"Çocukluktan beri hep ötekiyi dert edinmiştim kendime. Çünkü annem babam ayrı olduğu ve annemle birlikte yaşadığımız için toplumun sevileni ama biraz da acınan ötekisiydim. Toplumun bize karşı standartları hep farklıydı" diyor.
Bedroom-pop, elektronik müzik tarzlarında kendi müziğini üreten Müge, şarkılarını biraz da bu deneyimle yazıyor, ama en çok da kadın hikayeleri anlatıyor.
2012'de O Ses Türkiye Yarışması'na katılıp iyi bir dereceyle elendikten sonra kendi söz ve müziklerini yazmaya başlıyor. Bir yandan da TRT Ankara Radyosu'nda TSM Koristliği de yapıyor.
"TRT Ankara Radyosu'nun binasına her girdiğimde heyecanlandığımı hatırlıyorum. Sanki başka bir evrene giriş yapıyor gibi hissediyorsunuz. Türk Sanat Müziği'nin vokal tekniğimi de çok geliştirdiğini düşünüyorum aynı zamanda söz yazarlığı ve beste yapma üzerine de geniş bir literatürle tanışmamı sağladı" dese de daha bu çağı anlatan şeyler üretip onu aşina olduğu müzik türleriyle harmanlamak istiyor.
Ve ilk teklisi "Olsun"u çıkarıyor ve Ankara'da kurduğu ev stüdyosunda bağımsız müzisyen olarak kendi müziklerini üretmeye başlıyor. Bunu "Yollar Evim", "Ankara da Özlemiş", "Beyaz Bralet" gibi şarkılar izliyor. Yeni teklisi "Kırmızı Oje"yi ise nisan ayının başında çıkardı Müge.
"Yeri bende ayrı" diyen ve sözleriyle de dikkati çeken "Yollar Evim"i nasıl yazdığını anlatıyor:
"Şarkıyı Şule Çet Davalarını takip ettikten sonraki süreçte yaşadığım derin üzüntü üzerine bir de Pınar Gültekin'in aramızdan ayrılışıyla hissettiğim karmaşık duygularla yazdım. Her gün ama her gün bir kadın cinayetine uyanıyorduk ve sadece üzgün olmaktan çok yorulmuştum. O nedenle bu şarkıyı dinleyen herkes için mücadele isteği uyandıran, ayakları yere sağlam basan bir şarkı yapmak istedim."
"Eşitlik yoksa aşk da yok"
İlk tekliniz "Olsun"u 2012'de yayınladınız. Nisan ayında ise son tekliniz "Kırmızı Oje" çıktı. Nasıl bir değişime uğradı müziğiniz bu 9 yıl içinde, nasıl evrelerden geçti? Özellikle bu ülkede bir kadın olarak siz nasıl değiştiniz?
"Olsun"u dizi müziği için yapmıştım fakat sonra şirket değişikliği sebebiyle dizide kullanılmadı. Arkadaşlarım da yayınlamamı istediler o yüzden biraz deneysel bir iş oldu benim için. O dönemki ruh halimi de yansıtan bir şarkı aslında.
Genel olarak duygusal bir yapım olduğu için bu kadar duygusal şarkılar yapmak yerine daha farklı şeyler denemek istedim. Türkiye'de kadın olmak oldukça zorlu bir macera iken üstüne şarkıcı ve yalnız bir kadın olmak daha zorlu. Bu mücadele içerisinde aşık olmaya çalışırken hep "şarkıcı kadın", "başarılı kadın" bariyerine takıldığımı farkedince müziğimde korkulacak yanı olmayan özgür kadınların hikayelerini anlatmak istedim. Bu tartışmayı da seks üzerinden ya da tutku üzerinden kuruyorum diyebiliriz. Erkeklerin kadınları her türlü seks objesi olarak kullanarak yaptıkları şarkılar sorun olmazken kadınların aynı şeyi tutkuyu duygudan da koparmayarak yapması yeni bir iş olacaktı çünkü. Dinleyicilerin fark edeceği gibi şarkılarda genellikle kadın olmamdan kaynaklı bir sansür olmadığı gibi arzuların duygulardan da bağımsız olmadığını anlatıyorum. Erkekler yaptığında övülen şeylerin kadınlar yaptığında ayıplanmasına karşı bir duruş bu aynı zamanda. Aşık fakat "eşitlik yoksa aşk da yok" diyen kadın hikayeleri güzelliyorum diyebiliriz.
"Toksik ilişkilerimi, hatalarımı da anlatıyorum"
Toksik ilişkilerimden hatalarımdan da bahsettiğim oluyor tabi ama bütünsel olarak kadınlığın utanılacak bir şey gibi öğretildiği bu coğrafyada kadın olmanın gizli hazinelerinden bahsediyorum. Aşkı, tutkuyu, bağlılığı güzellerken eşitlik şerhi de düşüyorum mutlaka. Bu ülkede kadın olarak yaralandığım yanlarımdan başka insanlar da yaralanmasın diye kendimce çiçekli bahçeler yaratıyorum diyebiliriz.
"Onlar da bizim gibi ötekiydi"
Aslında şarkılarınızda kadın hikâyeleri anlatıyorsunuz. Toplumsal cinsiyet eşitliği, erkek şiddeti ve özgür kadınlar nasıl yer buluyor sözleriniz ve şarkılarınızda?
Çocukluktan beri hep ötekiyi dert edinmiştim kendime. Çünkü annem babam ayrı olduğu ve annemle birlikte yaşadığımız için toplumun sevileni ama biraz da acınan ötekisiydim. Kabaca olacak ama betimlemek için söylemek istedim annem 'dul kadın' ben de 'dul kadın kızıydım' ve toplumun bize karşı standartları hep farklıydı. Bir de şeyi hatırlıyorum annem infaz ve koruma memuru olduğu için cezaevinde seks işçiliği, katiller, hırsızlık, darp gibi birçok suçtan kadının arasında çalışıyordu ve o insanlarla bağ kurabiliyordu. Onlar da bizim gibi ötekiydi aslında biz biraz daha şanslıydık onlardan sadece.
"Kadınları suçlayarak yine erkekliği aklıyoruz"
Haliyle hep ötekinin hikayelerini dinleyerek büyüdüğüm için gece hayatında çalışmaya başlayınca aslında buradaki hikayelerin eksik anlatıldığı fikrine takıldı kafam. Özellikle gece çalışan kadın hikayelerinin ve aynı zamanda aşk hikayelerinin de. En özgür olduğu düşünülen müzik sektöründeki eril sistemin gündelik hayattan hiçbir farkı yoktu mesela. Erkeklikler hep dayanışma içerisindeydiler ve kadınları sadece belli bir yere kadar aralarına kabul ediyorlardı. Yükselmek için cinsel bir obje haline dönüşmeniz gerekti eğer istenileni yapmazsanız şeytanlaştırılıp işinizden ediliyordunuz. Bu nedenle müzik sektöründe hayatta kalmak için erkeklere boyun eğmek zorunda bırakılan bir sürü kadın var. Fakat biz buna neden mecbur bırakıldıklarını konuşmak yerine o kadınları suçlayarak yine erkekliği aklıyoruz.
Benim hikâyem ise biraz daha mücadeleci geçti ve haliyle yüzüme çok kapı kapandı. İstediği şeye dönüşmediğiniz her erkek tarafından nefret objesi haline dönüşüyorsunuz ve sizin başarılı olmanızı istemiyorlar. Aksine başarısız olun ki onlara muhtaç hale gelin istiyorlar. Hatta bunu aşk gibi anlatıp mağdura yatanlarına bile denk geldim.
Tüm bunlar arasında hayatta kalmaya çalışırken ise her şey tamamıyla kötü değil tabi mücadele ederek kazandıklarınız size inanılmaz bir tatmin duygusu sağlıyor.
Ben şarkılarımda şeytanlaştırılan kadınların hikayelerini toplumca şeytanlaştırılan duygularla harmanlayarak güzelliyorum aslında. "Elleri dizimde ah kim karışır?" diyorum mesela Beyaz Bralet'te ya da seksi sadece erkeğin zevk aldığı bir içgüdü olarak öğreten öğretilere inat "Ay dolunay, içimdeki canavarı tutamam, sen yanımdayken, istemediğim tüm günahlara soyunurum, yanacağız ikimizde ateşte zaten." diyorum. Yani cehennemde yanacaksak bile eşit yanacağız başka yolu yok.
Bunu yapmak ise büyük cesaret işi aslında; benim açımdan da zorlu geçiyor. Yakın bir arkadaşım sen aslında minnoş ev kedisisin özel hayatında neden bu kadar radikal bir imaj çiziyorsun demişti. İşte esas mesele bu biraz da; cinsellikten bahseden bir kadını radikal ilan etmeğimiz bir dünya istiyorum. Esasında kadınların dilediği her alanda özgür olabildikleri, özgürce konuşabildikleri o asla üzerine çıkamadığımız camdan tavanları inşa edenlerin başına yıktıkları bir dünya istiyorum. Bu tartışmayı da ötekileştirilen özgür kadın hikayeleri üzerinden kurmaya çalışıyorum.
Camille Claudel, Şule Çet ve Pınar Gültekin
"Yollar Evim" özellikle sözleriyle dikkat çekiyor. "Şimdi benim bu dağların hepsini tırmanmam gerek. Zirveyi görmeden ölmem. Tarih böyle yazsın bizi. Yürürüm yolları bilirim o savaşları ben çocukluktan Adımı sorma, adını koyma kadınsan hep yargılarlar." Heykeltıraş Camille Claudel de fotoğrafıyla şarkıya eşlik ediyor. Biraz bu şarkının hikâyesinden söz eder misiniz? Ve belki diğer şarkılarınızın da...
Camille Claudel'in kardeşi Paul Claudel'in çok sevdiğim bir şiiri var: "Dikenlerim değil beni koruyan diyor gül, yalnızca kokum."
Bildiğimiz gibi Camille Claudel, Rodin'in sevgilisi ve onun talebiyle ömrünü deli damgası yiyerek bir akıl hastanesinde geçiriyor. Rodin'in Camille'in eserlerini kendi eserleri gibi sunduğu da söyleniyor. Düşünsenize sizin kadar yetenekli hatta belki sizden daha yetenekli olduğunu düşündüğünüz üstelik size aşık bir kadını yok etmek ve adının da unutulmasını istiyorsunuz. Bu hikâyeyi Paul'un şiiriyle düşündüğümde beni derinden sarsıyor. Çünkü kadın hakları mücadelesinde en zorlayıcı kısımlardan biri özel alanı yani kendi hayatımızı dönüştürmek aslında. Haliyle sevdiğiniz insanları bu konuda daha özverili olmaya çağırıyorsunuz. Fakat eril erkeklik formlarıyla ve "kırılgan erkeklik" dediğimiz her türlü kadın hakkı meselesini tehdit olarak algılayan ve 'kadın haklarını da en iyi biz biliriz'ci bir tavırla karşılaşıyorsunuz.
"Gülü sadece dikenlerden ibaret sayıyor"
Bu noktada ise eğer size gerçekten aşık olan ya da duygusal bağ kurabilen bir erkek varsa karşınızda size daha fazla saldırganca yaklaşabiliyor açıkcası. Çünkü sevdiği gülün kokusuna hasıl olabilmek için dikenleri aşması lazım bunun için de gülün taleplerini karşılaması lazım fakat toksik erkeklik dediğimiz şey kokusunu arzuladığı gülün dikeni eline batınca gülü sadece dikenlerden ibaret sayıyor ve deli damgası vuruyor. Ve böylelikle koca bir gül bahçesi toksik erkeklik dediğimiz şeyin ayakları altında ezilip kayboluyor. "Dikenlerim değil beni koruyan diyor gül, yalnızca kokum"'dan kasıtta bu belki. Kokumu dikenlerimden ayrı düşünme diyor Paul bir nevi ve eril bakışın aşık oldukları kadınlar tarafından kendi ayrıcalıkları için sorgulandığında doğan öfkelerini naif sözlerle açıklıyor bizlere. Kokusuna aşık olduğunuz ama varlığını kabul etmediğiniz kadınları biraz da ablasının hikayesinin içerisinden anlatıyor gibi bize sanki.
"Hem yaşam hakkı hem de aşk elimizden alınıyor"
Camille'i ve kadın hareketi fotoğrafını kapakta kullanma sebebim de buydu. Hem deli gibi aşık olduğu adama bile inandığı şeyler için boyun eğmeyen Camille, Rodin'e rağmen unutulmasın istedim hem de toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele ederken aslında aşkın da elimizden alınan yanına ağıt olsun istedim. "Aşk cinayeti" diye kadın cinayetlerini güzelleyen haber başlıklarını düşünerek sadece yaşama hakkımızın değil aşkın da elimizden alınan yanını dert ettim kendime biraz. Bu nedenle aitsizlik fikri üzerinden yazdım şarkı sözlerini de çünkü bir kadın olarak mücadele etmeden haklarımızı aldığımız bir ev formülü, aşk formülü, yuva formülü hatta iş formülü bile yok bizim için henüz. O nedenle madem öyle "bu normal değil" yolları severim, mücadelemi severim ben de diye "yollar evim" dedim şarkıya. "Şimdi benim o dağların hepsini tırmanmam gerek. Zirveyi görmeden ölmem. Tarih böyle yazsın bizi." kısmı da aslında "sana yollar, bana dağlar" alegorisinin devamı niteliğinde. Erkeklerin kolaylıkla vardığı yollara kadınların dağlara tırmanmadan erişememesi fikri üzerinden kurdum şarkıyı. "Yürürüm yolları bilirim o savaşları ben çocukluktan Adımı sorma, adını koyma kadınsan hep yargılarlar." kısmında da benzer şekilde doğar doğmaz cinsiyet ayrımcılığının başladığını büyüdükçe de işlerin değişmediğini vurgulamak istiyorum aslında.
"Sadece üzgün olmaktan çok yorulmuştum"
Şarkıyı Şule Çet Davaları'nı takip ettikten sonraki süreçte yaşadığım derin üzüntü üzerine bir de Pınar Gültekin'in aramızdan ayrılışıyla hissettiğim karmaşık duygularla yazdım. Her gün ama her gün bir kadın cinayetine uyanıyorduk ve sadece üzgün olmaktan çok yorulmuştum. O nedenle bu şarkıyı dinleyen herkes için mücadele isteği uyandıran, ayakları yere sağlam basan bir şarkı yapmak istedim. Her şarkımın yeri ayrı ama "Yollar evim" beni düştüğüm yerden kaldırdı. Bu şarkı bana yaralarına rağmen boyun eğmeyen eşitlik yoksa kalbini elleriyle söküp arkasına bakmadan gidebilecek cesareti olan kadınları anımsatıyor. Kamusal mücadelenin esas özel alanda başladığını hatırlatıyor. Aynı zamanda derdimizi anlatamadığımız için severek ayrılmak zorunda kaldığımız aşklarımıza da bir ağıt aslında...
"Müzik her yerde hâlâ ama müzisyenin adı yok"Salgın öncesi nasıl bir aktif sahne hayatınız vardı? Bu salgın-karantina günlerini bir müzisyen olarak nasıl geçiriyorsunuz? Ankara sahneleri, gecelerinde en çok neleri özlüyorsunuz mesela? Başlarda biraz dinlendirici bulmuştum ama son zamanlarda inanılmaz üzgün hissediyorum. Neredeyse 8 senedir aktif olarak sahnedeyim ve birçok şehir gezdim. Biraz seyyah gibi yaşıyordum. Hakikaten "yollar evim" di yani... (gülüyor) Ama pandemiyle birlikte hem yerimizden kıpırdayamıyoruz, hem sahne alamıyoruz hem de tüm gelir kaynağımızı kaybettik. Müzik her yerde hâlâ ama müzisyenin adı yok. O nedenle salgın öncesi de zor olan şartları bile arar hale geldik diyebilirim. Spesifik olarak Ankara diyemem ama bütün şehirlerde sahne almayı özledim ben de tüm müzisyen arkadaşlarım gibi. Özellikle yaz işleri çok keyifli oluyordu çünkü. Her gün Türkiye'nin her yerinden tatilcilere sahne alıyorsunuz ve birlikte şarkılar söyleyip eğleniyorsunuz. Duygu paylaşıyorsunuz, sevdiğiniz işi yapıyorsunuz, iyilik, güzellik yayıyorsunuz dünyaya. Tabii halen ev stüdyomda şarkı yazmaya ve üretmeye devam ediyorum fakat sahne olmayınca hep bir yanım eksik gibi. Şarkı söylemek dışında konsere gitmeyi ve dans etmeyi de çok özledim. En son Büyük Ev Abluka'da konserine gitmiştim Ankara Jolly Joker'de şimdi hepsi uzak bir hayal gibi geliyor ve çok üzülüyorum. Umarım bu kötü günleri en kısa sürede geride bırakıp sıkıcı anılar olarak hatırlarız sadece. | |
Müge'yi Spotify'da dinlemek için burayı tıklayın.
(AÖ)