2 Ocak'ta hayatını kaybeden İngiliz yazar, sanat eleştirmeni ve ressam John Berger hakkında editör, çevirmen ve Metis Yayınları'nın kurucu ortağı Müge Gürsoy Sökmen'le Medyascope'ta yapılan söyleşiyi yayınlıyoruz.
Söyleşiyi Fırat Fıstık ve Emrecan Kaya hazırladı.
Kitabı parçalamıştık elimizde
Görme Biçimleri Yankı Yayınları tarafından basılmıştı. Biz üniversitedeydik o zaman ve karikatür kulübünde. Aslında Metis’in kurucu üyelerini çoğu Boğaziçi Üniversitesi Karikatür Kulübü’nden çıkmıştır. Reha Erdem, Firüz Kutal, Fatih Erdoğan, Semih Sökmen, ben (Müge Gürsoy Sökmen) bir iki arkadaş daha parçalamıştık kitabı elimizde. Görme Biçimleri Yankı Baskısı’nı elimize geçirmiştik ve inanamamıştık. Ne kadar güzel. Yankı Yayınları ilginç bir yayıneviydi. 100 kitap yapacağım ve kapatacağım, demişti sahibi. Nitekim öyle oldu.
Berger, bizim zihnimizi baştan meşgul eden bir isimdi. Biz 12 Eylül sonrası başladık yayıncılığa. Şartlar son derece ağırdı öyle fazla kitap yoktu. Yayınevleri kapatılıyordu. Yayıncılar baskı altında, şiddet görüyorlardı. Yayınevi bir şekilde bazı şeyleri tanıtmalı. Okuru biraz daha Berger’a yaklaştırmalıyız, diye düşündük. Ve o yüzden de “O Ana Adanmış” diye bir seçkisini hazırladık. Bu tamamen Metis yapımıdır. Başka herhangi bir yerde çıkmış bir şeyin çevirisi değildir.
Görme Biçimleri’ni de harika bir şekilde çevirmiş olan çevirmen Yurdanur Salman bize yardımcı oldu. Yurdanuz Salman, Semih Sökmen ve ben, hep beraber oturup bir sürü John Berger makalesi okuduk. Berger'i böyle tanıtalım diye bastık.
Öyle patlayan bir ilgi olmadı tabii. 1986'da Görme Biçimleri'ni ve arkasından da O Ana Adanmış'ı bastık. Sonra John Berger yanılmıyorsam, 1987'de 6. İstanbul Sinema Günleri'ne, jüri üyesi olarak davet edildi. Film festivalinin adı o zaman sinema günleriydi.
Çevirmeni ve dostu olan Cevat Çapan bizi de davet etti evine. Yurdanur Salmen, Semih Sökmen ve ben evine gittik. Bu inanılmaz insanla orada ilk defa tanıştık. Ben ondan bahsederken şunu demeyi seviyorum, o kadar gençtik ki genç olduğumuzu farkında değildik, o kadar yoksulduk ki yoksul olduğumuzun farkında değildik.
Sonradan John Berger ile anılarımızı düşündüğüm zaman... Bize müthiş ayak uydurdu. Ne bileyim biz o zaman gres yağından yapılma pizzalar yerdik. Onları ikram ettik. Çok normalmiş gibi onları yedi. Kimbilir midesi kaç gün ağrıdı ondan sonra. Ama hiç bozuntuya vermedi. İşte bizim o ufak saçma bürolarımızın içinde. Çünkü biz ona çeviri soruyorduk. Şu çevirinizde bunu anlamadık bunu bilmem ne diye beraber çalıştık. Ve o zaman bizi çok sevdi. Çünkü Penguen baskısındaki bütün tashihleri bulduk. Bulmuş olduğumuz anlaşıldı yani çeviri sorunu diye sorduğumuz baskı hatasıymış. Bunun için anlamamışız. Oradan bir güven doğdu. Zaten dünyaya kalbi çok açık bir insan.
Berger ile cesaret ve güven kazandık
Türkiye'ye ikinci davet edişimiz 1997 TÜYAP Kitap Fuarıydı. 1990'lı yıllar Türkiye'de korkunç yıllardı biliyorsunuz ve TÜYAP'ın da o yıl konusu “İfade ve Yayınlama Özgürlüğü”ydü. Konuşmaya gelir misin dedik, geldi ve muhteşem bir konuşma yaptı. Benim yaşımdakiler veya biraz daha yakın yaştakiler, 90'lı yılların o duygusunu çok iyi hatırlarlar.
“Bir dakikalık saygı duruşu istiyorum hapistekiler için” dedi ve herkesi ayağa kaldırdı. Ve biz neredeyse sıkıyönetim şartlarının o Türkiye’sinde, o korkunç ortamda, John Berger ile tekrar bir cesaret ve güven kazandık. Ondan sonra her zaman, ne bileyim, biz Irak Dünya Mahkemesi’ni yaparken mesela, ''John bize bir şey yazar mısın?'' dedik. John, 'Ben öyle halk mahkemelerine inanmam, yazmam' dedi. Biz, yok bu halk mahkemesi değil, dedik şöyle bir şey yapıyoruz diye anlattık. John, iyi peki, deyip hemen gönderiyordu.
Ya da Atilla Durak'ın Ebru kitabı için bize önsöz yazar mısın dediğimizde, John; “Önce ebru ne onu anlayayım” diyor, anlıyor ve yazıyor. İnanılmaz derecede Türkiye’yi takip etti. Zaten Cevat Çapan ve Murat Belge sayesinde gayet güzel bir ilişkisi vardı.
Yıllarca John Berger bizden telif ücreti almadı. Reddetti bizden telif ücreti almayı. Çünkü dediğim gibi biz ne kadar yoksul olduğumuzu fark etmeyecek bir haldeydik. O zaman Türkiye’deki pek çok yayıncı gibi bize de normal geliyordu o şekilde yaşamak. Bir nokta geldi biz ona dedik ki, yok biz artık öyle değiliz, biz para kazanıyoruz. Biz dokuz yıl Metis'ten para kazanamadık sonra kazanmaya başladık “Biz para kazanıyoruz, sizin hakkınızı ödemek istiyoruz” dedik. John Berger; “O zaman seçin bir dernek ya da bir şey ona verin” dedi.
Mesela, Düğüne adlı romanın telifi AIDS Vakfı’na gitmiştir. Görme Biçimleri, bunu da göndermek istedik, Kürtçe baskısı da var. Bunun için de telif kabul etmedi mesela, 'Bunu da seve seve veririm' dedi. Kürtçe baskısını Navin Yayınları bastı. Benim üzerimden başvurdular. Hiç ajansı karıştırmadı. 'Onlarındır' dedi. O kadar.
Onu defalarca davet ettik. “Gelemem çünkü Chiapas’a gidiyorum. Gelemem çünkü Filistin’e gidiyorum.” Komünist. Dünyaya açık.
Bir yandan bütün o toprak ilişkileri, kırsal dünyayla olan ilişkileri, İngiltere’yi bırakmış bir insan biliyorsunuz. Sonuçta İngiltere’de de duramamış. İngiltere’de de oturaklı, kendini ispat etmiş bir sanat eleştirmeni. Saygın bir eleştirmen olarak hayatını devam ettirebilecekken, “hayır” deyip bir noktada, benim bir tür kır komünü saydığım, o komün lafını kullanmaz ama böyle bir şey sanırm.
Bugüne dair konuşuyor
Bilip de adlandıramadığınız şeyler vardır ya biraz da utanırsınız çünkü münasebetsizdir çok da yeri değildir onları konuşmanın. Büyük meseleler vardır devrim olacaktır hepsi çözülecektir. Onun için sizin gördüğün boyut ile bir kadın olarak mesela nesneleştiriliyor oluşunuz ya da reklamların bu kadar beyin yıkamayı beceriyor oluşu. Bir takım işte burjuva diye geçtiğimiz şeylerin, ama neden başarılı oluyor bunlarınki, insanı rahatsız eden sorular yüzden, cepheden yaklaşabiliyor olması hissettiğimiz ama anlamlandırmayı yakış almaz ya da bilmediğimiz için. Bulamayacağımız için.
Adlandıramadığımız şeylerin ve düşünemeyeceğimiz bile bir sürü şeyin daha keşfedilip getirilmesi. Berger’de beni her zaman heyecanlandıran, bugün de hep bugün de. Bugüne dair konuşuyor. 80’de yazdığı bir kitap da bugüne dair konuşuyor ve son dakikaya kadar da yazdı biliyorsunuz. Son dakikaya kadar finans kapitalizminden bahsetti. Bugün politikacıların konuştuğu dilin niye bir dil olmadığından bahsetti. Bizi bir yetimler ittifakına davet etti.
En çok konuşulduğu yerlerden biri Türkiye
Mesela bu Hoşbeş bizim başımızın altından çıktı. Böyle bir kitap yoktu. Bu ilk Türkiye’de bir araya getirilmiş. Penguen’de bastı bunu. Penguen’de de birebir aynı değildir bu baskı. Çünkü biz bunu, ya yapsak, ya bunu, diye bir fikir attık ortaya. Olur mu olmaz mı derken oluştu.
Diğer dillerde de çıkacak şimdi. Ama buna baktığımız zaman Türkiye’de müthiş canlı bir okur var. Neden başımızda bu kadar dert ve bu kadar acı olduğu zaman biz de sürekli anlam bulmaya çalışıyoruz. Böyle bir geleneğimiz olduğunu unutuyoruz sıklıkla. Berger, trend topic olmuş onu söylüyorlar. Dünyada en çok okunduğu yerlerden birisi Türkiye.
Çukur kazan bir insandı
O buraya bakabildiği gibi biz de onda hep bir şey bulduk. Biz de hep onla hasbıhale bir hoşbeşe girdik ve hep ona ihtiyaç da duyduk. Elleri hakikaten görülmeyecek gibi değildi. Elleri ile çalışan bir insanın elleri. Dünyaya elle temas etmek. Zanaat. Dünya malzemesine elle temas etmek onun hayatında çok önemli bir şeydi. Ve bence o bütün bu kadar geniş bir anlayışla kesinlikle salt entelektüel değildi. Yani çukur kazan bir insandı. Hayvan güden bir insandı. Polonyalıları niye sevdiğini bahsederken işte oradaki şalgamdan bahseden bir insandı.Çorbadan bahseden bir insandı. Kerpiçten bahseden bir insandı. Bir kere hayata temas eden, malzemelerine temas eden, zanaatına temas eden, sanatı kadar malzemelerine temas eden, bunu çok önemseyen bir insandı. Benim gördüğüm, düşüncesini neredeyse çalışmasında duyacağınız bir insandı.
O düşünce burada döner. Bir fabrikada bir düşünce ondan sonra benim ömrüm boyunca söyleyemeyeceğim incelikte bir şey çıkar. Yani mesela ben hep onu, 1997'de Metis’e geldiğinde, bizim o zaman bir köpeğimiz ve bir küçük çocuğumuz vardı. Kapıdan içeri girdiğinde tabii önce köpekle ahbaplığını yapıp güzelce onunla sohbetini bitirdikten sonra kızımla konuşur onunla sohbetini bitirir. Sonra dil bilmeyen arkadaşlarımızın hepsi ile sohbet ederdi. Bir güzel sohbet ederler. Yani onlar İngilizce bilmez, o Türkçe bilmez uzun uzun sohbet ederler. Ondan sonra dönüp yüzümüze bakardı.
Çizerek anlaştılar
Yani hepsinde ona dair çok derin anıları vardır. Latife Tekin ile olan hikâyesi vardır. Cevat Çapan’ın evinde olmuştu, çizerek anlaştılar. O bir şey çizdi, o bir şey çizdi, çeviri yetmeyecekti çünkü o konuşmaya. Birbirleri ile çizerek anlaştılar. Dünyayla ilişkisini sadece kuru anlamda zihinsel sözcüklerle kurmayan biriydi demeye çalışıyorum. Önce giden bir ağı vardı. Dünyanın malzemesine değen bir ağı vardı. Onları sonra nasıl sözcüğe dönüştüreceğini baya zahmetle işleyerek yapardı.
Tabii ki bizim ilk göz ağrımız O Ana Adanmış. Hatta O Ana Adanmış benim çevirimdir. Babasının ölüm maskesini çizişini anlatır. Bir insanın, çok sevdiğiniz birinin kaybını nasıl anlarsınız. O ilk anda onunla nasıl baş edersiniz. Gençtim yeteri kadar olgun değildim çevirdiğimde sanırım 20’lerimin sonunda bir taraflardaydım. İlk defa karşılaşıyordum. Bunları nasıl düşüneceğimi bile düşünmemiştim açıkçası ölümle karşılaşmıştım ama bizim ölümlerimiz sert, şiddetli, saldıran şeylerdi. Ama böyle hayatın bir noktasında tevekkül ve anlayışla bir ölüme yaklaşmak sevdiğiniz bir ölüyle nasıl baş etmek. Bütün kitaplarında da vardır mesela. Berger’da benim en çok etkilendiğim şey kötülüğün gözünün içine bakıp, onu oradan yine de küçük bir umut zerresiyle devam edebilme.
Kral benim için çok kıymetli. O bir sokak hikâyesi. Bazı yerlerde kendi ismi olmadan çıktı. Biz onu riske edemedik. Yani kitapta John Berger ismi yoktu. King yazıyordu sadece. Sokak Hikayesi yazıyordu. İstemedi. Fakat biz riske edemedik. Onlar da döndürdüler zaten. Öyle bir dünya değil. Bu tamamen, bir barbarlar çağı geliyor, köpekler geliyor onun için bir köpeğin ağzından anlatılan sokak insanlarının hikâyesi. Kaç yıl oldu biz bunu basalı. Şu anda o kadar güncel ki.
Picasso’nun Başarısızlığı acayip kafamı şey yaptı açıkçası ben çok Picasso severim, düşkünüyümdür ama biraz şöyle kaydırdı o bakışı ki o kaydırmanın yıllarca etkisi sürdü pek çok şeye bakarken.
Direnmenin yollarını arıyordu
En son yüz yüze 97’de görüştük. Bir daha gelmedi Türkiye’ye. Gelemedi. Bir takım işleri vardı. Çok da bayılmıyordu zaten açıkçası ama okurlar imza topluyor bak seni getirmek için diye.Yücel Göktürk’ün yaptığı şey [İstanbul'dan Gelen Telefon]; telefonla daima görüşmeye hazırdı. Arayanla görüşüyordu. Gayet takip ediyordu Türkiye’yi, dediğim gibi dünyayı takip ettiği gibi. Başka her yeri takip ediyordu. Sizin de işte Hoşbeş’te gördüğünüz gibiydi dünya görüşü. Sonuçta gayet başımıza gelen bu finans kapitalizminin korkunçluklarına karşın direnmenin yollarını arıyordu.
İnsanlığın ihtimalini anlatır
Gülmek bir tepki değil katkıdır, diye bir lafı var. Yanılmıyorsam Bento’nun Eskiz Defteri’ndendi. Orada hakikaten, biz başımıza bütün bu gelenlere rağmen, yenilmeyecek kadar iyi şeyler barındırıyoruz. Gerek tarihsel olarak gerek potansiyel olarak buna sahip çıkmalıyız. O yüzden de işte ne bileyim, A’dan X’e sonuçta muhtemelen bir Filistin hapishanesinde yatan birinin mektupları. Ve her yere dolanır; Meksika’ya, Türkiye’ye istediğiniz yere götürebilirsiniz.
Orada hala bir hayatın nasıl sürdüğünü anlatır size. Ya da işte dediğim gibi Hoşbeş’de ya da Fotokopiler'de başka bir sürü kitaplarında şiirlerinde hepsinde size insanlığın ihtimalini hatırlatır. Ve bu çok solcu bir şeydir. Belki bazı insanların anladığı anlamda bir komünist değildir ama mesela benim anladığım anlamda komünisttir. Ben komünisti böyle anlıyorum. Bir kolektif imkan için insanlığın bütün iyi potansiyellerini bir araya getirebilmek ve bunun sermayeden azade, kurallardan ve o tip birleşmiş güçlere karşı birleşmiş bir ittifak. Onun yetimler ittifakı dediği en son kitabında. Münasebetsiz, kopuk derken o kast ettiğinde mutlaka bir arayış var. Ve ben o arayışı solun kaynağı olarak görüyorum bugün kendi adıma.
90 yıllık ömrü o doğru kelimeyi bulmak için geçirdi
Oğlu Yves yazmış, çok hoşuma gitti, “Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak istermiş gibi kapadı ve huzur içinde öldü”. John Berger, ki bu yani, tam John işte, diyorsun. Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak için kapadı, çünkü 90 yıllık bir ömrü o doğru kelimeyi bulmak için, doğru insanı bulmak için, doğru insanları savunmak için geçirdi.
Bu çok büyük bir kayıp bizim için. Tamam eserleri kaldı çok güzel bir hayat yaşandı ama keşke ben şunu itiraf etmek zorundayım John Berger, Bilge Karasu başka tanıdığım insanlar tamamen alçak gönüllü, müthiş alçak gönüllü, öncelikle bunu söylemem gerekiyor alçak gönüllü demek bile ayıp olacak kadar alçak gönüllü.
Emekçi, emeklerini zerre kadar hayıflanmadan veren ve dünyaya verdiklerini katiyen vermek değil paylaşmak, sevişmek, bir hayat olarak gören bu insanların çocuklarıyız biz açıkçası. Ve onları kaybediyoruz. Benim için böyle bir anlamı da var ne yazık ki. Ben bildiğim bir dünyanın kaybını görüyorum şu anda. Korkunç acı çekiyorum. Berger için tabii ki acı çekiyorum. Onun ötesinde hani böyle Cohen de benim için bir anlamda öldü.
Bir de Le Guin de giderse bütün mentörlerim bitecek, gibi bir duyguya kapıldım. Ki onun da yaşı genç değil, Allah gecinden versin. Ama demeye çalıştığım bir çağın, yani Necmiye Alpay’ın benim için temsil ettiği de bu, Fethiye Çetin’in temsil ettiği de bu. Doğal, yaşamak istedikleri dünya adına, gördükleri bunca detaylı güzellik adına çok rahat, dünyanın herkesle paylaşabilen ve onları güzel bir mücadele yoluna davet edebilen insanlar bunlar. Çok daha başka hayatlar yaşayabilecekken dediğim gibi hava atıp bilmem ne televizyonun başında gayet zengin bir hayat yaşayabilecekken orada o çamuru kararken duyduğu zevki, aldığı bilgiyi hepimize geçirirkenki haysiyet.. O haysiyet inşallah dünyayı terk etmez. Ve ben daha çok yetimim yani şu anda. Böyle hissediyorum. (FF/EK/MGS/NV)