Gerçekten de, ressamın paletine, müzisyenin notalarına, bir filmin karesine, tiyatro oyununa, şiire, romana, destana ve öyküye değin gördüklerimiz, duyduklarımız ve okuduklarımız hep mutsuz aşk öyküleridir. Nasıl mutluluğun resmi yapılamazsa, aşktaki mutluluk üzerine de dizeler, notalar konuşturulamaz.
Romeo'nun Juliet'ine, Aslı'nın Kerem'ine, Leyla'nın Mecnun'una, Tahir'in Zühre'sine kavuşamamasının öyküleri mutsuzluklar üzerine kurulu değil midir? Onları destansı kılan da "aşk" diye yola düşen aşıkların kavuşamama öyküleridir.
"Aşk" bir mutsuzluk manzumesiyse, mutsuzluğun öyküsü hep aynıdır: Kavuşamama. Dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın aşk, Aragon'un dizelerindeki gibi seslenir aşığa:
"Acılara batmamış bir aşk söyle bana,
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış".
Ve Aragon "Bir aşk yok ki paydos demiş göz yaşlarına" derken şiirinde, Aşıkların kaderciliğine, mutsuzlukta bile umut arayışına "Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa" dizeleriyle yanıt verir.
Mem ile Zin de mutsuz
Cizre'de 1450-1451 yıllarında Mem ile Zin arasında yaşanan aşk hikayesi de, Hakkarili Şeyh Ehmedé Xaní tarafından kaleme alınıp, günümüze aktarıldığında "Mem-û Zin"i ölümsüz kılan da işte bu mutsuzluk öyküsü olur. Ölümlerinden 300 yıl kadar sonra bile dilden dile aktarılan bu öyküyü destanlaştıran bir başka özelliğiyse, Kürt edebiyatının en eski yazılı eseri olmasıdır.
Ne Romeo ve Juliet'ten, ne de Leyla ile Mecnun'dan farklı bir öykü olmasına karşın, Mezopotamya kültürünün ayrılmaz bir parçası olan Mem-û Zin ve yazarı Ehmedé Xaní, "Her çağda bir ozan, o devrin düşleri ve tanıklığı için sorumluluk yüklenir. O dünyanın genişleyip, gelişmesini anlatır" diyen Pablo Neruda'yı haklı çıkaran kültürel bir belge niteliğindedir.
Neruda, "Bu ölümsüz aşkın ve kaçınılmaz ölümün işlendiği konunun altında ikinci bir öykü, ikinci bir olay, ikinci bir ana tema daha vardır. İnsanlar arasında barışa davet; o anlamsız nefretin kınanması, savaşın acımasızlığının itham edilmesi ve barışın kutsallaştırılmasıdır bu" derken hiç de haksız sayılmaz.
Bu nedenle, Mem-û Zin'le sembolleştirebileceğimiz "aşk" ve "barış" teması sanat/sanatçı eliyle barışa ne zaman önderlik edecek, göreceğiz.
Üç ayrı "Mem-û Zin"
Mem-û Zin, İlk kez 1991'de Ümit Elçi tarafından sinemaya aktarılmış, uzun süre vizyona girememiş, Ankara ve Diyarbakır'daki kısa gösterimlerinden sonra da vizyondan kalkmıştı. İstanbul'da ise yıllar sonra kısa süreli oynamıştı.
İkinci kez ise Mezopotamya Kültür Merkezi bünyesindeki oyunculardan oluşan 22 kişilik bir ekiple, Apo Kaya'nın yönetmenliğinde dans tiyatrosu olarak sergilenmişti.
Yıllar yılı "dokunulması yasak"lı sayılan "Mem-û Zin"in izleyiciyle üçüncü kez buluşması, İstanbul'da, tam da Leyla Zana ve arkadaşlarının salıverildiği gün Rumelihisar'ında olur. Bülent Emin Yarar ve Işıl Kasapoğlu yönetiminde, Cuma Boynukara'nın yazdığı, Yavuz Pekman ve Günay Ertekin'in dramaturjisini yaptığı, Sibel Altan, Sarp Aydınoğlu, Asil Büyüközçelik, Aylin Çalap, Banu Çiçek, Bülent Çolak, Emel Çölgeçen, Fatih Dönmez, Özlem Durmaz, Ümit İlban, Serkan Keskin, Sezai Paracıkoğlu, Yavuz Pekman, Ali Savaşçı, Mine Tugay rol aldığı, "Mem-û Zin"in acı dolu aşk öyküsü, Semaver Kumpanya tarafından oynanır. Hem de oldukça önemli bir günde.
Semaver Kumpanya'nın "Mem-û Zin"i
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Tiyatro Festivali'nde ilk olarak sergilenen "Mem-û Zin"de Ehmedé Xaní'nin, aşk öyküsü etrafında anlattığı dönemin olaylarının, çağına ışık tuttuğu kuşkusuz. Ancak, Semaver Kumpanya'nın "Mem-û Zin"inde aşk gölgede kalırken, Botan beyi Zeyniddin ile veziri Beko arasındaki diyaloglarla, "bey"lik sistemi ve bu sistem içindeki "güç" mücadelesi ön plana çıkarılıyor.
Neruda'nın işaret ettiği üzere her aşk da, ikinci bir öykü, ikinci bir olay, ikinci bir tema vardır ve "aşk"ın umutsuz yolculuğu bu olaylar örgüsünde "son"a varır. Yoksa ne Havva ile Adem'in cennetten kovulması bir tek "elma"ya bağlanabilir, ne de Juliet'in Romeo'suna kavuşmak için içtiği "zehir"e. Ancak doğu ile batı arasındaki "aşk" anlayışının irdelenmesi başka bir yazı konusu.
Ardıl konuların "aşk"ı önemsiz kılamayacağını "Mem-û Zin" için söylemek gerekir ki, izlediğimiz oyun bu izlenimi veriyor. Düşündürten o ki, yazarı ve dramaturgları, güncel politik söyleminin etkisiyle "aşk"a haksızlık ediyorlar.
Dönemi ve coğrafyası gereği folklorik motiflerin kullanım biçiminde sadelik ve özgünlük göze çarparken, tiyatro dili açısından dans ve gölge oyunu kullanılarak, destanın şiirselliği görselliğe taşınmak isteniyor. Özellikle Tajdin ile Siti'nin vuslat gecesiyle, av sahnesindeki dans ve gölge oyunu buna örnek gösterilebilir.
Semaver Kumpanya'nın "Mem-û Zin"i, Şamanizmden beslenen Alevi kültürünün ritüelleriyle sentezlenen Mazlum Çimen'in müzikleri eşlinde izleniyor. Bu üçüncü (Diyarbakır'da sergilenen hariç) Mem-û Zin uyarlaması, bizzat destanın söylemi nedeniyle bazı handikaplar içerse, "aşk" fon kalsa da, başarılı oyunculuğuyla dikkat çekiyor.
Sinemada "Mem-û Zin"
Kürt destanı "Mem-û Zin"in sinemaya aktarılması oldukça sancılı olur. Daha çekimleri başlamadan yönetmeni Elçi, sinema dili ötesinde eleştirilere uğrar. Filmin senaristi Hamza Özbal, senaryosunun değiştirildiğini, "Newroz"un bahar bayramı, "Mem"in memo, "Zeyn"inse Zeyno'laştırıldığını iddiasında bulunur. Bazı çevreler de Ümit Elçi'yi popülistlikle suçlayınca tüm dikkatler çekimlerin sürdüğü Mardin / Midyat'a yönelir.
Musa Anter'in anlatıcı rolünü üstlendiği filmde Meltem Doğanay, Halil Ergün, Füsun Demirel rol alır. Müzikleri Mazlum Çimen tarafından yapılan "Mem-u Zin"in setini işte bu eleştiri yağmurunda ziyaret ettiğimde, setteki huzursuzluğu hissetmemek olanaksızdır.
Oldukça hassas bir eseri, hassas bir dönemde sinemalaştırmaya kalkan Ümit Elçi'yle, çekim aralarında görüştüğümde, "Eleştiriler haksız. Çekim senaryomda bir değişiklik yok. Ben sinema yapıyorum ve bir aşk öyküsü anlatıyorum. Bu film dünyanın her yerinde çekilebilir" diyordu. Senaryodaki isim değişikliklerinin "sansür" nedeniyle yapıldığına işaret eden Ümit Elçi, çekim senaryosuyla sansüre verilen senaryo ayrımına da dikkat çekiyordu.
"Mem-û Zin"de anlatıcı rolünü üstlenen Kürt yazar Musa Anter'le iddialar üzerine Mardin/Karasu'daki evini arayarak, bir telefon görüşmesi yapmış, değişikliklerden haberi olmadığını, yönetmenle görüşüp kararını vereceğini söylemişti. Anter ayrıca, bu tür iddiaların kimseye yarar sağlamayacağını belirterek, gerginlik yaratılmamasını istemişti.
Eleştiriler "senaryo"yla sınırlı kalmaz ve gösterime girdiğinde, politik bir söyleme, propaganda aracına dönüşmesi beklenen "Mem-û Zin", ajitasyona kapalı olunca, ne sinema dili, ne yönetmenlik ne de oyunculuklarıyla sinemasal değerini bulamaz.
Sonuçta, bulanık suda balık avlamak isteyenler, rahmetli Anter'in filmde rol almasıyla seslerini keserler.
Ümit Elçi'ye aklamak değil, bir gerçeğin altını çizmek gerekirse, yıllardır sinema da iki ayrı senaryoyla yola çıkıldığı bilinmektedir. Sansürün baskısı altında bunalan sinemacıların yıllardır başvurduğu bir hile olan "sansür senaryosu", oldukça hassas bir dönemde çekilen "Mem-û Zin"in de olmazsa olmazlarındandır.
Son
Kürt ve Türk halkları arasında yıllardır süregelen, devlet odaklı ayrımcılık, yerini Avrupa Birliği (AB) odaklı zoraki barış rüzgarlarına bıraktı. Güneş istediği kadar doğudan doğsun, halklar arasındaki barış, AB kriterleri doğrultusunda batıdan ışıyacağa benzer. (AD/BB)