Halbuki, güzel bir başlangıç yapılmıştı, Mart tezkeresinin Melis'ten dönmesinde savaş karşıtı hareketin azımsanmayacak payı vardı. Sonra ne olduysa oldu, hareket üç parça, katılım ve etki paramparça oldu.
Hakikaten ne oldu da, bu kadar geniş bir ortak payda ve bu kadar acil bir mesele varken ortada, böyle bir noktaya gelindi? Bu girdaptan nasıl çıkılabilir? Bu soruları Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) sözcülerinden Hakan Tahmaz'a ve hem BAK hem NBKB katılımcısı olan Haluk Ağabeyoğlu'na sorduk...
Bu söyleşileri okuyan arkadaşlardan biri "Özgürlük ve Dayanışma Partisi'ndeki (ÖDP) bölünme gibi, herkes güzel güzel konuşuyor, peki niye bölündünüz o zaman?"dedi, bir başkasının yorumu şuydu: "Madem böyle bölünülüyor, neden 13'e değil de, üçe bölünüldü?"
Galiba "bileşen" lafı literatüre girdi gireli mayoz durumlar oldu. Ya bileşenler bileşemiyor ya ortada bileşen filan yok ya da lafın kendisinde bir uğursuzluk var. Her halükârda, "Muhtelif yamukluklar"a acilen çare bulmak gerekiyor...
Biraz geriden, Küresel BAK'ın oluşumundan başlasak; kimler tarafından, nasıl, niçin, hangi çerçevede kuruldu?
Hakan Tahmaz: Irak'ta savaş çıkmadan önce, çeşitli ülkelerden sendikacılar, aydınlar, yazarlar "Amerika Birleşik Devletleri'ni (ABD) 11 Eylül sonrası içine girdiği politik konseptten nasıl çıkartabiliriz, ABD'yi, Bush'u nasıl durdurabiliriz, savaşı nasıl engelleyebiliriz?" diye bir tartışma yapıyorlardı.
Bu tartışmanın sonucunda, "Barış ve adalet için çalışmaya söz veriyorum" diye bir metin çıktı. Amerika, Almanya, İngiltere'den 250 bine varan kişinin imzaladığı bir metin bu; Tarık Ali, Marcos, Chomsky gibi isimlerin, Avrupa'daki savaş karşıtlarının yer aldığı bir çağrı.
Bu metin nasıl oluşturulmuştu?
2003'ün Martında İnternet kanalıyla başladı. Türkiye'de de savaş karşıtı bir hareketin nasıl geliştirilebileceği konusunda bir tartışma vardı. Çeşitli sendikacı, kitle örgütü, siyasî parti yöneticisi ve bireyler bu çağrıya katıldı ve bu çağrı doğrultusunda kurumsal bir işbirliğine dayanmayan, işgale ve ABD politikalarına karşı kampanyalar yürütmek üzere bir araya gelmiş bir inisiyatif oluşturuldu.
İmzacılarımız içinde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu'ndan (KESK), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği'nden (TMMOB), Türk Tabipler Birliği'nden başkanlar, çeşitli siyasî girişimlerden, Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nden (ÖDP), Demokratik Halk Partisi'nden (DEHAP), Devrimci Sosyalist İşçi Partisi'nden (DSİP), Sosyalist Emek Hareketi'nden (SEH), Sosyal Demokrasi Partisi'nden (SODEP), Sosyaldemokrat Halkçı Parti'den, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği'nden (MAZLUM-DER) kişiler vardı. Bunların hiçbiri kurumsal olarak, temsilen bulunmuyordu.
Esas olarak, yeni bir toplumsal hareket inşa etmek üzere biraraya geldik. Bir ittifaktan çok, bireylere dayalı bir perspektifi benimsedik. Uluslararası bir metne sahip çıkarak, Türkiye'deki savaş karşıtı hareketin uluslararası hareketin parçası olmasının zeminini oluşturduk.
Eylemler de uluslararası kampanyanın parçası olarak mı düzenlendi?
Sadece 1 Eylül eylemi Türkiye'ye özgüydü. Sonra 27 Eylülü, daha sonra uluslararası 20 Mart eylemini yaptık. Ve çeşitli ülkelerle birlikte "Gelme Bush" kampanyasını yürüttük. Önümüzdeki günlerde iki uluslararası toplantı var: Eylülde Lübnan'da savaş karşıtları toplantısı, Ekimde Londra'da Avrupa Sosyal Forumu. Orada ortaya çıkacak gündeme göre yeni kampanyaları şekillendireceğiz.
Kararları nasıl alıyorsunuz, nasıl çalışıyorsunuz?
İlk imzacılarımızdan oluşan bir Küresel BAK Meclisi var. Karar alma mekanizmamız, 159 kişiden oluşan bu meclis, İnternet kanalıyla yeni kampanyaların ne olması gerektiğini tartışıyoruz. Şu an sürdürdüğümüz bu tartışmaların sonuçlarını 159 kişinin toplandığı meclise getireceğiz.
Bu 159 kişi fiziken bir araya geliyor mu, yoksa her şey İnternet üzerinden mi yürüyor?
İnternet üzerinden tartışmaların bir aşamasında, 159 kişinin katılımına açık olarak, üç-dört ayda bir toplanıyoruz, kampanyaların politik içeriğini, hangi kampanyanın nasıl yürütüleceğini saptıyoruz.
Kararları oylamayla mı alıyorsunuz?
Hayır, karar genel eğilim üzerine alınıyor. Uluslararası savaş karşıtı hareketin ortak kampanyasını benimsediğimiz için çoğu zaman temel konularda bir tartışma olmuyor. Örneğin, NATO'yla ilgili, "Bush gelmesin" kampanyası için değişik sloganlar önerildi. Bu önerilerin sonucunda ortak irade şekillendi. Hiçbir kararda oylama yapmıyoruz.
Fikir birliği olmadığında ne oluyor?
Ya tek tek arkadaşlar kendi söylediklerinden feragat edip geri çekiliyor ya da ikna etmeye çalışıyoruz, ikna edemediğimizde, ciddi bir direnç, ciddi bir karşı duruş varsa, o iş yapılmıyor.
"Gelme Bush" sloganı böyle mi belirlendi yani...
Geçen sene Ekim ayında, NATO zirvesinin burada yapılacağını ve Bush'un geleceğini öğrenmiştik. Benim de içinde yer aldığım yürütme kurulu bir hazırlık toplantısı yapmıştı. Aralık ayında meclis toplantısında tartıştık.
O toplantıda, bir dizi slogan önerilmişti. Kampanyayı yürütecek kurula sloganı belirleme inisiyatifi verildi. Zaten o slogan Bülent Erkmen'e aittir. Yürütme toplantısına geldi, ona fikri anlattık. O da birkaç reklamcı arkadaşla birlikte düşündü taşındı, bunu önerdi, biz de kabul ettik. Logoyu da yapan odur.
O sloganı fazla naif ve yumuşak bulanlar da oldu, öyle eleştiriler geldi mi?
Evet. BAK dışından, "gelme" çok kibar, çok naif değil mi diyenler oldu. Bizim temel amacımız toplumun en geniş kesimini harekete geçirmek olduğu için bunu en güzel, en çarpıcı bir biçimde hangi laf etrafında yapabiliriz düşüncesindeydik.
BAK'ın kuruluş felsefesi açısından, geçmişteki mücadele geleneklerini reddetmeden, ama onları aşmaya çalışmak, yeni sürecin, küreselleşme karşıtı hareketlerin yeni söylemlerini, tarzını bulmak çok önemli.
"Gelme Bush" çağrısı etrafında NATO'nun bir savaş örgütü olduğunu, dağıtılması gerektiğini anlattık. 27 Haziran'daki mitingimizde, Bush gelmişti artık, "Bush defol" sloganı da atıldı.
Bu denli Bush odaklı eleştiriler, kampanyalar, aynı zamanda ABD'nin ve müttefiklerinin politikalarının ve dünyadaki yerinin görülmesini engellemiyor mu? Bush değil de Al Gore olsaydı ne değişecekti ya da önümüzdeki seçimleri Kerry kazanırsa, ABD'nin politikaları, NATO'nun durumu ne kadar farklı olacak?
Neo-liberal politikalara 11 Eylül sonrasında askerî bir yan eklenmiştir. Bush ve Bush yönetimi bunun simgesidir. Bundan sonra gelecek olan bir siyasetçi de aynı politikayı devam ettirebilir.
Ama şunu görelim, bugün Amerika'da da 11 Eylül sonrası uygulamaya konan politikalar tartışılmaya başlandı, günah keçileri bulmaya çalışıyorlar. Son Senato raporunda Irak saldırısının günahı ClA'ya yıkıldı. Emperyalist ABD politikalarını kökten değiştiren bir şey olmamıştır, bunun kendisine tabii ki karşı çıkmalıyız ama, 11 Eylül sonrasında ABD'nin izlediği politikanın değişimini görmeden de çok fazla yol alabilmek mümkün değil.
Şunu sormak gerekir: Bush değil de başka bir yönetim iktidarda olsaydı, bütün dünyanın ve kendi kamuoyunun Vietnam'dan sonra ilk defa bu denli güçlü bir şekilde karşı çıktığı politikaları, yöntemleri bu şekilde yürütür müydü?
İngiltere'de de çok güçlü savaş karşıtı tepki vardı, üstelik İşçi Partili olan Tony Blair ülkesindeki ve bütün dünyadaki karşı çıkışa aldırmadı, Bush'tan farklı davranmadı... Ne olup bittiğini anlamak ve ona göre tavır almak açısından, simge olarak dahi olsa Bush'a odaklanmak sakıncalı değil mi?
Tabii tek başına Bush'la açıklamaya kalkarsak, öyle bir sakınca var. Ama mesela şu soruyu sorabiliriz: Saddam olmasaydı savaş olur muydu, emperyalistler bu kadar rahat saldırır mıydı?
BAK olarak şöyle düşünüyoruz: Bugün ABD'nin neo-liberal ve militarist politikalarının simgesi, bunları yürüten Bush ve yönetimidir. Geniş kesimler açısından önde olan, bu politikayı uygulayanlardır. Biri ABD'nin tüm emperyalist politikalarına karşı çıkmayabilir, ama Irak saldırısına karşı çıkıyor. Savaş karşıtı hareketin daha güçlü olabilmesi için onlarla yan yana gelmek gerektiğini düşünüyoruz. Çok somut bir örnek var, 1 Mart'ta savaş karşıtı hareket AKP'nin Meclis'ten tezkereyi çıkartmasına engel olmuştur. AKP'nin kendi seçmeni, parti içindeki farklılıklar, milletvekillerinin tutumları bunda pay sahibi değil midir? AKP seçmeninin bir kısmı şöyle düşünüyordu: "Iraklılar Müslüman, biz Müslümanız, Müslüman Müslümana kurşun sıkar mı?"
Geçmişteki mücadele geleneklerini reddetmeden, ama onları aşan, yenileştiren tarzlar bulmalıyız dediniz. 27 Haziran'da Kadıköy'deki mitingde kürsüden yapılan konuşmaları, örneğin "Güneşi zaptedeceğiz, güneşin zaptı yakın"ın and içercesine okunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
O konuşmayı yapan arkadaşın da, mitingde konuşma yapan diğer arkadaşların bir kısmının da mitingin esas konseptine uygun konuşmalar yapmadıklarını düşünüyorum. Orada NATO ve savaş karşıtı bir iş yapıyorduk, farklı bir politik kürsü haline dönüştürülmesi doğru değildi.
Yine de, Türkiye solunun da, toplumsal muhalefet hareketinin de önemli oranda değişmeye başladığını düşünüyorum. Savaş karşıtı ve küreselleşme karşıtı hareketler değişime yöneltti. 10-15 yıl önce böyle geniş konseptte eylem yapabilmek sol için, sosyalistler için pek mümkün değildi. Bugün bir kesim buna karşı olsa da, bir kesim başka bir dünya kurabilmek için başka tür bir mücadele, başka tür bir çalışma tarzı, örgütlenme anlayışı ihtiyacında hemfikir.
Bir de şunu söylemek istiyorum: 27 Ha-ziran'daki miting için çağrıyı son üç gün içinde yapabildik. Bizim handikaplarımızdan biri de bu. Halbuki yurtdışında kampanyalar için aylar öncesinden çağrı yaparsın, nereye çağrı yaptığın bellidir, insanların nasıl geleceği, orada ne olacağı, nasıl yapılacağı bellidir.
NATO zirvesinin ne zaman yapılacağı aylar öncesinden belliydi, niçin bunlar son üç güne kaldı?
Bu mitingi organize eden beş emek örgütü, üç savaş karşıtı platform vardı. Bunların arasında uzun süre eylemin yapılış biçimi, yeri, zamanı tartışmaları oldu. İstanbul emniyetiyle mitingin organizasyon komitesi anlaşmıştı; sonra devlet Ankara'dan müdahale etti. Ama devletin müdahale etmesi bir mazeret olmamalı. Ona yol açmayacak tarzda mitingi yapabilmeliydik. Nisan-mayıs ayında şurada şöyle bir miting yapacağız demeliydik. Biz aylarca, mitingi orada mı yapacağız, burada mı yapacağız, öyle mi yapacağız, böyle mi yapacağız diye tartıştık, bu yanlıştı. Kendi aramızda aşamadığımız ilişkilerle, zorluklarla uğraşmaktan işin kendisine daha az zaman ayırabiliyoruz, bu da bizim tuhaflığımız.
Savaş karşıtı güçler ve bireyler bir araya gelip bir parti ya da örgüt kurmayacaklar; bu kadar sıcak ve acil bir konuda, bu kadar genel kabul gören bir ortak payda varken, bir platform altında toplanamamak nasıl beceriliyor? Niçin üç tane savaş karşıtı platform var ve onlar içinde de işler bu denli zor yürüyor? Ayrışmalar neden oldu?
Savaş karşıtı hareketin nasıl inşa edileceğine ilişkin bir dizi tartışma yaptık, ama o tartışma yeterince olgunlaşmadı. Ben esas olarak sola hakim olan sekterizm denen politik hattın neden olduğunu düşünüyorum. Farklılıklar vardı, mesela savaş karşıtı güçlerden bazıları, bunun politik bir sorun olduğunu ve politik bir araçla mücadele edilebileceğini düşünüyorlar. Bir kısmı da sadece solun bir araya gelmesini önemli buluyor.
Savaş karşıtlığı kendini solda olarak tanımlamaktan daha geniş bir şey değil mi?
BAK solun bir araya gelmesinin anlamlı bir iş olduğunu, ama solun büyüyebilmesinin, küresel saldırılara cevap verebilmenin yolunun yeni bir toplumsal hareketin inşasından geçtiğini düşünüyor. Bu açıdan çalışma tarzı, mücadele anlayışı olarak bir farklılık var. Örneğin, NATO ve Bush Karşıtı Birlik daha çok sol gruplar, sol partiler arasındaki ittifak üzerinden kurulmuştur. BAK böyle bir şeyi reddediyor. Bugün esas olan varolan örgütlü güçlerin harekete geçmesi değil, örgütsüzlerin harekete geçirilmesi, sessiz kalanların sözünü söyleyebileceği bir zeminin yaratılmasıdır. Sadece savaş karşıtları arasında değil, emek güçleri arasında da biz eylemin neresinde olacağız, esas rol kimde olacak tartışmaları var.
Sizin bu süreçte izlediğiniz seyir nasıl oldu?
Haluk Ağabeyoğlu: (NATO ve Bush Karşıtı Birlik katılımcısı) Sosyal demokratlardan bütün sola, komünistlere kadar, sadece solla da sınırlı olmayan bir yelpazede, siyasal İslâm da dahil hepimizin içinde yer aldığı Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu kurulmuştu.
Tahmaz: 2002 ekim ayındaki bir konferansla başlıyor, iki gün süren bir konferans düzenlendi. Bütün sol çevrelerden insanlar konuşmacı olarak katıldı. Savaş karşıtı bir platform oluşturuldu. Sonra, siyasal İslamcıların, tek tek bireylerin, meslek odalarının, turizmciler derneğinden reklamcılar derneğine çok çeşitli kesimlerin katıldığı 159 imzacısı olan Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu oluşturuldu.
Ağabeyoğlu: Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu, Irak'a saldırının ufukta gözükmesiyle başlayan savaş karşıtı, anti-emperyalist sürecin ortaya çıkardığı bir meyveydi. Bu çalışma hâlâ aşılamadı; geldiği en iyi nokta da 1 Mart'ta tezkerenin reddine yaptığı katkıdır.
2002'nin son çeyreğinden, 2003'ün martına kadar altı ay boyunca bütün bu muhalif güçlerin bir arada olma, birbirlerini tanıma, bir arada, yan yana iş yapabilme iradesi göstermesi çok önemlidir. Bu dönemde bir sürü zaafı olmuştur, çok daha iyi olabilmesini engelleyen bir sürü bildik problemler vardır, ama sonuçta, bir toplumsal vaka olarak ortaya çıkmıştır.
Ankara'da 80 bin kişilik bir miting yapmıştır. Ve önemli olan, bütün emek örgütleriyle birlikte yürümüştür hareket. Marttan sonra, değerlendirme sürecine girelim dendi. 2003 1 Mayıs sonrasında, değerlendirme sürecinde de Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu parçalandı. Parçalanmanın ortaya çıkardığı iki şey var: Biri Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, öbürü de Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu'nda kalanlar.
NATO ve Bush Karşıtı Birlik burada nerede duruyor?
Ağabeyoğlu: Amaç olarak NATO zirvesine karşı örgütlenmiş bir birlik bizimki. Savaşa Hayır Koordinasyonu dağılınca, bazı arkadaşlarımızın öne düşmesiyle, emek örgütlerini ana güç olarak işin içine katmayı hedefleyen bir birlik oluşturuldu.
NATO ve Bush Karşıtı Birlik aslında savaş ve işgal karşıtı hareket birden fazla mecrada akmakta olduğu için bir araya geldi. O anlamda kendisi bizatihi bir yapı olarak ortaya çıkma amacı gütmedi, ikiye ayrılmış olan mecranın birleşmesine katkıda bulunmak üzere ve NATO ve Bush'a karşı, emperyalizmin bu zirvesine karşı ve işgalin aldığı duruma karşı güçlerin bir arada işler yapması gerekliliği üzerine geçici olarak kuruldu. Platformları, güçleri bir araya getirmeyi amaçladı.
Ama sonuçta, kendisi de savaş karşıtı, zirveye karşı duran bir yapı haline geldi. Ama bu haliyle sona ermiştir. Değerlendirme yapıldı ve bunda mutabık kalındı. Ama bundan sonrasında, karşısında yer aldığımız emperyalist saldırganlığın yeni politikalarına göre, bu güçlerin tekrar biraraya gelmesi elbette olasıdır.
Peki bu parçalanmanın nedeni neydi?
Bizce anlamı, mesnedi olan bir parçalanma değildir bu. "Çeşitliliğimiz var" diyoruz ve şuraya geliyoruz: "Bu öyle bir çeşitlilik ki, beraber yürüyemiyoruz". insanlar, gruplar -grup derken, dernek, sendika, parti vs. hepsi- sonuçta tarz ayrılıklarını ifade ediyor.
Bu meşakkatli bir yürüyüş, ama sonuçta koskoca bir ortak payda var: Bir saldırıya, emperyalist bir saldırıya karşı olmak. Biz SEH (Sosyalist Emek Hareketi) olarak her iki platformda da yer aldık. Çünkü ayrışmayı anlamlı görmüyorduk.
Sonuçta, ayrışmadaki temel tezler neydi?
Şöyle bir ifade olmuştu mesela: "Burayı sol bastı". Bunu söyleyen de bir solcu arkadaşımız. Solcu bir arkadaşım "burayı sol bastı" diyerek bir ayrışma temeli koyuyorsa...
Sorunuz anlamlı da, bu soruya benim doğru dürüst bir cevabım yok. Zaten bu cevabı bulamadığımız için her ikisinde de yer aldık. Böyle işler içinde örgüt, parti, grup, birey olarak kendimizi gerçekleştirmemiz, ortak paydayı örgütleme işinin önüne geçiyor. Acı olan bu. Şöyle söyleyeyim: Türkiye'de Özalist bir sol var.
Özalist soldan ne kastediyorsunuz?
Bu memlekette kapitalizmin getirdiği en bireyci, yanındakinin cesedine bas yüksel, firmanı yürüt, vergini verme, öbürünün arkasından dolan, puan al düzeyi...
Doğru anlamda olmayan bir bireycileşme, şirket yaşam tarzı, rekabetçilik, bütün yaşam ilişkilerinin toplumsallıktan, dayanışmadan, paylaşmadan koparıldığı bir süreç. Topluma enjekte edilmiş bir Özalizm.
Sol, muhalif güçler her zaman topluma benimsetilen sistemlerin, anlayışın, mevcut yapının, ilişkiler biçiminin bir-iki gömlek üzerinde olmak zorundadır. Olursa, dönüştürücü olur, çünkü sol sistem tarafından tanımlanan değil, sistemi dönüştürendir.
Bence muhalif hareketler olarak biz bu Özalizmden etkilenmiş durumdayız; yaşam tarzımıza, düşünme tarzımıza Özalizm sirayet etmiş. Koskoca ortak paydamız varken, "ben şu mitingde bayrak gösterdim, onun bu mitingde kameranın gözüne soktuğu bayrak daha öne geçti" üzerinden kurulan bir dünyada yaşamaya başlıyoruz. Bu tamamen rekabetçiliktir. Bu yüzden ayrışıyoruz.
Halkın özne haline getirilmesi çok önemli, ilk altı aylık dönemde, İstanbul'daki 900 civarındaki muhtara Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu çağrı çıkarttı, bunu mahallelerimize taşıdık. Biz hep böyle emek yoğun işleri savunduk. Muhtar, sonuç olarak, mahallede insanlarla ilişki halinde.
Herkeste bir anti-emperyalist bilinç var. Muhtarlarla toplanacak potansiyele varman, buna kafa yorman çok önemli. Ve buna devlet de uyandı. TMMOB'da yapılacaktı toplantı, sokaklar zaptedildi, çevik kuvvet tabur tabur, bina çevresinde gövde gösterisi yaptı. Toplantıya gelen 35-40 muhtar da korktu, geri kaçtı.
"Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu başbakanın dediği gibi marjinallerden oluşan bir şey değil, doğrudan halkı özne haline getiren bir harekete girişiyor" sinyalini aldı devlet. Ve gövde gösterisi yaptı.
Ayrışacağına, o muhtarlar hareketini ikinci defa toplamak için uğraşacaksın. Bu, şunun için önemlidir: NATO'ya karşı 27'sindeki miting de ve asıl, zirve günleri 28 ve 29'undaki protestolar da çok önemlidir. Okmeydanı'ndaki direniş de, Mecidiyeköy'deki saldırıya karşı duruş da sonuna kadar meşrudur.
Bunların yapılması olumludur, ama bizlerin kadro hareketleri olarak, içinde halkın olmadığı hareketler olarak yapılmıştır. Size yaptırılmayan muhtarlar toplantısını bir daha toplayacağım diye irade gösterip devam ederseniz, ayrışmanıza hiç gerek kalmazdı ve bu karşı duruşları da kitlesel yapmanızın imkânı doğardı.
Bu niye yapılmıyor, çünkü muhtara gidip haber vermekte, onları bir araya getirmekte bayrak yarıştırma hususu, grup rekabetçiliği yok.
Tahmaz: 1 Mart'ta Ankara'daki eylem de çok önemli. Örgütlü kesimlerin bir yığın direncine rağmen, uzun bir kampanya, "halka sor" kampanyası sürdürülmüştü, karda kıyamette imza kampanyaları yaptık. Birlikte, bir hedefe yönelik bir faaliyet sürdürüldü.
1 Mart eylemini anlamlı kılan, örgütlüler değil, örgütsüz vatandaşların gelişidir. Türkiye'de ender gördüğüm bir katılım vardı. Örgütlü arkadaşlar bunu göremediler.
Ayrışmanın saikleri konusunda siz de aynı fikirde misiniz?
Ben ayrışmanın sahici olduğu kanısındayım. Solun mutlaka ve mutlaka her koşul altında bir araya gelmesinin gerekli olmadığını düşünüyorum. Bir araya gelince, önce bildiri metni üzerine uzun bir tartışma, afiş üzerine bir tartışma, kim konuşacak derken, kampanya bitiyor zaten.
Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu, savaşı engelleme çabalarından biri olarak kurulmuştu. Savaş bitip işgal başladığında, yeni bir konsept geliştirelim dedik ve değerlendirme sürecinde, iç sorunlar öne geçti. Örneğin, Marcos'un imza attığı metni Türkiye'de solcular reformist bularak imza atmaya tenezzül etmedi. Böyle bir politik kültürün olduğu yerde tartışma olgunlaşmadan ayrışmaya gidildi.
Ben de siyasî bir partiden geliyorum, ÖDP'liyim, arkadaşların önemli bir kısmı da siyasî gruplardan, ama örneğin Rüstem Batum bir sol gruptan gelmiyordu, biz Rüstem Batum'un orada varolma koşullarını zorlaştırıyorduk. Bunu yapmaya hakkımız yok.
Bir hareketin inşasını mı öne alacağız, yoksa kendi grubumuzun inşasını mı? Ben ayrışmanın burada yattığını düşünüyorum.
Arkadaş, 28 ve 29 Haziran'da yapılan etkinlikler 27'sindeki kadar önemliydi diyor. 29'unda, Galatasaray postanesinin önünde bir şey yaşadık, Türkiye solunun örgütlü kesimleri için acıklı bir şeydir. 30'a yakın siyasî grup vardı, toplam 300 kişiydi. Ayrıca, KESK bir eylem çağrısı yaptı. KESK'İ desteklemek için gittim. KESK'in bayrağından çok, başka siyasî grupların bayrağı vardı. Eylem sona erdi, KESK genel başkanı eylemin bittiğini söylüyor, "yok efendim, biz Taksim'e yürüyeceğiz". Devrimcilik bu mu, solculuk bu mu, küreselleşme karşıtlığı bu mu? Bu bize zarar veriyor.
Sonra, "KESK'in eyleminde olay çıktıya dönüşüyor iş. Politik kampanyayı farklı farklı yürütebiliriz, ama aynı ırmağa akıtmayı becerebilmeliyiz. Son büyük eylemimize herkesi getirebilmeliydik. "Ey vatandaş, Bush'un zulmüne karşıysan gel. NATO'ya karşı olmayabilirsin, ama işgale karşıysan gel." Görünürde 27'sinde iyi bir miting oldu, ama ocaktan beri "Gelme Bush" kampanyasını sürdüren bir birey olarak "ben altı ay bunun için mi çaba sarf ettim?" sorusunu soruyorum.
Sonuçta genel eleştirilerinizde aynı noktadaymışsınız gibi...
Ben sekterizm kavramını kullanıyorum. Haluk, savaş karşıtı mücadelede, solun bütün kümelerinin 27 Haziran mitingi bir arada olması gerektiğini düşünüyor. Ben öyle düşünmüyorum.
Ama bu kadar genel kabul gören bir ortak payda varken...
Bu dünyanın hiçbir ülkesinde gerçekleşebilir bir şey değil. TKP diyor ki, "savaşı, emperyalizmi durdurmanın yolu siyasî örgüt olarak mücadele etmektir". Onlara "illa gel, bu şemsiye altında birleş" diyemezsiniz.
NATO ve Bush Karşıtı arkadaşlar, solun örgütlü kesimlerinin birliğini önemsediler. Halbuki, ÖDP'nin, DSİP'in, KESK'in, EMEP'in, SEH'in örgütleyemediğini, harekete geçiremediğini harekete geçirmek önemlidir.
Küreselleşme karşıtları nasıl miting yapıyorlar, içlerinde anarşistleri var, dincileri var, sosyalistleri, solcuları, sosyal demokratları var...
Türkiye'de savaş karşıtı hareket sosyal demokrasiyi kapsayamamıştır. Bizim sosyal demokrat hareketin yapısından kaynaklanan nedenler de var. MAZLUM-DER'in pankartını gördüğünde mitinginde, "şeriatçılar!" diye nutuk atmaya başladığın zaman olmuyor. Adamlar Bush'a "gelme" diyor, NATO'ya "Irak'a müdahale etme", AKP'ye "işgale ortak olma" diyor. "Irak'ta şeriat kuralım" sloganı atmak için gelmemiş.
Ağabeyoğlu: Bir taraf siyasal İslam'ı, turizmciyi, Rüstem Batum'u içermek istiyor, diğer taraf buna karşı gibi bir durum yok kesinlikle. Bizim muhtelif yamuklarımız var. Bir örnek daha vermek istiyorum. Tandoğan mitinginde, oylamaya yarım saat kala yanımıza gelen ve "merhaba, biz sizinle beraberiz, benim oyum hayır" diyen AKP milletvekiline "Yuh! Şeriatçı" diye bağıran vatandaş vardır bizde, TKP'li arkadaşlar. Yani büyük aymazlık.
Tezkere, biliyorsunuz, red de olmadı, kabul de aslında, sayı yeterli değildi, son derece bıçak sırtı. Adam "benim oyum hayır" deyip Meclis'e oylamaya gitmek üzere gelmiş, otuz-kırk ya da yüz kişi birden yuh çekince, "ulan Allah belasını versin, ben bunlarla mı beraber olacağım? dese, beyaz oy verse, gitti iş. Neyse.
Bu işin halka mal olması, halkın özne olması lazım. Bunun büyük bir ortamı var. Uyumakta da olsa, anti-emperyalist bilinç var. Beşiktaş'a gidip stand açarak insanların yakalarına siyah kurdele taktığın zaman, pazardan alışverişini yapmış, yapamamış, filesini dolduramamış kadın yanındaki torununa, "tak kızım tak, biz de bir şey takalım artık" diyor büyük bir heyecanla. Halkın özne kılınması böyle bir şeydir.
35 gün çalışıp İstanbul'daki üç milyon haneden 500 binine siyah bez astırabilsen, bu sayı derhal ikiye katlanırdı, Kadıköy mitingi de daha kalabalık olurdu.
Tahmaz: 27 Haziran mitingine çağrı için hep beraber parasını verdik, afiş bastırdık, değil mi? Kaç tanesi asıldı? KESK'te yığılı duruyor. Hiçbir örgüt asmadı. Çünkü her örgüt kendi afişini yapıp asmayı ilke edinmiş.
Bütün bu konularda anlaşmıyor musunuz?
Yok, farklı düşünüyoruz.
Ağabeyoğlu: Niye farklı olalım, bu konudan ben de ıstıraplıyım, sen de.
Tahmaz: Hayır, ben yanlış bir iş olduğunu düşünüyorum. Benimsemediği afişi insanlara zorla astıramazsınız. O mitinge hangi politik içerikle çağıracaksa, kendisi çağırsın.
Savaşa karşı bir miting için bu gruplar ortak bir afiş yapamıyorlarsa, bu başlı başına bir sorun değil mi?
Tahmaz: Sorun tabii.
O zaman, bunu aşmaya çalışmak gerekmiyor mu?
Tahmaz: Ortak kampanyayı birlikte organize edelim diyor Haluk. Ben de diyorum ki, ortak miting yapmak başka bir şey, bütün kampanyayı solun bütün kesimlerinin ortak yürütmesi başka bir şey.
Bu eylemlerin o kadar kitleselleşememesinîn, sizin dediğiniz gibi örgütsüzleri kapsayamamasının bir nedeni de zaten mesela orada bir Kaldıraç afişi, burada bir ÖDP afişi vs. olması değil mi? Bu kadar genel bir ortak paydada bir afiş yapamamak büyük sorun değil mi?
Tahmaz: Bu sizin için öyle, o gruplar için değil.
Ağabeyoğlu: Dünyanın başındaki en büyük bela ülkenize geliyor, buna verilebilecek en büyük, en iyi cevabı örgütleyebilecek bir toplumsal coğrafyadayız, karın altında uyuyan ümit anlamında bir bıkmışlık var bütün düzenden. Buna karşı durmanın hakkını verecek işleri yapabilmeliyiz. Duruşunuz bu büyük sorumluluğa denk olmalı. Çok hakkıyla yapamadık bunu, daha iyisinin olabileceğini söylüyorum.
Irak savaşı Türkiye'nin yanıbaşındayken, bunun parçası olan Ortadoğu politikaları Türkiye'yi de içeriyorken, en geniş katılımlılarında bile Atina'daki, Londra'daki, Paris'teki kadar bir kalabalığın burada olamamasını anlattığınız daha çok sol içi sorunlara mı bağlıyorsunuz?
Ağabeyoğlu: Mümbit bir toprak var burada, insanların içlerinde duydukları anti-emperyalist aidiyeti ortaya dökmek emek istiyor. Ama şöyle olmaz; tamam kabul ettik beraber yürüyemiyorsunuz; ama biz şuna dahi tanık olduk:
BAK ve Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu ayrıştığında, birbirlerinden bir Barışa Rock konserini dahi esirgemişlerdir. O zaman BAK'ın Yürütmesinde bulunuyordum, üç arkadaş geldi, "Coca Cola konser yapıyor, biz de karşı konser yapacağız" diye.
Şahane bir fikir. Çok önemsediğim muhtarlar toplantısı, siyah bez asma gibi... Düşünsenize, binlerce genç düşünecek, oraya mı gidecek, buraya mı gidecek?..
Önce, "tamam yapın, biz bakarız" tavrı oldu. Sonra "Haluk, sen bunların toplantılarına git" dendi. Gittik, bin tane yapılacak iş var: İç mekân afişleri asacaksın, tanıtım yapacaksın, karşı konseri boşaltacaksın, Biletix'te bilet satılıyorsa önünde bildiri dağıtacaksın...
Ben de "çok hayırlı düşünmüşsünüz, bunun için çok emek lazım. Buna katkıda bulunabilecek bir yapı da Koordinasyondur, bu projeyi onlara da anlatabilirsiniz arzu ederseniz" dedim. "Ya ne iyi olur" dediler.
Ertesi hafta, BAK'ın toplantısına gittiğimde "BAK'a önerilen şeye Koordinasyon'u nasıl dahil etmeye kalkarsın, Koordinasyon BAK'ın konserine nasıl destek verebilir!" diye eleştiriyle karşılaştım. Bir konseri birbirinizden esirgeyen tavra sahipseniz, 27 Haziran mitingi de iyi örgütlenemedi diye yanarsınız.
Tahmaz: Dünyanın hiçbir ülkesinde senin dediğin gibi olmuyor bu işler.
Ağabeyoğlu: Affedersin ama, Londra'da iki milyon kişi yürüdü.
Tahmaz: Otuzar kişilik gruplar oturmuş, "bizim bir araya gelmemiz önemlidir" diyor. Ben de diyorum ki, "senin otuz kişilik grubundan daha büyük bir toplum örgütsüz. Bunları örgütleyecek misin, örgütlemeyecek misin?" Marcos'un imzaladığı metne reformist diyorlar, İstiklal Caddesi'nde parti binası açmak devrimcilik, Marcos reformist oluyor.
Solun önemli bileşenleri, kendi tabirleriyle örgütlü kesimlerin yüzde 99'u NATO ve Bush Karşıtı Birlik'te yer aldı. Arkadaşlar insaf, dönelim bakalım örgütlenen eylemlere.
Artık başka bir boyuta geçsek: Arundhati Roy Agora'dan çıkan "Ya Çek Defteri, ya Cruise Füzesi" adlı kitapta şöyle diyor: "Hintlilerin tuz üretmek için denize doğru yaptıkları yürüyüş, tuz yürüyüşü, tuz vergisine vurulmuş bir darbeydi. Sadece sembolik bir hafta sonu yürüyüşü değildi, sömürgeci rejimin ekonomi politikalarını yüreğinden vuran bir darbeydi. Fakat şiddet içermeyen direniş hareketinin evrimi, gittikçe daha çok sembolik hale gelmek ve gittikçe daha az gerçek olmak şeklinde oldu. Sonuçta da hareket etkisizleşti. Bugün yapılmakta olan yürüyüşler, söylenen şarkılar ve düzenlenen toplantılar, bunların hepsi çok güzel, ancak bunlar genellikle kendimize yönelik yaptığımız şeyler. Eğer bütün enerjimizi bu tür şeylere harcarsak, düzene, imparatorluğa gerçek anlamda zarar veremeyiz..." Bu eleştiriye, eylemlerin giderek salt simgesel olması ve etkisizleşmesi eleştirisine katılıyor musunuz?
Ağabeyoğlu: Bu çok önemli. Simgesel olmak ya da kitlesel olmak arasındaki geçişkenliklerin önemi var. Sonuçta, Türkiye'de 27, 28 ve 29 Haziran'da gerçekleştirilen protestoların neticesinde, Irak'ta üç vatandaşımız serbest bırakıldı. Bunu müthiş bir başarı olarak söylemiyorum, ama dünyada birilerinin o simgeye baktığını ifade eder. Kara mizah da yaşandı, milletin gözüne biber gazı sıkan devletin bir bakanı da göstericilere teşekkür etti...
Roni Marguiles, Bcpress'teki yazısında, Londra'deki iki milyon göstericiye işaret ediyordu. Bu yüzden Blair politikasını değiştirmedi ama, mealen hatırladığım kadarıyla, düzen çatlamıştır, sistemde bir gediktir, yenilgi sürecinin bitişinin bir aşamasıdır diyordu...
NATO kararları Alaska'da da alınabilirdi, İstanbul'da alınmasının tek sebebi vardır. Yine müthiş bir simge. Dünyanın en büyük halkla ilişkiler faaliyeti gibi de düşünebilirsiniz: Bush'un Ortaköy camii ve köprü fonunda çektirdiği fotoğraftır, İstanbul olmasının sebebi budur. Bütün Arap aleminin ve dünyanın aklına nakşedilmiş bir fotoğraf oldu. Şimdi bunun karşı fotoğrafı vardır.
Bütün bunları geliştirmeliyiz. Mesela benim önemsediğim, evlerden siyah bez sarkıtma projesi: Gazi Mahallesi'nden Elmadağ'a kadar bunu yapabilseydik, bu da bizim Bush'un fotoğrafının karşısına koyduğumuz fotoğraf olurdu, zirve biterdi. Dünyanın aklına bu da nakşolurdu. Adamlar "güvensiz bir ortam" der bir kere.
Bu siyah bez olayını bize esinleten şey de Mehmet Ali Alabora'nın Gaziosmanpaşa'da katıldığı bir BAK toplantısıdır. Orada da çarşaf sarkıtmayla ilgili konuşmalar olmuştu. Bu şehirde 500 bin evden bez sarksa, hemen kar topu etkisiyle ertesi gün 1 milyonundan sarkar. O zaman başbakan "bunlar marjinal işler" diyebilir mi?
Bu memlekette biz çok daha büyük ve etkili eylemler yapabiliriz. Çünkü burada emperyalizm sömürünün ta kendisidir. Tamamen içsel bir şeydir, halkın ekmek mücadelesinin karşısındaki düşmandır. Bize "marjinaller" dedirtmeyecek emek yoğun işler yapmak durumundayız.
Tahmaz: Tartışma burada zaten, kimse halkı özne yapmayalım demiyor, ama nasıl yapılacak?
Ağabeyoğlu: NATO ve Bush Karşıtı Birlik'ten arkadaşlar, siyah bez asmayı benimsiyor, bunu duyunca Rüstem Batum'un da hoşuna gidiyor ve bir BAK toplantısında öneriyor. Salondan geniş bir destek geliyor. Ama divanda oturan birkaç arkadaş karşı çıkmış. "Bu sol bir eylem" denmiş, izahı yok, anlayamadım. Bunun nedeni sadece o fikrin orada üretilmemiş olması.
Genel zaafları, sorunları anlatıyorsunuz, farklılıklar olsa da ortaklaştığınız çok şey var gibi geliyor bize. Bu sorunların farkında olan, bunları dile getiren insanlar olarak çok azınlıkta mısınız?
Tahmaz: Bir defa aynı yerden bakmıyoruz. Sizin nüans olarak gördüğünüz şey önemli, İspanya'da savaş karşıtları mı kazandı, anti-emperyalistler mi kazandı? O diyor ki, anti-emperyalistler kazandı. Kusura bakmayın, aynı şeyi söylemiyoruz. Ben savaş karşıtları kazandı diyorum, işte bütün solla aramızdaki fark bu. Savaş karşıtlarının içerisinde anti-emperyalist olmayanlar da var...
Ağabeyoğlu: Halk abi, halk.
Tahmaz: Halk anti-emperyalist filan değil, hayal görmeyin, bu solcu kafası. Irak'ta savaşa hayır diyen, NATO'ya hayır diyen insanların hepsi anti-emperyalist midir? Gözünüzü seveyim. Buradan baktığınız için batıyoruz, büyüyemiyoruz. Kendimizle yüzleşmekten korkuyoruz. Politik kültür farklılıkları var. Bir imza metnini ortak kaleme alamıyoruz. Anlaşamıyorsak, sen ayrı imza topla, ben ayrı toplayayım, ama sonuçta bütün dereleri bir yere akıtalım.
Siyasal İslâm'da da aynı sorunlar var. Televizyonda nasıl, ne kadar göründüğünü dert ediyor adam. Bu medyaya oynamaktır. Onlar da tabanlarını harekete geçiremediler. Her şeye, bütün eksiklere ve zorluklara rağmen, Türkiye'de toplumsal muhalefetin büyük oranda daha eleştirel yaklaşmayı öğrendiği bir süreç yaşıyoruz. Bu iyi bir şey. Bunu geliştirebilmemizin, dünyada olup biteni anlamanın ve müdahale etmenin koşulu, dünkü ufkumuzun yetmediğini kabul ederek işe başlamak.
Solun, sosyalist solun probleminin burada başladığı kanaatindeyim. Bizim kültürümüzde bunu sorgulama, kendi sorunlarımızı tartışma zaafları var. Solun kendisini sorgulayışı, kendi dışındaki solu sorgulamaktır.
Savaş karşıtı eylemlilik sürecinin bu sorgulamaya katkıları oldu mu sizce?
Ben olduğu kanaatindeyim. Dinamizmin nerede yattığının, yeni bir hareketin nasıl inşa edilebildiğinin görüldüğü, toplumun geniş kesimlerinin başka türlü bir muhalefet, başka türlü bir örgütlenme anlayışına sempatiyle yaklaştığının görüldüğü kanaatindeyim. (BB)