Yazar Murathan Mungan, Anadolu’da 16 kentte geçen kadın öykülerinden oluşan "Kadından Kentler" kitabının tanıtımı için cumartesi (12 Nisan) İzmir’deydi. 16 kenti dolaşarak okurlarıyla buluşmayı amaçlayan Yazar Mungan, uzun yolculuğuna da, Kadından Kentler'in ilk öyküsünün geçtiği İzmir’den başladı. Etkinlik yolculuğu, kitaptaki gibi 16. kent olan İstanbul’da Esenler otogarında sona erecek.
Neden bu karakterler ve bu kentler?
Benim her hikaye kitabım, bir tema üstüne kurulur. Bir tema seçer ve temanın etrafında örüntülerim. Kıstırılmış ya da sıkıştırılmış iki kadının karşılaşması esası üstüne kurulu bütün öyküler. Bu öykülerin bir yerinde bu karşılaşmadan kimi zaman biri kimi zaman her ikisi yaşamlarının bundan sonrası için gerekli olan bir bilgiyle çıkarlar. Bu kimi zaman bir bilinç ışımasıdır, bir aydınlanma anıdır. Kimi zaman bir hayat bilgisinin doğrulanmasıdır. Kimi zamanda eşik atlamadır. İlk üç öykü biçimlendiği anda bunun böyle bir şey olacağını düşünmüştüm. Yüksek Topuklar romanı sırasında biriktirdiğim, kullanmadığım, aklımdan geçen malzemelerin yığılmış olmasının da getirdiği bir imkân sahasıydı.
Kentlere nasıl karar verdiniz?
Biz anonim bir kültürde yaşıyoruz. Ve bu toptancı kültür birey ile geneli figür ile aidiyeti sürekli eşleştirerek okuyor. "Kayserili, Diyarbakırlı ya da Samsunlu bir kadın nasıl olur?" diye okunsun istemedim. Mümkün olduğu kadar İstanbul aksı üzerinden, İstanbul ile taşra karşılaştırması üzerinden, kimi zaman taşraya gitmiş, kimi zaman oralı ama başka yerde yaşamış, kimi zaman orada öğretmenlik yaparken yaşamayı seçmiş ve kent ile kadın arasında birebir aidiyet ilişkisi kuramadım. Biz de polisi kötü gösteremezsin, savcıya adaletsizlik yaptıramazsın, bu tür kitabın temasının dışında budalaca tartışmalar zeminine girmesin istedim. Öte yandan, Türkiye’nin kuzey, doğu, güney, batısından bir takım kentler olsun istedim. Bir de seçimlerinde, örneğin; Diyarbakır’ı anlatıyorsam, oğlu dağda bir anne, ya da kocasını kaybetmiş bir genç gelin, bir gerilla kız, daha çabuk akla gelen, daha çok gazete ve dergi malzemesi olabilecekti. O alanın dışına çıkmak istedim.
Kitap aynı zamanda bu karşılaştırma esası üzerine kurulu olduğu için bir noktadan sonra okurda karşılaşmalar beklentisi yaratsın ve oradan sıçramalar oluşsun istedim.Her öykü kitabımda olduğu gibi bir mimari proje gibi.
Kadın kimliğinin ve kentlerin, Türkiye’nin dönüşümünde önemli iki gösterge olduğunu düşünüyorum. Kentler çok hızlı değişiyor. Çoğu zaman insanlar yaşadıkları kentleri tanımıyor. Örneğin, Nurhayat, kendin varoşlarından, sahil şeridine ilk defa inmiş, overlokçu, yengesinden kopamayan bir kız. Diğer öykülerde de var; yaşadığı kentlere yabancılaşmış ya da bir takım kentlerin altını kazdığınız zaman Rumlardan, Ermenilerden kalma evler görüyorsunuz. Bu coğrafyanın başka bir topografyası da var.
Hâlâ kadın kimliği Türkiye’de bir politika nesnesi. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kıyafet devriminde erkekler boyunlarına bir kravat bağladılar, takım elbise giydiler ve sorunu çözdüler. Ama türbana varana kadar kadın kimliğinin nasıl giyineceği, nasıl görüneceği tartışılıyor. Türbanda da kadın kimliği bir nesne, pornografide de bir nesne. Kitap bunlardan birebir söz etmiyor. Kimi zaman iş düşümleri kimi zaman ışık gölge oyunları olarak var. Çünkü bu bir hikaye kitabı, bir sosyoloji kitabı değil. Benim bunlardan söz etme nedenim ise, bütün bu hassasiyetlere sahip bir yazarın kitabı olduğunu söylemek için. Kentler sadece dekoratif anlamda da yoklar. Kayserili Fikret Hanım’ın kılıç artığı olması bir işarettir. Ya da Diyarbakır’da karşılaşan iki kadının, ikisinin de Türkiye’nin batısından gelmiş figürler olması da bir işarettir. Ama onlardan biri Diyarbakır’ın Türkiye’nin vicdanı olduğunu söyler. Yani coğrafya ile kimlikler arasında bir kısa anlarla ilerleyen bir yapı kurmaya çalıştım ve istedim ki bu öyküler kitapta bitse bile okuyanların kafasında hayatta karşılaşacaklarıyla çoğalsın. Kitap okurda kendinin tanıklıkları, kendinin hikâyeleri ile devam etsin.
Kitabın hazırlanışına ilişkin bir sorum var. Ben, İstanbul’dan bakılarak, bir Trabzon ya da bir Diyarbakır öyküsü yazılamayacağını düşünüyorum. Siz, anlattığınız bu kentleri gördünüz mü, havasını, kültürünü soludunuz mu?
Sanınız bir edebiyat sanısı değil, aslında bir yanılgı. Dünya şiirinin belki de en önemli şairlerinden biri [Arthur] Rimbaud’dur. Hayatında hiç deniz ve gemi görmeden yazdığı Sarhoş Gemi dünya edebiyatının temel klasiklerinden biri sayılır. Böyle bakıldığında bu bir gazetecinin röportaj yaparken ki tutumu değildir. Sizin bu kanınız, aynı zamanda, ben öyleyim diye demiyorum, sakın yanlış anlaşılmasın, yaratıcının dehasını, yaratıcılık eylemini fazla tanımamaktan ileri geliyor olabilir. Bu ne zaman bir açık haline gelebilir. O kenti, anlatma iddiasında olduğunuz zaman. Diyelim ki, Diyarbakır’ı hiç görmemişsiniz ama Diyarbakır’ın tarihi, geçmişi ya da şimdisini yazıyorsunuz. Her zaman yaratıcının yaratacağı kaynaklarla mekânlar arasında bir ilişki kurması gerektiğini düşünürüm. Yalnız, diyelim ki, Esenler otogarını ben yazdıktan sonra tekrar gittim Esenler’e baktım. Yazmadan gitmedim. Kimi, birebir fizik yanlışlar vardır. Onu birebir yazar olarak yapmamak gerekiyor. Dürbünün henüz bulunmadığı bir zamanda dürbün kullanıyorsanız, ne yaratıcılıkla açıklanır ne de deha ile. Sorunuz bağlamında şunu söyleyebilirim; benim hikâyelerim için gereken kısım kadar kentleri çok iyi çalıştım. Giysileri, yemekleri, gelenekleri, bazı binaları, bazı kimi bilgileri. Bu öyküler, o kentlerin ruhunu, geçmişini anlatma esası üzerine kurulmuyor. Bir taşra atmosferi yaratma esası üzerine kuruluyor. Bu kentlerin bir kısmını biliyorum, bir kısmını bilmiyorum. Bildiğim ile bilmediğim arasında öykülerin kendi iç dengeleri… Bunun ölçüsü nedir diyeceksiniz. Bunun ölçüsü her zaman çok iyi aşçıların, bir sözü vardır; el kararı, göz kararı diye. Yılların deneyimiyle ellerinin bildiği bir şeydir. Mesela Diyarbakır hakkında çok şey biliyorum. Bunu okura yüklemeye hakkın yok. Bir yazar dersini çok iyi çalışmalı ama bütün okumalarını, araştırmalarını okurla ortak adisyona dönüştürmemeli, hesabı beraber ödeyelim olmaz. Okura, hikayenin gerektiğini kadarını vereceksiniz.
Kitap, kentler ile İstanbul aksıdır, diyorsunuz…
Bütün taşra yıllardır İstanbul’u seyrediyor. Türk sineması İstanbul dışına çıkmadı. Türk edebiyatı İstanbul dışına çok geç çıktı. Şimdi de, Türkiye televizyonda yine İstanbul’u seyrediyor. İstanbul’u fethetmek, İstanbul’u ele geçirmek gibi, çok şiir de vardır. İsterse siyasi bir söylem olsun, isterse ezik bir türkücünün feryadı olsun. Hep bir İstanbul özlemi vardır. Türkiye’de hükümetler hep politikalarını İstanbul üstüne kurdular. İstanbul ayrı bir ülke, Anadolu ayrı bir ülke oldu.
Bu kitapta kadınların İstanbul ile kurduğum ilişkisi ile Esenler otogarında bitirmekle bu anlamda bunları düşündüren bir aks, bir gelgit de yaratmaya çalıştım.
Kadınlar neden yalnız ve mutsuz öykülerde?
Kadınlar mutsuz mu bilmiyorum ama Türkiye’de geleneksel toplum modelinin dışına çıkmaya başladığınızda bir tür yalnızlıkla bedellendiriliyorsunuz. Size kadın olarak ekonomik özgürlüğünü kazanman, bireyselleşmen gerekiyor deniliyor. Öte yandan hem geleneksel aile yapısı içerisinde varlığını sürdüreceksin, hem hayatını kazanacaksın, akıllı olacaksın, kimlik kazanmaya, birey olmaya başladığında aslında bu kadınlara ait bir yarılma başlıyor. Erkeklere ait bir sorun da bu. Geleneksel toplumsal sistemler modern çağın gerekleri ve kimlikleriyle örtüşmüyor. Kitapta kadın olmaktan çok, “olmak” meselesi var.
Bunun üzerinde sıkça durduğunuz hissediliyor.
Erkek olmanın bedelleri de ağır. Kitapta erkekleri hep geride tuttum. Kadın problemini erkek zulmü ile açıklama kolaycılığına yaslanmadım. Kitapta, bir iki kahramanın kocalarının iyi olması, neyi değiştiriyor. Bu bireylerin tek tek iyi olmasıyla başarılabilecek bir sorun değil. Özel mülkiyete, aileye ve devlete dayanan toplumsal sistemin temelindeki sıkıntının, gerginliğin, bizim yaşamlarımıza düşmüş izdüşümleri vardır diye düşünen birinin kitabı. Bu yüzden olmak tabii ki çok güç. Kitapta kimi sıkışık, kıstırılmış haller, kimi ümitsiz durumlar vardır ama kitap bana ümitsiz bir kitap olarak gelmiyor. Aksine bir şey öğrenmek, öğrenmeye açık olmak, eşik atlamak, yola devam etmektir. Başka çözümlerin, başka olasılıkların var olabildiğine inanmaktır. Diyelim ki, Meltem… Meltem nasıl bir eşik atlıyor. Kendiyle ve yaşamıyla barışıyor. Kanaat Turizmin Değerleri Yolcuları öyküsünde belki de son cümle olmasa, Meltem’i başka bir çözümsüzlükte bırakmış olurdum. Ama onu İstanbul’da bekleyen bir Tamer olması, onun hayata yeniden başlama gücü bulduğunu gösterdi. Nitekim Levent’in elini artık farklı sıkıyor olması, başka bir barışıklığı getiriyor.
Modellerde ben ümit verdin vermedin noktalarına takılmadım. Sanatın işinin bu olmadığını bilirim.
Ben insanların içlerinin kaldırma gücünü çok önemserim. İnsanlara üç günlük vaatlerle, şu olursa, şu toplumsal model ile geçersek, sen de bunu yaparsan mesele hallolur gibi son kullanma tarihi çabuk geçecek olan reçetelere değil, sen bir kere öğrenmeye, anlamaya açık olmak, kendisini başkası yerine koymaya, başka hayatları anlamaya açık olmak ve onun ötesinde, iç gücünü, dayanma gücünü, alılmama gücünü…
Neden bu kadar önemsiyorsunuz bunu?
İçinden yaşadığımız çağda, biraz hisseden ve düşünen insanların mutsuzluğunu temel nedenlerinden bir tanesi enformasyon fazlalığıdır. Bütün dünyanın bilgisi altında eziliyoruz. Hisseden, akıllı insanlar için sadece televizyon seyretmek bile umutsuzluk kaynağı artık. Enformasyon fazlalığının altında vazgeçmek, yaşama küsmek her şey mümkün. Bütün bunlara rağmen bir kaldırma gücüyle, içimiz nasırlaşmadan kanıksamadan bir yola çıkmak, sadece edebiyatın, sanatın yapacağı şey değil. Bizim insan modellenmelerimizde iç gücümüze çok önem vermeliyiz. Nasırlaşmadan, kanıksamadan.
Bu tanımladığınız ortamda insan dayanma gücünü nasıl bulacak?
Ben de okurlarımla beraber arıyorum diyeceğim ama yuvarlık bir yanıt olacak bu da. Öncelikle, yaşama sevinci, yaşama tutunma, devam ettirme, yaşama sürekliliğini kazandırma inadı, inancını önemsiyorum. Benim anladığım sanat biraz bunun için. Yani sorunların saklanması, gizlenmesi için değil. Bütün bunların aslında algısal alanı politikadır. Dünyayı politika değiştirir. Politika derken Türkiye’de yapılan gündelik politikayı kastetmiyorum.
Kadınları anlatmayı neden tercih ediyorsunuz. İyi bir edebiyat nesnesi mi?
Kadınların daha zengin, daha renkli bir iç dünyaları olduğunu düşünüyorum. Dönüşüm ve değişimle, kadın kimliği arasında daha doğrudan bir ilişki var. Bir de ben kadınları seviyorum. Kendi yaşamımda da kadına ve çocuğa şiddet, tecavüz, hayvanlara saldırı, benim en fazla canımı yakan şeylerdir. Bu durumda hissettiğim öfke ve isyan, çocukluğumdan beri bana çok tanıdık gelir. Azınlıklarla kurduğum ilişki de öyledir. Mesela Mardin’de büyürken, Süryanilere yapılan herhangi bir şeyden çok fazla rahatsız olurdum. Bu bir duyarlılık noktası.
Kadın dönüşüme daha açık. Erkek kimliği daha çok vazgeçmelerle oluşuyor. İç dünyasından, duyarlılıklarından vazgeçiyor. Erkekler de bir kayıpla erkek oluyorlar. Kaba feminiz söylemlerinde bunu görüyorum. Mesela kadın topluma, kadın olmanın imtihanını vermek zorunda değil. En fazla anne olup olmadığına bakıyorlar. Ama erkek, 12 yaşındayken bir topluma erkek olduğunu ispatlamak zorunda. Eski eril aile törenlerinin, modern karşılıkları da var günümüzde. Gözyaşı ile kurduğu ilişki bile erkekten alınmış, orada da bir kaybı var. Sistem bir tek cinsi sakatlamıyor ki.
Bir politika söylemi içinde bakacak olursak, dünyada itiraz ettiğim şeylerden bir tanesi de, bu erkek egemen söylem ve toplum içerisinde kadının konumlandırılışı. Dolayısıyla bu duyarlılığa sahip biri olarak benim bu malzemelere uğramamam söz konusu değil.
Bir de yazar olarak sahip olduğumu düşündüğüm iyi özelliklerim var. İyi bir gözlemciyimdir, öyle de söylüyorlar. Sürekli öğrenmek, gelişmek, takip etmek. Hem dünyaya bakışımla ilgili, hem de işimin içinden de bakıyorum.
Bir de ben aynı şeyleri yapmayı sevmiyorum. Şimdi bir oyun hazırlıyorum. 8 kadın öyküsü göreceksiniz sahnede. Hem buruk hem de güldüren öyküler.
Tema üstüne kurulu dediniz kitap için. Okurdan ne bekliyorsunuz bu kitap için?
Türkiye’de çok alışılmadık bir beklenti bu ama tema üstünden okusunlar. Yani bu kitabı hangi temayı seçmişse onun dışına çıkmayı tercih etmiyor kitap. Bir karşılaşma anı üstüne kurulu. Bir başkası çıkar, yine karşılaşma üssüne 10 tane başka bir öykü yazar. Bir kitap bütün dünyayı almaz içine. Biraz da kitapta kurulan ilişki konusunda bizim kültürel eğitimimizin zayıf olduğunu düşünüyorum. Mesela, Almanya’da Fransa’da okurun sormadığı kimi sorularla Türkiye’de karşılaşıyorsun. “Kitap nasıl okunur” kadar basit bir cümlenin arkasında kültürel boşluklar var.
Esenler Otogarı, Türkiye manzarası olarak sunuluyor son öyküde. Peki, siz, bugünkü Türkiye manzarasında ne görüyorsunuz?
Türkiye’nin politika yapma konusunda kendi iç dinamiklerini kaybettiğini düşünüyorum. Türkiye’de politika artık dünya dinamikleriyle yapılma durumuna geldi. Açık ve net olan bir şey var; Türkiye’de şu anda biten şeyin politika olduğunu düşünüyorum. Politika bittiği için bu sorunları bu şekilde çözemeyeceğimi düşünüyorum. (EZÖ/TK)
* Mungan'ın kitabında yer alan 16 kent şöyle: İzmir, Adana, Trabzon, Bursa, Samsun, Amasya, Ankara, Sinop, Afyon, Kırşehir, Erzurum, Diyarbakır, Kayseri, Gümüşhane, Mersin, İstanbul (Esenler Otogarı).