Oyuncu ve sunucu Güner Özkul Türkiye sinema dünyasında ayrıksı konumları olan Münir Özkul ve Suna Selen'in kızı.
Güner bir süre CNNTürk'teki Afiş adlı kültür sanat programını sunmuştu, film ve dizilerde de rol aldı.
1988'de Mimar Sinan Üniversitesi'nin Grafik Bölümü'nden mezun olan 1 Şubat 1966 İstanbul doğumlu Özkul, 1992'de aynı bölümde yüksek lisans eğitimini tamamlamış, aynı üniversitenin sinema televizyon bölümünde doktorasını yapmıştı. Bir süre grafikerlik, daha sonra mankenlik ve seslendirme yaptı.
Vajina Monologları oyununda rol alarak tiyatro sahnesine de çıktı.
Güner Özkul, tahmin ettiğim kadarıyla doğduğun andan itibaren bir şekilde sinema çevresi içinde bulundun. Sinemanın çocukluğundaki arkadaşlarınla mesafesinin seninkinden farklı olduğunu fark ettiğin olayı hatırlıyor musun?
Öyle birden fark ettiğimi hatırlamıyorum ama hatırladığım şey, büyürken ünlü insanlardan etkilenmediğim, babamın kızı olmanın bana bir küstahlık ve umursamazlık kazandırdığıydı, bu sadece onun ünlü olmasından değil, karakterinden de kaynaklanıyor olabilir.
İlk bulunduğun film setini, seni etkileyen bir karşılaşmayı ve unutamadığın bir anekdotu bize anlatır mısın?
Çok fazla sette bulundum hatırlamıyorum, ama ilk Gülşah filminin setinde Gülşah'la arkadaş olmuştuk, film Bayramoğlu'nda çekiliyordu ve denizden çıkmıyorduk, denizden zorla çıkarıp çekime götürüyorlardı. Bir de yine deniz kenarında bir sette beni de çeksinler diye alakasız bir yerden sürekli geçtiğimi hatırlıyorum, meğer boşunaymış, kamera çok alakasız bir açıyı çekiyormuş...
Bir çocuk olarak anneni ve babanı sinema perdesinde seyretmek nasıl bir duyguydu?
Sinemada değil de, sahnede gördüğümde çok etkilenmiştim, dört yaşındaydım. Çok fazla filmlerini görmemiştim çocukken, onları sinemada izlemeye başladığımda ise çok şaşırmayacak bir yaşa gelmiştim. Annem Pamuk Prenses filmindeki kostümünü benim kitabımdan esinlenerek diktirmişti, o benzerlikten etkilenmiştim ama...
O zamanlar Türkiye ve dünyada hayran olduğun oyuncular kimlerdi, halen beğendiklerini, hatta aynı seti paylaşmayı hayal ettiklerini sayman mümkün mü?
Çocukken oyuncu olmayı (o zamanlar "artist" derdik) istemiyordum ki, varsa yoksa ressam olacaktım, kararımı akademide okurken değiştirdim ama yine de okulu bitirdim. Cüneyt Arkın'ın dünyadaki en güçlü insan olduğunu düşünürdüm, dedem Günaydın gazetesi alırdı ve ben Kara Murat okurdum, bir yandan da Abdullah Turhan gibi çizmeye çalışırdım. Beni daha çok yabancı filmlere götürürlerdi, ilkokulda yatılıydım ve annemin bir arkadaşının oğluyla aynı okuldaydık, bir hafta sonu onun için, bir hafta sonu benim için sinemaya gidilirdi, bir de televizyonda "The Quiet Man"i seyretmiştim ve Maureen O'Hara'dan çok etkilenmiştim.
Senin "artistlik" tecrüben nasıl başladı? Hatırladığın en ilginç çalışma hangisiydi?
İlk olarak 1979 yılında TRT için çekilen "İbişin Rüyası" adlı dizide babamın çocukluğunu canlandırmıştım, çok kısa bir sahneydi, çok benzediğimiz için beni istemişlerdi. Erden Kıral'ın bir kısa filminde oynamıştım, sabaha kadar Ağva'da sazlıklarda çekmiştik ve donmuştum.
Hikâye şöyle; balıkçı sevgilisini bekleyen bir köylü kızı, suya bir fener bırakır ve fener sönmezse sevgilisi yaşıyor demektir, ekip bir salın üstünde kışlıklarını giymiş metaxa içerek çekim yapıyor, ben de incecik bir elbiseyle huşu içinde "yaşıyor" diyeceğim suyun içinde... Yönetmen son tekrar olacağına dair söz verince huşu duyacağım tek şeyi yaptım, işedim! Bir yandan işiyor, bir yandan "Yaşıyor...yaşıyor.." diyordum ve Erden Bey de işediğimden habersiz, saldan bağırıyordu; "İşte buu..,işşşte buuu!" Sonra şişenin kalanını bana yolladılar tabii...
İyi bir sinema seyircisi de olduğunu biliyorum. Seni etkileyen yerli ve yabancı yönetmenler kimler olmuştur? Son zamanlarda hangi filmleri gördün?
Yerli yönetmenler konusunda tarafsız olamıyorum, ama Ertem Eğilmez'in yanında büyüdüğüm için onun fikirleri beklentilerimi çok belirledi, sinema dilinden çok hikâye anlatmaktaki ustalık ve birazcık da esnaflık dikkat ettiğim unsurlar.
Dolayısıyla Çağan Irmak ya da Mustafa Altıoklar'ın filmleri sanatsal filmlerimize göre daha çarpıcı gelebiliyor bazen. Yabancı yönetmenlerden ise Cronenberg, Fincher, Ridley Scott (eski filmleri) izlediğim yönetmenler...
Tabii öğrenciyken Fransız sinemasını pek severdik, Truffaut, Sotet, Carax... Luc Besson'un ilk filmleri... Anna Magnani filmleri.. De Sica filmleri, neden klişelerden uzak kalacaktık ki, aslında klişeler aynı zamanda klasiktirler...
Ama Ken Russell'ın "Tommy"sini sekiz kere izledim, rekor onda.. Son zamanlarda ise sorma, ağırlıklı olarak çocuk filmlerine gittik ve hepsi de üç boyutlu diye yarıda çıktık... Les invasions barbares [Barbarların İstilası], Tous les matins du monde [Dünyanın Tüm Sabahları], Un Coeur en hiver [Ayazda Bir Yürek], Sheltering sky [Çölde Çay], Dangerous liaisons [Tehlikeli İlişkiler] gerçekten unutamadığım filmler...
Aslında Mimar Sinan'da grafik bölümünü bitirdin, Fakat son yıllarda eğitimini Sinema TV bölümüyle pekiştirdin. Türkiye sinemasının günümüzdeki durumunu nasıl değerlendiriyorsun? Kimleri beğeniyorsun?
Artık biz de oyunu kurallarına göre oynuyoruz, büyük yabancı dağıtımcılar piyasayı ve sinemaları ele geçiriyor, biz de onlarla ortak iş yapıyoruz, festivallere gidiyoruz, film nasıl pazarlanır, nasıl kâra geçilir bunları öğrendik, biz de yabancılar gibi kendimizi daha oryantalist bir perspektiften görmeyi öğrendik, dışarıya bizden ne istiyorlarsa onu satıyoruz, hem de sanatsal oluyor bu yapılanlar, çok fazla bireysel hikâyeler anlatıyoruz, içeride ise tekrar filmleri, hem burun kıvırıp hem de bulunca kaçırmadığımız komediler ve konjonktüre göre çekilen hamasi fimler iş yapıyor.
İnsanlar para kazanıyor mu, kazanıyor, sektör çalışanları iş buluyor mu, buluyor, ötesini boşver... Kimi mi beğeniyorum, kim beni oynatırsa o en sevdiğim yönetmen!..
Esasen bir manken olarak parladın, hatta bildiğim kadarıyla çok ünlü bir modacının gözüne de girmiştin, sonra ne oldu? O günlerden aklında kalan çarpıcı bir hikâyen var mı?
Jean Paul Gaultier'nin Türkiye'den çalışmak üzere seçtiği üç mankenden biriydim, ama sonra olmadı, bizi tanıştıran organizatör dosyalarımızı iletmemiş, bir şekilde üçümüzün de gitmesine engel oldu. Beni tanıyan birçok insan mankenlik yaptığım için eleştirdi de, neymiş bu iş için fazla donanımlıymışım, vaktimi harcıyormuşum, kolayına kaçıyormuşum filan...
Evet belki sanatsal olarak mankenliğin bir ağırlığı olduğu söylenemez, ama duygu olarak oyunculuktan hiç farklı hissetmedim, ayrıca o kadar da ciddiye aldım, eşit işe eşitsiz ücret anlayışının kadınlar lehine işlediği ender mesleklerden de biri olarak gördüm. Hikâye çok tabii, ama Gaultier'yle tanışmak ve onun tarafından beğenilmek çalışamasak da etkilemişti, çünkü ben onu modacı değil gerçek bir endüstri tasarımcısı olarak görüyorum ve stilizasyon anlayışına hayranım.
Vajina monologlarında da rol almıştın. Tiyatro seyircisinden veya makamlardan aldığınız ilginç tepkiler olmuştur...
Oyunun kendinden çok kadrosu eleştiri almıştı, ama hayatımın çok aşağı doğru ivme kazanmış bir döneminde benim için cankurtaran oldu o oyun, o yüzden olumsuz taraflarını anlatmak istemem, ama Ankara seyircisinin ne düşündüğü tiyatrocular için bir ölçüdür ve Ankara'da rezil olmadık, bu benim için yeterliydi, hatta ben oldukça iyi eleştiriler almıştım.
Güneydoğu Anadolu turnesinde ise sponsorumuz erotik aletler satan bir mağazaydı, bu çok komikti çünkü oyunun adından başka hiçbir şeyi erotik değildi...
Reklam ve dizi oyunculuğunu da repertuarına kattın. Bugüne kadar oynadıklarından aklında en çok yer edeni hangileri?
Reklam, dizi, film ya da tiyatro bir oyuncunun ben de dahil, birçok oyuncunun ayrım yapacağı kategoriler değil, hepsi oyunculuk neticede, ayrım yaptığını söyleyenlerin de samimiyetine inanmıyorum, ama tiyatronun yeri çoğu oyuncu için farklı. Bence üretilirken aynı anda tüketildiği için, yaptığın şeyin geri dönüşünü anında görebildiğin için diye düşünüyorum, kamera önü işlerde ise senin kendini en iyi hissettiğin anlar, yönetmen için öyle olmayabiliyor ve neticeye çok yabancılaşmış hissedebiliyorsun, kendinden emin olamaz hale geliyorsun.
Yine de Tcherina için yaptığımız reklam filmi ve Neredesin Firuze sevdiğim işlerdi...
Birçok alan gibi erozyona uğrayan dublaj sektöründe de aktif oldun. Daha önce çeşitli vesilelerde olduğu gibi, geçenlerde vefat eden Metin Erksan'ı anma gecesinde de sunuculuk yaptın. Bunu İstanbulluluğundan gelen güzel Türkçene ve sağlam diksiyonuna da bağlıyorum. Teoman gibi erkek şarkıcıların meşrulaştırdığı D ve T seslerinin İngilizcedeki telaffuzuyla kullanılması bir yana şimdi de genç kızlarımızın önderliğinde özellikle Ç ve Ş seslerinin farklı tınlatılmasını neye bağlıyorsun?
Türkçemin düzgün olması İstanbullu olmaktan çok annemin babamın oyuncu olmasından. İnsanlar Türkçe üzerine ahkâm keserken dört yıllık konservatuar eğitimlerine güveniyorlar ama onların çocuğu olunca ömrün konservatuar öğrencisi gibi, sürekli eleştirilere ve düzeltmelere maruz kalarak geçiyor, ayrıca halalarımın da Türkoloji mezunu edebiyat öğretmenleri olmaları cabası.
Cem Yılmaz'ın "tabiikide..."sine (ki'ler ve de'ler bitişik vurgulanıyor ve olumsuz değil, olumlu kullanılıyor) Teoman'ın verdiği zarardan daha çok deli oluyorum. Eğer o dediğin hataları, düzgün konuşan bir oyuncu oyunculuk adına yapsa hadi neyse, ama öyle konuşanlara "ay ne kadar doğal" diyerek bayılanlara da öyle konuşanlar kadar gıcık oluyorum.
Çalkantılı bir çocukluğun olmuş olsa da, İstanbul'un özel mahallelerinde büyüdüğünü söyleyebiliriz. Çok da eski olmayan bu maziden günümüze ne kaldı? Kendini azınlıkta hissettiğin oluyor mu? Özellikle Beyoğlu senin için eskiden ne idi, şimdi ne oldu?
Kızım Süreyya Beyoğlu'nda yaşayan beşinci kuşak ama taşınmayı düşünüyorum, sırf Beyoğlulu olmak adına zorlamanın anlamı yok, bunu düşünürken de Freddy Mercury'nin "Don't try so hard" diyen sesi kulaklarımda fon müziği olarak çınlıyor sanki.
Beyoğlu'nda yaşamayan herhangi bir tanıdığımla Taksim'den Tünel'e kadar yürürken 20-25 kişiyle selamlaştığımı görünce şaşırıyor ve "Sen tam buralısın" diyor, halbuki günde 1,5 milyon kişinin aktığı bir caddede 20-25 tanıdığa rastlamak aidiyet duygusu için yeterli değil, Rebul ve Hacı Bekir dışında kendimi uzaylı gibi hissediyorum.
Suna Selen gibi güzel, sansasyonel ve sanatçı kimliği yanında politik duruşunu da sapasağlam koruyan bir annenin kızısın. Memlekette kadının geldiği nokta nedir? Entelektüel de olsa Türkiyeli erkeğin kadınla ilişkisi tatmin edici bir seviyeye ulaştı mı sence?
Gençlik yıllarımda feminizme karşıydım, aslında klişe olmuş feminist tiplemesiymiş karşı olduğum, yaşam tarzım ya da yaptıklarım hep feminist bir tavra daha yakınmış, bunu büyüdükçe anladım, memlekette kadının geldiği nokta bir hiçtir, kadınlar o gelinmesi gereken nokta her ne ise gelmemek için ellerinden geleni yapıyor, erkeklerin zaten kadınlar için bir şey yapmaya niyeti ve de hali yok, her ne kadar erkek egemen bir toplumda yaşıyor olsak da erkek olmak da zor bu toplumda, herkes için hayat zor, kadınlar için sağlam durmanın en kolay yolu kadın gibi davranmamak olsa gerek...
İlişkilere gelince, ilişerek yaşadığımız sürece o durum da umutsuz...
Münir Özkul gibi klişelere sığdırılamayacak bir kişiliğin sendeki etkileri neler oldu?
Gerek annem, gerek babam çok dilediklerince yaşamışlar hayatları boyunca, ikisi de çok özgür ruhlu insanlar, ama böyle insanların hayatta kalmalarına izin veriliyormuş eskiden, artık zaman değişti, kendine özgü olduğun zaman senden ürküyorlar ve yaşama alanını daraltmaya çalışıyorlar, ben de onların çocuğu olarak olabildiğince sıradan olmaya çalışıp ama onların yaptığı işi yapmak gibi çelişkili bir yol seçtim. Bu çelişki bir şeylerin güdük kalmasına yol açıyor tabii, bunun da en çok yaptığım (bazen de yapamadığım) işlere yansıdığını düşünüyorum.
Ama bunu "pasif anarşist" bir tavır olarak da görüyorum, anarşizm ve pasivizm artık ne kadar aynı potada olabilirse, ama babam gibi bir insanı herkesten daha yakından tanımış olmak ve tam da gelişme çağımda, şekillenirken bu süreci onun yanında geçirmiş olmak büyük bir ayrıcalık. Kısaca bugün, iyi ya da kötü her ne isem müsebbibi büyük ölçüde babamdır... (MT/AS)