Bu tanım, hem hak kavramını varolan hukuku düzenine bağlamakta ve hem de, elbette bu bağlantıyı esas alarak, kurulu düzenin kabul ettiklerinin dışında ve özellikle de kurulu düzene muhalif, onu daha geniş bir hak ve özgürlük düzenine doğru değişme yönünde zorlayıcı hak taleplerinin dayanaklarını baştan reddetmektedir.
Başlangıçta, insanları hukuk önünde eşitsiz kabul eden, toplumsal eşitsizliklerin hukuki eşitsizliklerde yansıması, eşitsiz ilişkide üstün olanın ayrıcalıklı da olması gerektiğini benimseyen "feodal düzen"e karşı tüm insanların "doğal haklar"a sahip olmak bakımından eşitliğini vurgulayan insan hakları düşüncesi, bugün artık birçok çağdaş devlet düzeninin önemli bir parçasını oluşturmuş bulunmaktadır. Bir diğer deyişle insan hakları, kurulu düzene muhalif bir fikir ve hareket olarak "doğal hukuk" düşüncesine bağlandığı eski döneme göre, günümüzde artık bir "pozitif hukuk" normu haline gelmiş bulunmaktadır. Bu nedenle de, insan haklarının uluslararası ve ulusal hukuk düzenlerinde korunan menfaatler olarak düzenlenmiş bulunması, bu düzenlemelerin "kadın, çocuk, azınlık" ve benzeri özneler üzerinden ayrıntılı koruma mekanizmalarına bağlanması, insan hakları ile ilgili sorunların kurulu düzen içinde çözülebileceği anlayışını da pekiştirici bir işlev görmektedir.
Buna karşılık, hak kavramının kurulu düzeni hiç değilse rahatsız eden, kurulu düzenin hukuki kalıplarını ve dolayısıyla bu kalıplara bağlanmış bulunan meşruluk zeminini değişmeye zorlayan bir boyutu bulunmaktadır. Hak, kurulu düzenin içerdiği adaletsizliğe karşı bir taleptir ve bu talebin kurulu düzenle uyuşmasını, kurulu düzen tarafından tanınmış olmasını beklemek aslında bu talebin (ve tabii içeriğindeki adaletsizliğe başkaldırının) ciddiyetini inkar etmek demektir.
Türkiye'nin insan hakları kavramıyla olan ve Avrupa Birliği üyeliği perspektifinde "milliyetçi/ulusalcı" hezeyanlara, hezeyanların ötesinde, kurulu düzendeki değişikliklerinin içine "minarenin kılıfı" misali, insan hakları ihlallerini gizleyecek mekanizmalar sokuşturmak, yahut düpedüz değişikliklerin uygulanması geciktirmek veya düpedüz engellemek gibi teşebbüslere vücut vermiş bulunan ilişkisi, bu bakımdan biraz tuhaftır: Bir yanda AB'nin "kurulu düzenine" dahil olma isteğiyle o kurulu düzenin temellerinden biri olan insan hakları standartlarına uyum için kendi iç hukuk düzenini değiştirmek taahhüdü altına girmiş olan Türkiye, diğer yandan Avrupa kurulu düzenine uyum sağlaması halinde kendi kurulu düzeninin temellerini de değiştirmek gerektiğini görmekte ve "milliyetçi/ulusalcı" direnç odakları oluşmaktadır.
Türkiye'nin kendi kurulu düzeni ile Avrupa kurulu düzeni arasında, insan hakları ölçütü açısından teşhis edilebilen bu "tuhaflık", Avrupa kurulu düzeninde, haklar öğretisinin neoliberal anlaşılış tarzının -AB Anayasası'nın hazırlanma, onaylanma ve bazı ret kararları üzerine rafa kaldırılma süreçlerinde de görüldüğü üzere- eleştirisiyle birlikte düşünüldüğünde artmaktadır.
AB kurulu düzeninde hakim konumda görünen neoliberal ideolojinin sol eleştirisi, AB solunun "devletçi" ve "ulusalcı" olmayışı nedeniyle olsa gerek, Türkiye'de hemen hiç yankı bulmamakta; Türkiye, AB içindeki tartışmaları, kendi kurulu düzeninde temelli değişikliklere yol açacak insan hakları reformlarını, "mevcut biçimiyle yeterlidir; daha fazlasını istemeyin!" yaklaşımına tabi kılmak için bir fırsat olarak kullanmaya yönelmektedir.
İnsan hakları kavram ve öğretisinin, buna ilişkin hukuki pratiklerin gelişip kökleştiği, bu anlamda insan hakları fikrinin en ciddiye alındığı bir medeni alan olarak Avrupa Birliği, aslında yeni bir imkan sunmaktadır: İnsan haklarını mevcut haliyle yeterli gören AB içindeki milliyetçi-muhafazakarlar ile AB'yi, klasik insan hakları öğretisinin ulus-devlet içindeki kazanımlarını uluslarüstü bir yeni beraberlik biçiminde daha ileri bir düzeyde gerçekleştirmeye yönelik bir proje olarak kavrayan AB solu arasındaki çatışmada varolan bu imkan, Türkiye'nin uzun bir tarihi süreç içinde ayak sürüyerek yaptığı insan hakları reformlarını yeterli (hatta "çok bile!") gören kurulu düzen yanlısı sağlı sollu politik ideolojileri yüzünden ıskalanacak mıdır? Sorunun cevabı, Türkiye'de insan hakları mücadelesinin politik anlamını ortaya koyabilecek bir alternatif toplumsal muhalefet bloğunun oluşturulma imkanına bağlı gibi görünmektedir.