Gıda mühendisi, bilim insanı Bülent Şık’ın ikinci kitabı “Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikâyeler” Doğan Kitap’tan çıktı.
İlk kitabı “Mutfaktaki Kimyacı”’da gıda güvenliğine dikkat çeken Şık, yeni kitabında okuru, ormanların içinden geçiriyor, su birikintilerinin kenarından yürütüyor. Arıların, karıncaların dünyasında kocaman bir evrenin içinde bir arada yaşadığımızı hatırlatıyor. Okurun aklına “Yeryüzünü tüm canlılar için hayata elverişli kılabilir miyiz? Bir arada yaşamamız mümkün mü? Bir umut var mı?” sorularını takıyor.
Öyle ki kitabın kapağını kapadığınızda, “yok oluşa” karşı “umut” yeniden var oluyor tıpkı üzeri betonla kaplanan derelerin, denizlerin yeniden ve yeniden kendi habitatına dönmesi gibi.
Kitabı sadece yazınsal bir metin olarak nitelemek, biraz eksik kalabilir. Çünkü kitap, şarkılar, filmlerle desteklenirken okura mücadele inancı ve doğanın, var oluşun mucizelerini de gösteriyor.
TIKLAYIN - Bülent Şık'ın bianet yazıları
İktidar ve sermaye sahiplerinin ortaklığında yok olan kurdun, kuşun, ağacın sesini duyan, duyuran Şık’la kitabı üzerine söyleştik.
Kitabınızın ismiyle başlayalım… “Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikâyeler” ismi nasıl oluştu?
Kitaptaki yazılarda insanın yeryüzündeki hayatının, yani biyolojik bir canlı türü olarak insanın hayatının diğer canlıların hayatına nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduğunu anlatmaya çalıştım. Ama bunu anlatırken genelde pek dikkate almadığımız bir meseleye, yeryüzündeki hayatı ortaya çıkaran fiziksel koşullara olan bağlılığımız meselesine de dikkat çekmek istedim.
Dünyadaki hayatın benzersizliğini, biricikliğini ve olağanüstü karmaşıklığını hissettirmeye; yaşadığımız gezegeni terk edebilmemizin, başka bir gezegende koloni kurabilmemizin ne kadar zor –imkânsız demeyeyim hadi- bir şey olduğunu anlatmaya çalıştım. Çünkü yeryüzünde kalabilmek, varlığını devam ettirebilmek kıymetlidir ve kafamdaki ana soru da buydu: Ben bu kıymetli olma halini nasıl anlatabilirim. Kitaptaki ilk birkaç yazı su üzerine.
Evrenin oluşum anından günümüze uzanan süreci su üzerinden anlatmaya çalıştığım bir kısa astrofizik anlatısı gibi oldu, sonra yeryüzünün oluşumu ve yeryüzündeki hayatı var eden koşullar, canlı türleri, insanlar… ve sonra en sonunda da kendi kişisel hatıratım… Evrenin doğum anını niteleyen Büyük Patlama ile başlayan kitap çerçevesi darala darala, galaksiler, güneş sistemi, yeryüzü, yeryüzündeki canlı türleri, insanlar, olaylar diye giderek en nihayetinde annemin mutfağında, onun masasında bitti…
Ne kadar zaman çalıştınız?
Son iki yıldır böyle bir kitap yazmayı düşünüyordum. Geçen yılsonu başladım çalışmaya ve kitap çıkmadan önceki 6-7 ay epeyce yoğun çalıştığımı söyleyebilirim.
Okurken çok fazla kaynaktan esinlendiğinizi fark ettim.. Sanki sadece bir kitap okumuyorsunuz birden çok film ve kitap okuyor gibi hissediyorsunuz.. Bu yazı dilini özellikle mi tercih ettiniz?
Yeryüzündeki hayatın karmaşıklığı, canlı türlerinin birbirine olan bağlılığı ile farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde yaşayan insanların birbirine olan bağlılığını öyle anlatmak istedim.
Kaz dağlarındaki su varlıklarını kirletecek maden şirketlerine karşı verilen mücadeleler ile Kanada’da Nova Scotia eyaletinde suları kirleten şirketlere karşı verilen mücadele aynı. Ülke farklı, kültür farklı ama mücadeleyi veren insanların hissiyatları aynı.
Ülkemizde yaşanan sorunlara, işte suların kirletilmesi, doğal yaşam alanlarının tahribi, ormansızlaştırma gibi sorunlara başka ülkelerde verilen mücadeleler üzerinden bakalım istedim. Aslında kitapta adı geçen ülkelere gitmek ve o mücadeleleri yerinde görmek isterdim ama bu benim için olanaksız olduğu için o mücadeleleri anlatmaya elverişli filmler bulmaya ve o filmlerde geçen diyalogları kitaba aktarmaya, o bölgelerde yaşayan insanların filmlerde aktardıkları bilgileri kitaba koymaya karar verdim.
Yazılarda yer alan kitaplar ve o kitaplardan yapılan alıntılar da tesadüf değil. Yeryüzündeki yıkımın bir geçmişi olduğunu ve o yıkıma yol açan şiddetin başka görünümleri olduğunu ve bir geçmişi olduğunu da hissettirmek istedim. İnsanın insana yaptığı şiddete değinmeden, o şiddetin iktidar eliyle nasıl da mümkün ve görünmez kılındığını ele almadan yaşadığımız sorunlara değinmek benim için olanaksızdı.
Kitabın bir çok noktasında şu gerçeklikle karşılaşıyorsunuz: “Dünya yok oluyor..” Ama sonrasında da bir “umut”, “kuruluş” durumu geliyor. Siz kitabı yok oluş ve umut üzerine mi kurgulamak istediniz?
Yeryüzündeki hayatın bir yıkıma, çöküşe doğru gittiğini söyleyebiliriz. İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı, yaygın kimyasal kirlilik başta olmak üzere karşı karşıya olduğumuz büyük sorunların işaret ettiği durum da bu. Kitapta o çöküş sürecinin ya da büyük krizin içinde olduğumuzu söylemek istedim. Çöküş ya da yıkım dediğimizde anlık bir olay aklımıza geliyor doğal olarak, işte bir binanın bir anda çökmesi gibi bir şey. Ama insan uygarlığının çökmesi, yeryüzündeki hayatın yıkıma uğraması dediğimizde anlık bir olaya değil de uzun zamana yayılacak bir olaya işaret ediyoruz.
Yani basitçe söylemek gerekirse uygarlığın çöküşü dediğimiz şey yüzyıllar ve belki de daha uzun sürebilir. Dahası o çöküş sürecinin de içindeyiz zaten. İklim krizi ileride, belirsiz bir gelecekte karşımıza çıkacak ve bir anda gerçekleşecek bir olay değil.
Bu krizin görünümlerini Brezilya’da kölelik koşullarında madenlerde çalışan kadınların hayatında, Endonezya’da palm ormanlarında karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan çocukların hayatında, göçmen ve mültecilerin hayatında, hızla kaybedilen biyoçeşitlilikte, yeryüzünün çeşitli coğrafi bölgelerini yaşanmaz hale getiren kimyasal kirletme de bulabilmek mümkün. Elbette bu sorunlara yol açan fail kim sorusunu sormayı da ihmal etmeden…
Dolayısıyla bir kriz halinin, epeyce uzun sürecek bir kriz halinin içindeyiz ve bu durumda karşı karşıya olduğumuz sorunları çözmek için yaptığımız her şey, verdiğimiz mücadeleler, bir şeyleri koruma-onarma-yaşatma çabalarımız umudun ta kendisi. Bir şeyler yapmak için umuda ihtiyacımızın olmadığı, bizzat yaptığımız şeylerin umudun kendisi olduğu, umudu doğurduğu zamanlar var. Öyle zamanların içindeyiz.
“İyimser bir kitap yazdığımı düşünüyorum”
Kitap boyunca, su sorunu, Amazonlar, arılar, kuşlar, kimyasal maddeler üzerinden yok oluşu anlatıyorsunuz aslında.. Bu başlıkları neye göre seçtiniz?
Özel bir nedeni yok. Akademik olarak ilgilendiğim konulardı. Suların kirletilmesi, su varlıklarına şirketlerce el konulması dünya genelinde yaygın bir sorun ve pek çok meseleyi birbirine bağlayarak anlatmak için de elverişli. Bakış açımızı insan dışındaki diğer canlılara çevirmek ise nasıl da büyüleyici bir hayatın içinde yaşadığımızı daha iyi sezdirir diye düşündüm. Ama yok oluştan değil de yeryüzündeki hayatı kıymetli kılan bağlardan, örüntülerden söz etmeye çalıştım daha çok.
‘Yok oluşu anlatmaktan kaçındım’
Kitabın ikinci bölümü yeryüzünün dışına çıkmayı, yani bir astronot olmayı ele alıyor ve yapmaya çalıştığım şey böyle bir deneyimin neye benzediğini anlatabilmekti. Bunu yaparak sürekli yüceltilen “gitmek”, ”yolda olmak” temasının tam karşısına “kalmanın”, “yerleşebilmenin”, “yeryüzünü evimiz kılabilmenin” kıymetini koymak istedim.
Kitapta yer alan kekik, karınca ve korubeni kelebeğinin birbiri ile içiçe geçmiş hikayesi; atlar, pilobolu mantarları ve çimenin hikayesi ya da uzayda marul yetiştirmenin mümkün olup olmadığı vb. hikayeler üzerinden yeryüzüne daha bir kıymetle bakabilir miyiz bunu mesele yaptım. İyimser bir kitap yazdığımı düşünüyorum. İçinde olduğumuz kötü halleri betimleyen ama alttan alta da umudumuzu, iyimserliğimizi korumamızı sağlamaya çalıştım. Ne kadar yapabildim bunu bilemiyorum elbette ama yok oluşu anlatmaktan kaçındığımı söyleyebilirim.
Dünya’nın büyüklüğü ile kıyaslandığında yeryüzündeki su miktarının büyüklüğü ne kadardır?
Bir benzetme ile ancak bir yanıt verebilirim bu soruya. Büyüklükleri kafamızda canlandırabilmek için dünyanın bir basket topu büyüklüğünde olduğunu düşünelim. Tatlı ve tuzlu bütün sular basket topu üzerine konmuş küçük ceviz tanesi büyüklüğünde bir yer tutacak, günlük hayatta kullandığımız, ulaşılabilir durumdaki su miktarı ise sadece küçük bir tuz tanesi kadar yer kaplayacaktır. Dünya genelinde tarımda, endüstride, temizlik ve hijyen sağlamada kullandığımız ve bunun yanı sıra içtiğimiz, yemek yaptığımız, yıkandığımız bütün su işte bu tuz tanesi kadar yer tutar.
“İnsan insanın kurdu mudur bilemiyorum doğrusu, hayatım boyunca bu sözü boşa çıkaran çok sayıda iyi insanla karşılaştığım da oldu…” Bu insanları anlatmak ister misiniz?
En başta babam var. Hiçbir zaman iyimserlik duygusunu yitirmemiş bir insandı. Sonra lisede kimya öğretmenim olan Ruhi Mülayim hocam var. Ruhi hocam yetmişli yılların devrimci mücadelesinden gelen bir insandı; çok ağır şeyler yaşamış olmasına rağmen ne insanlara olan inancını yitirdi ve ne de toplumsal mücadeleden geri durdu. Kitapta yazdıkları yazılara atıf yaparak andığım, bazıları Barış Akademisyeni olan arkadaşlarım var. Hepimizin hayatında vardır öyle insanlar eminim. Ben tanıdığım bazılarına kitapta yer vermeye çalıştım.
“İktidar ve sermayenin hayatı var eden saldırıları şiddetlendi”
“Bundan sonra bu suyu size parayla satacağım, arkamda devlet var!” Akdeniz’de, Karadeniz’de Türkiye’nin pek çok noktasında benzer cümleleri duyuyoruz. Sermayenin – iktidarla ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? ya da şöyle sorayım: İktidarların sermeye sahipleri ile ilişkisi nelere neden oluyor?
İktidar ile sermaye iç içe geçti artık. Bu her zaman böyleydi de denilebilir ama içinde olduğumuz şartlarda bu iç içeliği gizleme, bir kılıf uydurma halinin bile ortadan kalkmış olması, siyasal iktidarın bir moderatör şirkete dönüşmesi ve bunu gayet doğal bir durummuş gibi gözümüze gözümüze sokması yeni bir şey olarak nitelenebilir sanırım.
İktidarın sermaye ile olan birlikteliği yeni değil ama hayatı var eden, yeryüzündeki hayatın devamlılığı için vazgeçilmez olan her şeye yönelik saldırının yakın geçmişte hiçbir zaman olmadığı ölçüde artış gösterdiği, şiddetlendiği de bir gerçek. Az buçuk da olsa işleyen bir hukuk sisteminin de devlet ve şirketler eliyle tasfiye edildiği, koşar adım yıkıma doğru gittiğimiz bir şiddet hali bu. Anlık olarak gözlenemeyen, olumsuz, yıkıcı etkileri zaman içinde ortaya çıkacak bu şiddet karşısında ne yapacağız? Kritik soru bu artık ve yanıtı benim boyumu aşıyor, kolektif bir düşünme ve eyleme halini çağırıyor.
"Yok oluş tehdidi soyut bir insandan ya da insanlıktan değil şirketlerle iş birliği içinde davranan siyasal iktidarlardan geliyor" önceki soruyla bağlantılı olarak..
Evet tam olarak budur. Mevcut yıkıma biyolojik bir tür olarak insan ya da insanlık yol açmıyor. Hangi yıkım sürecine baksak orada siyasal iktidar ile kol kola girmiş bir şirket beliriyor. Devletin, kamu kurumlarının, siyasal iktidarların yaşanan yıkıma dair sorumluluklarına çok sık vurgu yaptığımızı ama her nedense şirketlere bir fail olarak, yıkımın sorumluları olarak epeyce az dikkat ettiğimizi düşünüyorum. Failleri anmak ve ismiyle anmak önemli kanımca.
“Yasa bile insanın yıkıcı faaliyetlerini sınırlamıyorsa o zaman ne yapacağız?”
”İnsan elinin değmemesi gereken bir yer burası” gibi bir cümle var.. O kadar çok yerde bu cümleyi kurdum ki, Sinop’ta nükleer santralin planlandığı bölgede, Loç Vadisi’nde, Artvin’de Cerattepe’de.. Belki komik gelecek “insanın kıyamadığı yerlere" nasıl bu kötülükleri yapmayı düşünebiliyorlar? Sanki özellikle oraları tercih ediyorlar..
Kitapta da sorduğum ama yanıtını ancak edebiyata sığınarak verebildiğim bir soru bu. İnsan sınırlanması gereken bir canlı belki. Ortada yasa yoksa, sınırlayıcı bir başka toplumsal etken yoksa insanın vicdanına güvenebilir miyiz bilmiyorum. Vicdan içimizde olan değil de dışımızdan gelen bir şey daha çok ve bunu fark edebilmemiz için içimizdeki sese değil dışımızdaki seslere kulak kabartmamız gerekir daha çok. Ama işte siyasal iktidarın, şirketlerin böyle bir vicdana sahip olmasını, hassas davranmasını bekleyebilir miyiz? Tabi ki hayır.
Bir önceki sorunuzla da bağlantılı şimdi sorduğunuz bu soru ve o sorunuza verdiğim yanıta bağlı kalarak şunu söyleyebilirim: Yasa bile insanın yıkıcı faaliyetlerini sınırlamıyorsa o zaman ne yapacağız, insan elinin değmemesi gereken bölgeleri nasıl koruyacağız. Bilmiyorum. Bir araya gelerek, elimizden geleni yapacağız koruyabilmek için, yapabileceğimizi yapmak da bir şeydir…
Siz kitabınızda sormuşsunuz ben de size sorayım: Teknoloji her sorunu çözer mi?
Çözemez ve çözemediğini zaman içinde sorunlar derinleştikçe, toplumsal hayatımızı daha derinden etkilemeye başladıkça daha net fark edeceğiz.
“Doğa kimseye ders veremez”
Koronaya dair yaygın görüşlerden biri, pandemiyle doğanın kendisini iyileştirmeye çalışıp insana da doğa talanı gibi konularda bir nevi ders verdiği yönünde.. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Doğa kimseye ders vermez. İnsanın yıkıcı faaliyetlerine, yapıp ettiklerine gücenen, sinirlenen şu insanlara bir ders vereyim de akıllarını başlarına alsınlar diyen bir doğa yok ortada. Yani doğaya bir mağdur ya da insandan intikam alan bir özne olarak bakamayız, yanlıştır böyle bir bakış. İnsan yaptıklarının sonucu ile karşı karşıya daha çok. Yaşanan pandemi bir anda ortaya çıkmadı ki.
Doğal yaşam alanlarının tahribinin salgın hastalıklara yol açacağı çok uzun zamandır dile getirilen bir uyarıydı. Akademik olarak bu uyarıyı dile getiren çok sayıda çalışma var. Bakış açımızı karşı karşıya olduğumuz sorunları birbirine bağlayan ve somut faillere işaret eden bir çerçeve kurarak oluşturmalıyız.
Salgınlara doğal yaşam alanlarının şirketler ve siyasal iktidarlarca talan edilmesinin yol açtığı bir gerçek. Bu iyi bilinmesine rağmen daha geçen hafta onca itiraza, hukuki itiraza rağmen Salda Gölü imara açıldı. Salda gölü ülkemize gelen her on göçmen kuştan altısının konaklama alanı. Salgın hastalıklar göçmen kuşlardan da bulaşabilir.
Öyleyse o konaklama alanını o kuşlara bırakmak, bir korunaklı yaşam alanı olarak muhafaza etmek en doğrusudur. Bunu yapmamak ve sonra bir toplumsal problem ortaya çıktığında, örneğin şimdi yaşadığımız salgın gibi, salgına neden olan gerçek failleri değil de doğayı suçlamak ya da doğanın intikam aldığından söz etmek çok yanlış bir tutumdur. Dahası gerçek faillerin kim olduğunu öğrenmemizi de engeller.
“Çözüm için bir araya gelebilmemiz gerekiyor”
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Farklı bakış açıları ve stratejilere sahip olabiliriz ve bu doğal bir şey ama ülkemiz odağında konuşmam gerekirse çok temel bir çerçeve belirleyerek mevcut yıkıcı, toplumsal hayatı dağıtıcı iktidara karşı bir araya gelebilmeliyiz.
Siyasal iktidar kendisine muhalif olan kesimleri bölücü, ayırıcı ve pasifize edici bir dili ya da stratejiyi büyük bir başarıyla uyguluyor. Bu yıkıcı dile yapıcı, onarıcı ve geniş kesimleri kucaklayan bir dille karşı koyabilmeliyiz. Örneğin, Kürtleri, HDP’yi dışlayarak alternatif-yapıcı bir siyaset inşa edilemez ya da tersine HDP’nin tek başına bir çözüm odağı olabilmesi imkânsız.
Yaşadığımız sorunların çözümü için bir araya gelebilmemiz gerekiyor. Bunu başaramazsak barbarlık ve toplumsal hayatın degradasyonu daha da şiddetlenecek.
Bülent Şık hakkında Gıda Mühendisi. Doktora konusu çevre dostu analiz yöntemleri geliştirilmesi üzerine. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren çeşitli laboratuvarlarda çalıştı. 2009 Yılında öğretim üyesi olarak Akdeniz Üniversitesine geçti. Üniversitede Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi'nin kurulumu ve faaliyete geçmesi çalışmalarını yürüttü. 2010-2015 yılları arasında aynı merkezde Teknik Müdür Yardımcılığı yaptı. Gıdalarda ve sularda katkı maddelerinin ve çeşitli toksik kimyasal maddelerin kalıntılarının belirlenmesi üzerine çalışmalar yaptı. Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümünde öğretim üyeliği yaparken 22 Kasım 2016'da çıkarılan 677 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kamu görevinden çıkarıldı. Türk Toraks Derneği 2019- Çevre ve İklim Sorunları Savunuculuk Ödülü ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) 2019- Nusret Fişek Halk Sağlığı Hizmet Ödülü sahibi. |
(EMK)