olmanın, mutlu olmak ile beraber algılanamayacağı dünyamızı sorgulatıp aslında farkında olmadan hayatımızda ayrımcılığa ne kadar alan tanıdığımızı ortaya koyuyor.
Bilmeden yaptıklarımızdan, sorgulamadan bıraktıklarımızdan, bilinçsizce kullandığımız kelimelerden ve sessiz kalarak ortak olduğumuz ayrımcılıktan duyduğumuz utanç ile bırakıyor bizi Nazmiye Güçlü.
Devlet İstatistik Enstitüsü ve Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı' nın '2002 Özürlüler Araştırması' sonuçlarına göre; Türkiye'de nüfusun yüzde 12.28ini sakatlar oluşturuyor yani toplam 8 milyon 431 bin 937 sakat var.
Türkiye'de sakatlık; sakat bireyler ve yakınları ile beraber 25 milyona yakın kişiyi ilgilendiren bir görünmez şiddet ve ayrımcılık alanı. Sayıların büyüklüğüyle orantısız olarak da tabu olmayı sürdüren, insan hakları çerçevesinde tartışılmaya başlanamamış ve hakkında fazla çalışma yapılmamış bir alan.
Nazmiye Güçlü'nün kitabı ile yaptığı da; sakatlığın tabu olmaktan çıkarılması, sorgulanması ve insan hakları çerçevesinde tekrar şekillendirilmesi için bu alanı farklı bir yere taşımak.
Bu amaca ulaşabilmek için Nazmiye Güçlü kitabında; dilin kullanımını, görünmez şiddetin günlük hayatta yaşanmasını, ayrımcılığı, sakatlara karşı bakış açısını, ve bu bakış açısının getirdikleriyle sakatlığın nasıl bütün sorunlarıyla beraber, insan hakları bağlamından uzak tekrar tekrar şekillendiğini tartışıyor.
Siz de sakatfobik misiniz?
Sakatlıkla ilgili çalışmalarda sakatlığı tanımlama son yirmi yılda, tıbbi modelden sosyal modele doğru kaymıştır. Tıbbi tanımlama modeli sakatlığı; fiziksel, tedavi edilmesi gereken bir anormallik olarak ele alır dolayısıyla sakatlık ve beraberinde getirdiği zorlukları bireysel olarak algılar.
Sosyal tanımlama modeli ise toplumsal alanın bireye getirdiği zorluklar üzerinden sakatlığı anlamaya çalışır.
Sosyal algılama modeline göre sakatlık sadece sakat bireyin kendisine verdiği anlam ve sakatlığından kaynaklanan fiziksel zorluk alanı değil; sosyal olarak, bireyin toplum ve çevre ile ilişkisi sonucunda ortaya çıkan bir zorluk alanıdır.
Nazmiye Güçlü'nün yaptığı tartışma tam da sakatlık alanına bu açıdan bakabilmemiz için bize kapıları aralıyor. Yazar sakatlığının sosyal olarak oluşturulmuş kısmını; Mualla (felçli sağ bacağı) kaynaklı değil, duyarsızlık ve düşüncesizlik kaynaklı sınırlandırmaları tartışarak anlatıyor.
Çevrenin mimarisinin uygunsuzluğunu, asansörlerin eksikliğini, yokuşların eğim yanlışlarını kendisinin önündeki fiziksel engeller olarak tanımlarken; çok daha acıtıcı sosyal engellerden bahsediyor.
Sakatlara karşı olan bakış açısının, korku ile düşmanlığın arasındaki belirsiz çizgiden kaynaklanan ayrımcılığın ve görünmez dışlanmanın altını çiziyor.
"Bir insanı etnik kökeninden dolayı aşağılayanlara ırkçı, kadın olduğu için işe almayana cinsiyetçi ya da kadın düşmanı, eşcinsellere ev vermeyene homofobik diyoruz. Peki iş ararken bana 'sakat mühendis istemiyoruz' diyen fabrika müdürüne, Çağrı'ya kör olduğu için evini vermeyen ev sahibine, oğlunun çarparak ölümüne sebep olduğu insan için 'o zaten özürlüydü' diyen bakana neden bir şey diyemiyoruz?" diye soruyor Nazmiye Güçlü ve dilimize bu ayrımcılığını tanımlayacak yeni bir kelime kazandırıyor: sakatfobik.
Sakatlara yönelik ayrımcılığın farkında olanlar, bu konuda kendini sorgulayanlar, sakat olanlar, sakatlık alanında çalışma yapanlar ya da benim gibi yapmaya hazırlananlar için kuşkusuz çok değerli ama ortaya çıkış nedenleri itibarıyla varlığından bile rahatsızlık duymamız gereken bir kelime sakatfobik.
Kendi başına 25 milyon insanın yaşam öykülerinde yer alan sosyal sakatlık kaynaklı, rahatlıkla ortadan kaldırılabilir ve hiç var olmaması gereken zorlukları görünür kılıyor; aynı zamanda da görünmez ayrımcılığı anlamak ve anlatmak için görmediklerimiz ile gösteremediklerimizin vücut bulmasına yardımcı oluyor, yazındaki çok büyük bir boşluğu dolduruyor.
Kitabın bu güçlü katkısının yanında bizi kendimizi sorgulamaya iten çok güçlü bir vurgusu ve eleştirisi daha var: sakatlara karşı yapılan ayrımcılığın, ayrımcılığa karşı olanlar tarafından bile fark edilmemesi ve aksine yapılması.
Nazmiye Güçlü çok çarpıcı ve hayati bir alandan seçiyor sorusunu:
"lokanta, sinema, tiyatro, vergi dairesi veya herhangi bir binaya 'sakatlar giremez!' yazısı asılsa... Gazetelere verilen konser, sinema, panel gibi etkinlik ilanlarının altına 'sakatlar gelemez' ibaresi konsa eminim pek çok örgüt, kurum, kuruluş kıyameti koparır. Peki böyle bir yazı yazmasa da sakatlar gidebiliyor mu yukarıda saydığım yerlere?".
Aşık olduğu insan tarafından sakat olduğu için reddedilmesini, tanıştığı insanların 'sen sakata benzemiyorsun' ya da 'ben sakatları sevmem, sen farklısın' yorumlarını, sakatlığını çocuklarına yaptığı yaramazlıklar sonucunda aldığı 'ceza' olarak açıklayan anneleri, eşcinsel hakları ile ilgili bir tartışma panelinde 'güzel olduğun için sakata benzetmiyorlardır seni' diyen arkadaşını, eğitim hakkı elinden alınmış çocukları ve insanların her seferinde hayatlarında 'ilk kez sakat görmüş gibi' bakışlarını anlatıyor.
Ve bütün bunların ayrımcılığa karşı olan, insan haklarını savunan insanlar tarafından yapıldığını özellikle vurguluyor. Bu noktada da Nazmiye Güçlü, okuyucusunu kendini sorgulamaya ve itiraflara götüren çarpıcı ve acıtıcı bir noktada bırakıyor.
Kısır döngüsü: Sakat ama.....!
Nazmiye Güçlü'nün okuyucu bıraktığı noktadan yola çıkarak kitabın sosyal sınırlandırmalar tartışmasına ek olarak, sakat bireyin nasıl algılandığı ve sakat bireyin kendisini nasıl algıladığı konusuna yaptığı önemli katkıyı anlamamız gerektiğini düşünüyorum.
Nazmiye Güçlü sakatlığının sadece bir karakteristiği olduğunu, kendisini tanımlayan şeylerden sadece biri olduğunu özellikle vurguluyor.
Kenneth Jernigan'ın 'Ne eksik ne de fazla, körlük yalnızca bir karakteristiktir. Bundan daha özel daha tuhaf ya da daha kötü bir durum değildir.' sözlerinden yola çıkarak insanların sahip oldukları karakteristiklerin onlara getirdiği sınırlılıkları tartışıyor ve bizi çok önemli bir noktaya taşıyor: vücudun sakat olan parçasının vücudun bütünü olması ve sakat bireyi tanımlayan tek karakteristik haline dönüşmesi.
Kendisinin kadın olması, anne olması, feminist olması, insan hakları savunucusu olması... vs gibi birçok karakteristiğinin yanında sakat olmasının da bir karakteristik olarak algılanması gerektiğini ama bacağının onun bütün tanımlamalarının önünde ve tek olarak algılanmasını eleştiriyor.
Kendisinin gülmesine çok şaşıran bir çocuğun annesine 'anne bak sakat gülüyor!' demesini anlatıyor ve 'bana bakan bazı insanlar sadece Mualla'yı görüyor ben Mualla'dan ibaretmişim gibi.'diye ekliyor.
'Araba Aldım Kadın Oldum' başlığının anlamı ve kritik önemi de bu kimlik-karakteristik tartışmasından çıkmaktadır. Baskın olarak sakat olması üzerinden şekillenmek zorunda kalan sosyal ilişkilerinin ve kendisiyle ilgili algılamaların değişimini, araba aldığı gün ön plana çıkan kadın kimliğiyle anlatıyor Güçlü:
"Kırmızı ışıkta durdum. Yanımdaki arabanın şoförü bir şey söylüyor gibi geldi. Camı tamamen açıp dikkatli bir şekilde baktım, ne söylediğini anlamak için. 'Çok güzelsin yavrum!'dedi. O güne kadar sadece sakattım, araba alınca birden kadın olmuştum. Güldüm, teşekkür ettim. Yıllardır sokakta yürürken sadece alay etmek amacıyla laf atmıştı bana erkekler oysa şimdi kadın olduğum için laf atıyorlardı."
Bu bakış açısının alternatifinin ne olması gerektiğini de, İzmir'de yapılan 1. Uluslararası Engelliler Sanat Festivali'nde bir Amerikalı yöneticiyle yaptığı konuşmasında buluyor:
"Yurtdışından gelen sanatçılarla aramızdaki farkı anlamaya çalışıyordum. Sakatlıklarımızı farklı yaşıyorduk onlarla. Aramızda belirgin bir fark vardı. Bu farkı merkezi Amerika'da olan 'Very Special Arts'ın yöneticilerinden Stephanie ile konuşurken anladım. Stephanie kendilerini izleyenlerin 'Mükemmel sanat yapıyor ve bunu yapan bir sakat!' demelerini istediklerini söylüyordu. Fark buradaydı işte; çünkü festivale katılan bakan, vali, festival komitesi yetkililerinin söylediği, 'özürlü olmak sanat yapmaya engel değil' den farklı bir şeydi söylediği. Onlar sanatçıydılar ve sakattılar. Bizimkiler sakattı ama sanat da yapabiliyordu."
Kapitalizmin talep ettiği üretken ve işe yarayan birey miti direk olarak 'engelsiz', sakat olmayan bireyleri 'normal' kabul eder. Bununla beraber baskın olan 'güzellik' tanımlamalarının çizdiği ideal vücut sakat bedeni çok daha sorunlu bir alana taşır.
Kusursuz vücudun her türlü görsel medya aracığıyla şekillendirildiği ve her bireyin kusursuz vücut için çabaladığı bir çağ; sakat bedenin anlamlandırma şeklini hem sakat birey hem de diğer insanlar açısından uçuruma sürükler. Güçlü bu noktada gizli ayrımcılığı vurgulayan çok isabetli iki soruyu gündeme getiriyor: "Bacakları selülitli diye bikini giyemeyen bir kadın bacakları olmayan bir kadına nasıl bakar acaba plajda?
Göbeği var diye mutsuz olan bir erkek kambur biriyle aynı denize girebilir mi?" Sakatlık bütün diğer karakteristiklikler gibi bir farklılık alanı tanımlar ve her farklılık alanı gibi özellikle 19. yy.dan sonra her çağda geçerliliğini koruyan 'homojenlik' kurgusuna zarar verir. Bir farklılık alanı olan sakatlık ta bu çerçeveden bakıldığında anayasal haklar çerçevesinde tartışılan değil aksine görmezden gelinen bir ayrımcılık alanıdır.
Türkiye'de sakatlığın bireyin diğer karakteristiklerinin önünde tek kimlikmiş gibi anlamlandırılması beraberinde sakatlığa bakış açısını da sorunlu bir içeriğe taşıyor.
Sakatlığa bakış açısının ve sakatlara karşı olan tutumun, sakatlığı anlamlandırmayla doğrudan ilişkili olduğunun bir kere daha altını çizmemiz lazım. Sakatlığı anlamlandırma derken hem sakatın kendisini algılamasını hem de başkalarının onu algılamasını kastediyorum.
Sakatlığa bakış açısıyla, sakatlığı anlamlandırma sürekli ve karşılıklı olarak birbirini oluşturan iki alandır. Sakatlığı anlamlandırma sorunlu olduğu sürece sakatlığa bakış açısı da kendi içinde bir çıkmaza girecektir ve bu ilişkinin tam tersi de doğrudur.
Sakatlığı anlamlandırmadaki korkuyu besleyerek ayrımcılığın ortaya çıkmasına neden olan alanlardan birisi olarak da Güçlü ısrarla Türk filmlerini gösteriyor.
Görsel iletişim araçlarının kimliklerin oluşturulmasında ve algılanmasında hayati öneme sahip olduğu günümüzde bu araçların sakatlığı, hem sakat bireyin kendi hem de başkaları tarafından anlamlandırılmasında sahip olduğu büyük etki görmezden gelinemez.
Nazmiye Güçlü, "her insan film izlerken kendini oradaki karakterlerden biriyle özdeşleştirir. Sakatların kendilerini özdeşleştirebilecekleri olumlu tiplemeler olmuyor filmlerde. Sağcı, solcu tüm yönetmenlerin çektiği filmlerde sakatlar hep acınacak, zavallı yaratıklardı. Öyle zavallıydılar ki yaşamalarına bile gerek olmadığından ölümü tek kurtuluş olarak görüp mutlaka ölmeyi denerlerdi." diyor.
Sakatlığın görsel iletişim araçlarında bu şekilde sunulması, sakat bireyin kendisini nasıl algılandığı noktasını önemli bir çıkmaza götürüyor. Güçsüz olanın kendisini güçlü olanın bakış açısıyla değerlendirmesi ve bir süre sonra istenen cevapları ve tepkileri sunması Şarkiyatçılık tartışmasının temellerinden birini oluşturur.
Nazmiye Güçlü, sakatların kendilerine verdikleri anlamda da benzer bir sorun olduğunu vurguluyor ve diyor ki; 'sakatların çoğu kendilerini sakat olmayanların yaklaşımıyla değerlendiriyor.' Sakat bireye yaklaşımın 'zavallı ve ölmesi daha iyi olan' olarak şekillendiği göz önünde bulundurulursa bu durum; sakat bireyin sakatlık durumunu kabullenmesini ve konuşulur kılmasını engellerken; bir yandan da diğer insanların ona karşı olan bakış açılarına inanılmaz bir önyargı ve korkuyu yerleştirir. Sakatlara karşı ayrımcılığın temelini de işte bu önyargı ve korkuda aramak gerekir.
Ayrımcılık ve Dil: Sakat, Özürlü ve Engelli
Nazmiye Güçlü'nün son derece akıcı olan kitabının en ön plana çıkan argümanı sakatlara karşı yapılan ayrımcılık aslında. Ayrımcılık temelde iktidarı elinde tutanın ve güçlü olanın, farklı ve sessiz olana karşı uyguladığı şiddetle şekillenir.
Bu şiddetin kendini en belirgin gösterdiği alan da kuşkusuz dildir. Dilin kullanılış şekli, bir bakış açısının kelimeler yoluyla iletişime sokulmasıdır. Sakatlık alanıyla ilgili çalışmaların en temel tartışma alanlarından biri olan sakat, özürlü ve engelli kelimelerinin kullanımı da bu açıdan bakıldığında ayrımcılık tartışmasının başlangıç noktasını oluşturuyor.
Sakat, özürlü ve engelli kelimelerinin kullanımı konusundaki tartışma aslında hem dünyada hem de Türkiye'de sakatlara yaklaşımı yansıttığı için çok önemli bir tartışmadır.
Kendisi için karakteristik tanımlayıcı kelimeyi ararken diyor ki Güçlü; "İnsanların seçtiği kelime, onların düşüncelerinin dışa vurumu değil midir? Mağazalarda özürlü ürünler rafları olması, sözlüklerde özürlünün karşısında defolu yazması asla o kelimeyi kullanmamam için yeterli. Neden benim bir bacağım sizden kısa diye daha az değerli olayım. Biliyorsunuz özürlü ürünler daha ucuzdur, yani daha az değerlidir. Engelli de tanımlamıyor, çünkü kalp hastası olan biri engellidir aslında, koşamaz mesela ama sokakta kimse onunla alay etmez. Kambur biri ise engelli değildir, her şeyi yapabilir ama alay edilir sakat diye, işe alınmaz."
Sakat kelimesinin kendisini tanımlamada seçtiği kelime olduğunu söylüyor ve bunun sadece bir durumu tanımlama kelimesi olduğunun da altını çiziyor. Dil tartışmasının bir başka ayağını da tam da bu durum tanımlayan kelimeler oluşturuyor.
Sağır, kör, geri zekalı gibi kelimeler aslında belirli bir sakatlık durumunu tanımlayan kelimelerdir; onlar birer tanım kelimesidir ama dilimizde kullanılış şekline baktığımızda bu kelimelere yüklenilen anlamların olumsuz çağrışımları olduğu göze çarpar.
Nazmiye Güçlü bu kelimeleri 'ne olumlu ne de olumsuz' çağrışım yapması gerektiğini vurguluyor ve 'bu kelimelerin herhangi bir kelime gibi olmasını, sıradanlaşmasını' istiyor.
Son Söz...
'Araba Aldım Kadın Oldum' çok güçlü bir yaşam öyküsü aslında. Türkiye'de sakatlığı ayrımcılık ve haklar çerçevesinde yeniden okumamızı sağlayan; Türkiye'de sakatlığın anlamlandırılması ve sakatlığa bakış açısı ilişkisindeki sorunsalları yeni açılımlarla tartışan bir 'denemeler' kitabı.
En büyük denemesi de değişime dair. "Dünyayı değiştirmek isteyenlerin, kendilerini de değiştirmelerinin ertelenemeyecek bir şey olduğunu ve ezberlerimizi bozmadan hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimizi öğrendim hayatta." diyor Nazmiye Güçlü. Ezberlerimizi bozmak için aralanan kapıda; bilmeden yaptıklarımızdan, sorgulamadan bıraktıklarımızdan, bilinçsizce kullandığımız kelimelerden ve sessiz kalarak ortak olduğumuz ayrımcılıktan duyduğumuz utanç ve yeni açılımların getirdiği yeni düşünceler ile bırakıyor bizi. Ama asıl "düşünmemek, yok saymaktır ve yok saymaktır ayrımcılık olan. Dünyayı utanç kurtaracaktır!".
Nazmiye Güçlü'nün 'Araba Aldım Kadın Oldum' kitabını bu yapıcı utancın bir parçası olmak için en kısa zamanda okumanız dileğiyle ve bilmenin değiştireceği umuduyla... (OK/BA)
* Oya Karasalihoğlu, Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü yüksek lisans öğrencisi
** Güçlü, Nazmiye. Araba Aldım Kadın Oldum. Nokta Kitap-Denemeler Dizisi, İstanbul, Kasım 2004, 245 sf.