Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) ve Konrad Adaneuer Stiftung’un (KAS) ortaklaşa düzenlediği “Gazetecilik ve Nefret Söylemi” konulu panel TCG Basın Müzesi’nde gerçekleşti. Panele katılan konuşmacılar Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu, Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu ve Av. Nazan Moroğlu’ken, oturum başkanı CNN Türk Göksel Göksu’ydu.
Panelin üçüncü oturumunda nefret söylemi, kadına karşı ayrımcılık ve medya konularını ele alan avukat Nazan Moroğlu konuşmasına “Kadın erkek eşitliğini demokrasinin olmazsa olmazıdır” sözleriyle başladı. Ardından nefret söyleminin tanımıyla devam etti.
“Nefret söyleminin evrensel, kabul edilmiş bir tanımı yok. Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’nun 97 sayılı tavsiye kararında da genel bir tanım vermek yerine din, ırk, cinsel yönelim gibi konularda diğerinin aşağılanması, ötekileştirilmesine yol açılması olarak belli durumlar üzerinden tanımlanıyor. Bu tanıma bakıldığında Avrupa Birliği’nin cinsiyetçilik kapsamında kadına karşı ayrımcılığı özellikle vurgulamıyor, bu durum uzun uğraşlar sonucu bu ayrımcılığın aşıldığı yönündeki kanıdır.”
“Fransız Devrimi de kadınlara hak tanımadı”
Moroğlu’na göre nefret söyleminin medya ile yaygınlaşması şiddete yol açıyor, bu durumun kısa vadeli ve devamlı tekrarlarla da uzun vadeli, ciddi etkileri olabiliyor. Kadına yönelik şiddetin medya ile görünür hale geliyor ve birbirini tetikliyor, geçtiğimiz yılda kadına yönelik 39 bin yaralamada sadece 3 bininin şikayetçi oldu.
Aristo’nun “kadınlar yarı insandır”, Nietzsche’nin “kadının yanına gidiyorsan kırbacını almayı unutma”, Rousseau’nun “kadın erkek eşitsizliği akla uygundur” sözlerini hatırlatan Moroğlu ayrımcılığın felsefi boyutuna da değindi: “Fransız Devrimi eşitlik, özgürlük gibi kavramlarla anılmasına rağmen akabindeki 1789 İnsan Hakları Beyannamesi’nde devrim için mücadele veren kadınlara bir hak tanınmadı. Eğer biz kadın olarak, insan olarak suç işlediğimizde giyotine gönderiliyorsak, ülke yönetiminde de söz sahibi olmalıyız diyen üç kadın iki sene sonra Kadın ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’ni kürsüde okudular ve bu sebeple giyotine gönderildiler. Ancak bu toplumsal uyanışa yol açtı, dünyaya yayıldı ve güçlenerek devam etti”.
“Soyadı kişilik hakkıdır”
Ayrımcı bakış açısının 1900’lerin başındaki kanunlara yansımasını ise şöyle anlattı: “Demokrasinin ilk adımı olarak kabul ettiğimiz Medeni Kanunun içindeki aile hukukunda kadına ve erkeğe farklı haklar ve sorumluluklar yüklüyordu, 2002 yılına kadar ‘koca ailenin reisidir’ ifadesinin geçerliydi ancak son yıllarda kanunların kadın erkek eşitliğine göre düzenlendi.”
Vazgeçilemez, feragat edilemez bir kişilik hakkı olan soyadının önemine de dikkat çeken Moroğlu, soyun devamının erkek üzerinden olması ataerkilliği pekiştirici bir durum diye konuştu.
1979’da Birleşmiş Milletler ’in kadının insan hakları sözleşmesi olarak sayılabilecek Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi’nin, kadına yönelik şiddeti kapsamadığını, ilk defa 1993’de çıkarılan BM’nin Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi’nde yer aldığını bildirdi. Ayrıca 2011’de İstanbul’da “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Şiddetin Önlenmesine Yönelik Bildirge ”sinin imzalandığını hatırlattı.
Fransa’da özgürlük ve eşitlik mücadelesi veren kadınların 1945’de seçme ve seçilme hakkı elde etmesine rağmen Türkiye’de 1934 gibi erken bir tarihte bu hakkın elde edilmesinde Atatürk’ün ve Cumhuriyet devrimlerinin önemini vurguladı.
Kadının tek sorununun ailede olmadığını, toplumda, siyasette de sorunlarla karşılaşıldığını belirten Moroğlu, “Bakanın kadına karşı şiddetle ilgili yasa görüşmeleri için kadın kuruluşlarını davet ettiği toplantıda, kuruluşların adı değiştirilen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yeniden Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık adını alması teklifi reddedildi,” dedi. (FK/HK)