Oğlunun düğününde geleneklerine uyarak kapısına haç astığı için oğlu ve gelini zifaf gecesi Müslümanlar tarafından öldürülen Iraklı Hıristiyan Ricardos…
Boko Haram tarafından cariye olarak kullanılıp, sünnet edilerek, kadınlığı öldürülen, bunun üzerine tecavüzcüsünü öldüren Somalili Yahudi Helimo…
Babası tarafından gönderildiği kuran kursunda imamın tecavüzüne uğrayan, eşcinsel olduğu için El Kaide tarafından öldürülme tehdidi altındaki Afgan Evroz…
Sadece şarkı söylediği için yargılandığı subay tarafından tecavüze uğrayıp, hapis yatan Mozart tutkunu opera sanatçısı, İranlı Müslüman Athosa…
Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye ve Suriye sınırının serxet (hat üstü) ve binxet (hat altı) olarak ikiye ayrılıp kendi topraklarında yabancı konumuna düşen ve Suriyeli Arap kimliğine kavuşmak için mücadele ederek, sınırın öte tarafında kalan dayısının kızı Gulê ile evlenme hayali kuran, bu yüzden olayın müsebbibi olarak gördüğü Osmanlı İmparatoru Sultan İkinci Abdulhamit ve Almanya Kralı 2. Wilhelm’i yargı makamına şikayet eden Derviş…
Eşi ve üç çocuğuyla birlikte yaşadığı Yermok kampında savaşın şiddetlenmesiyle iki ateş altında kalan, iki çocuğu ve kocasından ayrılmak zorunda kalıp, küçük oğlu Heysem’le birlikte günlerce yol yürüyerek, Türkiye’ye oradan da tekneyle yaşama tutunmaya çalışırken denizde boğulan Filistinli Ewdê…
Ülkesini korumak için askere giden ancak hayatta kalabilmek için subaylarının emriyle masum köylüleri kurşuna dizerek katil olan, olayın etkisinden Mevlana’nın öğretisiyle kurtulmaya çalışarak sürekli sema dönen Müslüman Türk asker Coşkun…
Hikayeleri, dinleri, dilleri ve ırkları farklı bu kişiler sırtlarına kederlerini yükleyerek, artık kendileri için acıdan başka bir şey ifade etmeyen ülkelerini terk etmek zorunda kalıp yağmurların yağdığı başka bir coğrafyada yaşamak için belirsizliğe doğru yola çıkar.
Onları birleştiren tek şey içinde bulundukları teknedir. Tekne ters dönüp batınca denizin dibinde başlarlar hikayelerini anlatmaya.
Evet, malum göçmenlerin hikayeleri...
Televizyon ekranlarında sıradan bir habere dönüşen, kapasitesinden fazla yolcu aldığı için ya da kimi zaman insan tacirleri tarafından bilinçli olarak batırılan tekne görüntülerine sürekli rastlarız.
Bulundukları ülkede yaşam koşulları ortadan kalkmış, gitmekten başka çaresi olmayan, kendileriyle birlikte hikayeleri de denizin dibine batan insanların ortak kaderi. Hiçbiri rahatlığından gitmez. Hepsinin gitmek için var bir geçerli nedeni. Çünkü hiç kimse ait olduğu yerden, geçmişinden, toprağından durduk yere vazgeçmez.
Bu hikayeleri faşizmin yükseldiği Avrupa’ya duyurmayı dert edinen, kendisi de bir göçmen olan Duhoklu Tiyatro yönetmeni İhsan Othmann “Yağmurda Beklerken” adlı oyunla sahneye taşıyor.
Othmann, Almanya Devlet Tiyatrosu’nun kendisinden bir oyun yönetmesini istediğinde Ortadoğu’da geçen kendi hikayelerini oyunlaştırmaya karar vermiş.
Metni yazdıktan sonra kast için araştırma yapmış. Alman, Türk, Kürt, Afgan ve Somalili oyuncuları göçmenlerin geçiş noktası olan İstanbul’da buluşturmaya karar vermiş.
Othmann, “İstanbul bir geçiş noktası olmanın yanı sıra inançların toplandığı bir yer. Sanatın diliyle Ortadoğu’da yaşanan olayları protesto ve eleştiri amacıyla yapılmış bir proje olduğu için sanatçıların burada toplanması gerekiyordu” diyor.
Sanatçılar İstanbul’da başka ülkelere gitmeye çalışan göçmenlerle bir araya gelip, onların hikayelerinin tanığı olarak, rollerine adapte olmaya çalışmışlar. Othmann, “Sanatçılar karşılaştıkları gerçek hikayeler karşısında empati kurarak durumdan çok etkilendiler ve yaptıkları işin sorumluluğunun daha fazla farkına vardılar” diyor.
Diyaloğun olmadığı yerde ölüm vardır
İstanbul’dan farklı dinlerde, farklı hikayelerde, farklı dillerde insanların Avrupa’ya göçmek istemesini sahneye taşıyan Othmann ölümden sonraki zamanı da oyunda farklı şekilde işliyor.
“Dinler ölümü çok zor bir şey haline getirmiş. Ben oyunda ölümden sonraki zamanı anlatmaya çalışıyorum. Din üzerinden yani cennet ve cehennem üzerinden ölümü ele almıyorum. Ölüm diyaloğun olmadığı zamandır. Türkler ve Kürtler arasında bir diyalog yoksa bunu ölüm olarak tanımlıyorum” diye ifade ediyor.
Alman Devlet Tiyatrosu’nun kendisinden Alman bir fizikçinin metnini oyunlaştırmasını istediğini belirten Othmann, şunları söylüyor:
“Metni okudum ama hoşlanmadım. Yapacağım projenin kendi hikayelerimizden oluşmasını istedim. Kabul ettiler.
“Yeni Almanya üzerine, Avrupa’da kırmızı çanların çalındığı, faşizmin gittikçe yükseldiği, mültecilere karşı durumun daha da ağırlaştığı bir dönemde buna dikkat çekmek üzere mültecilerle ilgili bir tekst yazmaya başladım.
“Avrupa’da gelişen faşizm ve yükselen milliyetçilikle beraber göçmen sorununa kendimce bir cevap vermek istedim.
“Hikayeler elbette birebir gerçek olmasa da binlerce Helimo, Ricardos ve Derviş var. Türkiye’de Suriye’yle çizilen sınırların hikayesi var. Binlerce insan bu sorunu yaşıyor.”
Amaç negatif algıyı değiştirmek
Avrupalıların kafasındaki algının mültecilerin yaşadıkları sorunlardan dolayı değil de güzel bir yer aramak için geldikleri yönünde olduğunu hatırlatan Othmann, “Dolayısıyla mültecilere de bu mantıkla yaklaşıyorlar. Ben de bu oyuncuların hepsini alıp kamera ve ekiple bir araştırma yapmak istedim. O yüzden İsrail’e gittim orada oyuncu seçimi yaptım. Kürt, Türk, Alman ve Afgan oyuncu seçtim” diyor.
Tekstin birinci meselesinin aslında din olduğunu ardından ırk ve dil meselesinin geldiğini söyleyen Othmann sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Almanyalıların Türkiyelilerle sorunu var. Türkiyelilerin Kürtlerle sorunu var. Yahudi meselesi Almanyalıların kıyımdan geçirdiği bir durum. Ama bir şekilde Alman Devlet Tiyatrosu desteğiyle bir oyuncu kendi hikayesini anlatacak orada. Aslında hem din hem de ırksal bir mesele var.”
En önemli problemin insanların birbirinin dilinden anlamamaları olduğuna dikkat çeken Othmann, siyasetçilerin birbirinin dilinden anlamadıkları müddetçe hiçbir sorunu çözemeyeceğini dile getiriyor ve ekliyor:
“Ben de bir sürü farklı ırktan ve dilden insanları bir araya getirerek istedim ki bir Almanyalı bir İsraillinin dilinden anlamasın. Ama biz sanatçılar olarak birbirimizin dilini anlamadan bu soruna nasıl eğileceğiz ve nasıl çözeceğiz? Nasıl birbirimizi anlayabileceğiz? Bu yaklaşımdan aslında bir nevi gerçeğe yakın olsun istedik.”
Oyun içinde oyun
Brecht tarzı ile “oyun içinde oyun” sergileyeceklerini aktaran Othmann, “Aslında oyuncular gördüğü bir kişinin hikayesini anlatıyor seyirciye. Sürekli kendi hikayesini değil, bir diğerini de anlatıyor.
“Seyirciye sürekli kendileri bunu yaşıyor gibi değil de ‘Biz burada bir hikaye anlatıyoruz, kimseye inandırtmaya çalışmıyoruz’ mesajı veriyor.
“Mesela Ricardos burada gördüğü bir Ermeni adamın hikayesini Almanya’daki seyirciye anlatacak. Bu video çekimlerinden de yola çıkarak, seyirciye ‘Biz bu insanların hikayesinden bahsediyoruz’ diyeceğiz.
“İnsanlar keyfi olarak, güzel bir yer arayışından dolayı buralara gelmiyor. Buraya gelmek zorunda kaldıkları için buradalar. Almanyalıları buraya getirmemin sebebi de buradaki mültecileri görüp hissetmeleri.
“O hikayeleri performe ederken o samimiyeti biraz daha görüp onun üzerinden daha güçlü bir performans sergilemeleri. Çünkü onların bir göç sorunu yok. Onların bunlarla empati kurması imkansız olduğu için onları getirip burada yerinde hissettirmek istedik.
Kürtler hep göç psikolojisini yaşıyor
Othmann, göçerliğin Ortadoğu halklarının kaderi haline geldiğini söyleyerek, yaptığı tüm çalışmalarda yol hikayesi yani göçebe olmayı anlattığını söylüyor ve ekliyor:
“Çünkü sürekli her an göç edebilme psikolojisinde olan hiçbir şekilde artık kalıcı, yani ‘buradayız artık’ diyen bir toplum olmadığımızdan dolayı hep bilinçaltımızda irili ufaklı, şiddetli, az şiddetli sürekli bir göç etmek duygusu yatar. Dolayısıyla bu hepimizin bir yarası.
“Ben de zaman konusunda çok dakik olmama rağmen aslında her an bir yere gidecekmişim gibi bir ruh halini yaşıyorum. Biz tüm Kürtlerin genelinde olan bir durum ve ben de bu konuda çok hassasım.
“Bizim her zaman bavullarımız hazırdı ve benim her zaman böyle oldu.
“Almanya’da bir ev almak istedim. Sözleşmede 180 yıl dediler. Bana komik geldi. Ben 180 yıl yaşamayacağım ki. Sen yaşamasan da çocukların yaşayacak dediler.
“O an düşündüm hiç kalıcı olmayı göze almamışız. Hayattaki en büyük ceza, göçü bekleme psikolojisidir.”
Almanya’da oynanacak
Yazarlığını ve yönetmenliğini İhsan Othman’ın yaptığı “Yağmurda Beklerken” adlı oyunda Tobias Lutze, Christina Tzatzaraki, Paul Simon, Kaval S. Haji, Cheli A. Senka, Ozan Dagara, Atef Vogel, Benjamin K. Jenster rol alıyor.
Yönetmen yardımcılığını Christoff Bleidt’in, organizatörlüğünü Lars Linnhoff’un, dramaturjisini ise Wolfgang Behrens’in yaptığı oyunun sahne ve kostüm tasarımı Susanne Füller’e ait.
Kürtçeden çevirisini Dilawer Zeraq’ın yaptığı, müziklerini Nurhak Kılagöz’ün hazırladığı oyunun koreografisi ise Serhat Kural’ın imzasını taşıyor.
17 Ağustos’tan 13 Eylül’e kadar Wiesbaden’de yapılacak provaların ardından oyun sekiz gösterimle Wies baden’de, daha sonra Almanya’nın farklı şehirlerinde sahnelenecek.
Koşullar oluşursa oyun Türkiye ve Güney Kürdistan’da da izleyiciyle buluşacak. Beden dilinin ağırlıkta olduğu oyunda anlık çeviriler olacak. İngilizce üst yazının olacağı oyunun ortak dili ise Almanca.
İhsan Othmann hakkındaAslen Duhuklu. 1980’den bu yana tiyatro çalışmalarını sürdürüyor. 1984-89 arasında Süleymaniye’de sanat lisesinde okudu. 1992’den itibaren Almanya’nın Berlin kentinde yaşıyor. Bugüne kadar 25 oyun yöneten Othmann Uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nün fahri üyesi olmakla birlikte Almanya-Irak ve Güney Kürdistan kültürlerarası sanat elçisi. Almanya Devlet Tiyatrosu’nda yönetmen ve oyuncu olarak çalışmakta. Oynadığı ve yönettiği oyunlar: Dağ dili, saat 4.48, Ölüm ve Kız, Yağmurda Beklerken, Hepimiz Bekleyenleriz, Nereye Kadar Beklemek, Yol Gözleyen Kadınlar, Şeytan Ayetleri Opera: Mem û Zîn Operası, Bramis operası (kahraman bir peşmerge hikayesi) Straninsky’nin Hazırlığı, Barış ödülü (cristian fundax), Saraydan Kız Kaçırma (Mozart) Çalışma aşamasındaki projeleri: Amerikalı yönetmen Robert Wilson ile Babil Surları. |
(BD/EKN)