Kabataş'tan Tophane'ye doğru yürümeye başlıyorum. Hayatımdaki diğer Modern sanat müzesi, MoMa ve çevreleyen kenti New York ile kıyas motoru çalışmakta zihnimin arkasında bir yerde.
Yaya kaldırımı güzel, engebesiz ve yeterli genişlikte ama sokak lambaları karanlık. Yol boyunca çalılıklar, dönemeçlerden tek tük insanlar çıkıyor. Çantama daha sıkı sarılıyorum. New York'taki kapkaççılar böyle karanlık havaları severler, ne de olsa.
Bitmekte olan tramvay hattını ve istasyonlarını gülümseyerek izliyorum. Müzeye ulaşım daha da kolay olacak. Uzun yıllarını projeye veren Oya Eczacıbaşı ne der bilmem ama bence müzenin yeri iyi ki Feshane olmamış.
Paltomu bile vestiyere vermiyorum
İstanbul Modern'in içinde bulunduğu Antrepo binasına kadar upuzun dev depo binalarının yanı sıra yürümek üzere sapıyorum. Sağlı sollu arabalar park etmiş.
Bir kısmının içinde şoförler bekliyor. Müze'nin olduğu binaya yaklaşırken sırtlarında VIP Event yazılı gecenin organizatör firmasının elemanları kaplıyor ortalığı. Projektörler binaların dış duvarlarına İstanbul Modern logosunu dalga dalga yansıtmakta. İçim neşe doluyor.
Güvenlik kontrolünden geçiyorum. Duvarları naylondan kocaman bir hol, bar ve insanlar. Bir koridordan kıvrılarak kütüphanenin yanına geliyorum. Mahşer bir kalabalık, artık tek bir palto daha alamayacak gibi dolmuş olan vestiyer beni karşılıyor.
Paltomu vermiyorum, çıkışta çok sıra beklemeyeyim diye. MoMa'da çıkışta zamanım kıtsa böyle yapardım ya.
Gediz'in "araba mezarlığı"
Fotoğraf sergisini geziyorum acele acele. Zengin seçim gözlerimi kamaştırıyor. Hemen geri gelmeliyim sindire sindire gezmek için, diye karar veriyorum.
Birkaç kişiyle tokalaşıp, konuşuyorum. Dört aylık bebeğinin puseti başında duran gururlu babaya yaklaşıyorum. Türkçe'yi mükemmel konuşmasına hayret etmeme tevazuuyla yıllardır Boğaziçi Üniversitesi tarih bölümünde ders verdiğini söyleyerek karşılık veriyor.
Türk Tarih Kurumundan Orhan Silier'le merhabalaşıyoruz. Sanat ve bilim dallarından herkes burada galiba. Boynuma gencecik bir ressam sarılıyor: Leyla Gediz, Araba Mezarlığı adlı eseri Modern müzenin koleksiyonunda.
Pek güzel bir gece elbisesi giymiş diye düşünürken gözüm gazeteci arkadaşlarımdan Çalışlar ikilisine ilişiyor, uzaktan selamlaşıyoruz. İlerde bir kuzenim duruyor, herkesi kaybediyorum.
İlerliyorum. İçki tepsisi, ordövrler geçiyor önümden. Koskocoman bir tepsi ile boğuşan bir garsona ne taşıdığını soruyorum. Bilemiyor, ciğer galiba diyor. Et çıkıyor. Yanında tavuk var. Bu saatte hâlâ ikram kalmış olmasına hayret ediyorum.
Canlı görmek farklı
Duvarda Şakir Eczacıbaşı'nın dev imajı beliriyor, bize açılmakta olan müzenin Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye ilişkileri bakımından önemini anlatıyor. Ömrünü Türkiye'de sanatın yaygınlaşmasına adamış bu kültür duayenine bir selam gönderip diğer salona geçiyorum.
Hınca hınç dolu uçsuz bucaksız, çok loş bir salondayım. Pek çok kokteyl kılıklı şık kadın erkeğin arasından sıyrılıp üzerinde TV kameralarının durduğu platforma tırmanıyorum.
Amacım erkanın oturduğu yeri saptamak. Platform sarsılıyor siz yürüdükçe, diyor kameramanlar kibarca. Mahcup, aşağı iniyorum. Sütunların üzerinde pek çok plazma TV bize konuşmacıları ulaştırıyor. Ama canlı görmek farklı benim neslim, '68liler için.
Acaba havalandırma yok mu?!
Fransa, İngiltere ve Almanya liderlerinden mesajlar okunuyor. Plazmalara kah onların kah okuyanların kafaları düşüyor. Türkçe okunan mesaj çok alkış topluyor. Nişantaşı, Bağdat caddesinde hiçbir dükkanda Türkçe isim bulunmazken Türkçe kullanımına niye bu kadar hayran olunduğuna akıl sır erdiremiyorum.
Yüzlerce davetli üç blok halinde oturtulmuş. Orta blokta en önde Başbakan ve eşi yan yana oturuyor. Onları sağlı sollu Eczacıbaşı ailesi, bakanlardan Erkan Mumcu ve Kürşat Tüzmen sarıyor. Arkalarındaki sıralara şu anda mecliste bulunan ve bulunmayan yeni ve eski bakanlar, yüksek bürokratlar yerleşmiş.
Amatör ressam eşi Hilal Özince Modern'in yönetim kurulunda olan İş Bankası'nın genel müdürü Ersin Özince gözüme çarpıyor. Ben iki blok arasında ayakta duran kalabalık arasındayım. Paltomu vestiyere vermediğime pişman oluyorum. Ya yeni müzemizde havalandırma sistemi yok, ya da bu kalabalıkta işe yaramıyor.
Gizli servisler ve korumalar
Yan blokta önden ikinci sırada boş bir sandalye gözüme çarpıyor. Hamlem akim kalıyor. Kulağındaki spiral kordondan devlet güvenliklerinden olduğu anlaşılan birisi biraz sertçe "orası dolu" diye beni gövdesiyle bloke ediyor.
Diğer devlet gizli servisindeki kişilerden daha az incelik sergileyen bu kişinin "alaylı" koruma olup olmadığını merak ediyorum.
Erbakan da görünüşlerinden anlaşılan bir korumaları devletin güvenlik birimleri ile yan yana kullanır ve bu farklı koruma gruplarının arasında bitmez tükenmez bir sürtüşmeye neden olurdu. Neyse konumuz Modern sanat müzesi, bu meseleyi başka bir okazyonda araştırırım diye peşini bırakıyorum.
Başbakanın ses tonu!
Dördüncü sıradaki şık bir genç bayanın yanı boş. Bir süre bakıştıktan sonra razı oluyor oturmama. Protokolü yöneten ince uzun kadın sunucu Eczacıbaşı Holding yönetim kurulu başkanı Bülent Eczacıbaşı'yı, sonra Erkan Mumcu'yu sahneye davet ediyor.
Erkan Mumcu müzenin kültür hayatımızdaki önemini vurguladıktan sonra Sultanahmet'den başlayarak beş altı tane daha müze açılmasının hazırlıklarını biz seçkin davetlilere muştuluyor.
O zaman niye Modern sanat müzesinin kurulması bunca yıl aldı, niye koleksiyonu daha zengin değil, madem bu denli kolaymış diye daldığım düşüncelerden Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın sahneye çağrılmasıyla sıyrılıyorum. İlk defa dinliyorum başbakanı canlı olarak.
Yumuşak bir ses tonu sergiliyor. Önünde kısa bir not var. Güzel güzel konuşuyor. Kalabalık çok memnun. Hele siyaseti kültürün yeterince beslemediğini ve bu konuda özeleştiri yapmamız gerektiğini söyleyince hissedilir bir takdir dalgası akıyor kendisine.
Buruşan cekete Çiller formülü
Kalabalığın başbakanın sözünü popüler kültürün aksine modern sanat gibi alışmak ve edinmek gereken kültür şeklinde yorumladığı muhakkak.
Kültür kavramının incelikleri aklımı dağıtıyor. Başbakanın takım elbisesinin buruşukluğuna takılıyor gözüm. Başbakana iyi bakmıyorlar, diyorum öbür yanımda eşi oturan baya.
Hayrola, diyor biraz şaşırmış, biraz tedirgin. Sonra başbakanın sabahtan da Tuzla'da gemi indirimi merasimine katıldığı ve tüm gün boyunca koşturduğu açıklamasını getiriyor. Ben de ona Tansu Çiller çözümünü öneriyorum: aynı takımından yedek ceket taşımak.
Limanlara da özelleştirme
Koltuk komşumla başka konulara devamla kendisinin başbakanla 1972 yılında Milli Türk Talebe Teşkilatında birlikte çalıştıklarını öğreniyorum. Şimdi de Devlet Denizcilik İşletmesinde.
Müze dışında kalan altı antrepoda turistik işletmeler kurulacağından söz ediyor. Başbakanın gençliğimizin Marksist özeleştiri kavramını konuşmasının can alıcı noktasına oturtmasından esinlenerek kendisine şehir vapurlarının o benim çok sevdiğim sosyalist tarzına son verilip verilmeyeceği sorusunu yöneltiyorum.
Denizcilikte elbette ki devletin rolünün kalacağını söylüyor. Ama kendisinin de başlangıçta inanmamakla birlikte limanların dahi özelleştirmeye başarılı bir şekilde tabi olabileceğini belirtiyor. Yatırım bile yapıyormuş bazı özel limancılar. Ne var ki; antrepoların özelleştirmesinde sorun çıkabileceğini ve gecikme yaşanabileceğini de kabul ediyor.
Başbakana sahiden iyi bakılmıyor
Başbakan tüm sponsorlara ödüllerini sunmak için yeniden sahneye çağrılıyor. Başbakana gerçekten iyi bakılmadığını düşünüyorum yeniden. Günün tüm yorgunluğu üzerinde belli.
Ama dakikalarca ödül verip her bir foto için sabırla gülümsüyor. Kendisine aslında aşina olduğumu fark ediyorum, diğer tanıdığım belediye reislerini çağrıştırınca. Belediye reisliğinin halk adamı havasında.
Daha sonra gazeteler plaket diye yazdılar. Oysa verilen Marmaris sakininin bile denizi kirletmesine yol açmayacak koskocaman kırmızı kaplı bir müze katalogu idi. Modern sanat müzemiz alışılmış davranış kalıplarını ve algılamalarını kırmakta zorlanacağa benziyor.
Oya Eczacıbaşı tek kadın
Protokolcü bayan açılış yapmak için en ön sıradakileri sahneye davet ediyor. Aralarında tek kadın Oya Eczacıbaşı. Sahnenin arkasındaki kapılar kayarak İstanbul Modern logosunu açık ediyor.
Bu arada yanar döner ışıklarla ortalık bir disko havasına bürünüyor. Hani popüler değil de çabayla kazanılan kültür müzesinde değil miydik derken kalabalığın akışına kapılıp salondan boşalan kalabalığa karışıyorum.
Bir başka Eczacıbaşı armağanı olan İstanbul Kültür Vakfı'nın genç emekçilerine rastlıyorum. Üst katı gezmemi hararetle tavsiye ediyorlar. Mahşeri kalabalık ve havasızlığa rağmen onları kıramıyorum.
Yukarıya giden merdiveni bulmakta Müze gönüllüsü olarak çalışan plastik sanatlar öğrencisi genç bir kız yardımcı oluyor. Birlikte lazer ışınlarının altından kırmızı bir koridorla üst kata çıkıyoruz. Evet, konuşmacıların ve gazetelerin belirttiği gibi aynı Paris'deki Centre Pompidou biçiminde upuzun, geniş ve sanayi kokan koridor tarzı bir yapının duvarları ve üzerlerindeki resimler karşılıyor beni.
Üç metreye beş metre Zeid
Gözlerime inanamıyorum. Dev boyutta eserler sergilenmekte. Ve üstüme gelmiyorlar, İstanbul galerilerinin alçacık, daracık duvarlarından olduğu gibi. En büyük çaplı eser 1901'de İstanbul'da doğan ve 1941'de Amman'da ölen Fahrelnisa Zeid'e ait. Kaç metre olduğunu hesaplamaya çalışıyorum. Beş metre uzunluğunda, üç metre yüksekliğinde galiba.
Rothko, Monet'nin nergisleri sergilenecek olsa sığacaklar mı diye endişeleniyorum. Şehirlerarası yollarımız gibi sırf yapıldığı günün gereksinimlerini karşılayacak bir yapı değildir bu muazzam müze diye kendi kendimi teselli ediyorum.
Yine de aklım diğer antrepo binalarında. Onlardan bir ikisi daha özelleşmeden yedek dursa, yeni Modern'imizin gelecekteki gelişmesini karşılamak üzere.
Sade İstanbulluya ne ifade ediyor?
Bülent Eczacıbaşı'na rastlıyorum katın ortadaki girişinde olan geniş alanda. Röportajlar veriyor. Kendisine müzeye katkıları için sade bir İstanbullu olarak teşekkürlerimi sunuyorum. Sonra Oya Eczacıbaşı'ndan bir iki cümle almaya yöneliyorum.
Açılıştaki kadın sayısının azlığı hakkındaki görüşlerini soruyorum. Hiç fark etmemiş, ayrıca müze ekibinde çok kadın var diyor, karşımızda duran müzenin yönetim kurulu üyelerinden Eczacıbaşı Holding'in halkla ilişkiler müdürü Okşan Atilla Sanön'e işaret ederek. Sade İstanbulluya müzenin ne ifade ettiğini soruyorum. "Yalnızca geçmişimiz değil günümüz ve geleceğimizde de sahip olduğumuz evrensel değerleri tanıtacak ve sevdirecek," diyor.
Müzenin sade İstanbulluya nasıl hitap edeceğini açılış törenini düzenleyen VİP Event Turizmin yönetim kurulu başkanı Ceylan Pirinççioğlu anlatıyor gözlerinin içi gülerek: "İşte hemen bu tablonun önünde çocuklar oturacak, yerlere filan, resim yapacaklar, resim dinleyecekler," diyor, elleriyle yerdeki çocukların başını okşar gibi yaparak.
Resimlerin seçilişi
Kendisine sergideki resimlerin koleksiyonlardan seçilişi hakkında soru sorduğum Eczacıbaşı holding danışmanlarından eski gazeteci amatör ressam Alp Orçun bu seçimi yapan üç küratöre beni yönlendiriyor.
Kendilerine sergideki resim seçimini neye göre yaptıklarını soruyorum. Duvardaki yazıyı okuyun diyor, Levent Çalıkoğlu. Ben orada durdukça da bu cümleyi tekrarlıyor. Ona nasıl röportaj canlılığını yazılı metinden edinemeyeceğimi anlatmalı acaba diye düşünüyorum. Bezginlik çöküyor üstüme.
Niyedir bilinmez Türkiye'deki ileri gelenlerle röportaj yapmak zordur, isteksizdirler. Benzer konumdaki yabancılara kıyasla. Tabii ki bunun her zaman istisnaları var. Başında da İstanbul Kültür Vakfı yöneticileri geliyor.
Sergi seçici kurulunun baş küratörü Haşim Nur Gürel daha işbirliğine yakın duruyor. Kendiliğinden sergide sekiz tema olduğunu seçimin bu çerçevede yapıldığını söylüyor. Yine de serginin mutfağını küratörlerle konuşmaktan vazgeçiyorum.
Üniversiteli gözcü gençler
Katın öbür yarısına geçiyorum. Her köşede kırmızı tişörtlü gençler gözcülük yapıyor. Boyunlarında yaka kartları. Hem gözcü hem de rehber olarak gönüllü çalışan 22 yaşındaki Sami Kısaoğlu Yıldız Teknik Üniversitesi'nde sanat yönetimi okuyor.
Diğer rehber-gözcülerin arasında yine Yıldız'dan müzecilik yüksek lisansı, Boğaziçi Üniversitesi'nden felsefe, İstanbul Teknik Üniversitesi'nden mimarlık birer ve Yeditepe Üniversitesinden iki plastik sanatlar öğrencisi var. Rehberler gün boyunca 40 dakikalık turlarda müzeyi ve koleksiyonları anlatıyorlar.
Kısaoğlu benim Bilgi Üniversitesi'nde Bedri Baykam'ın 'küratörler sanat dünyasının peygamberleri mi' başlıklı konuşmasını kaçırdığıma hayıflanıyor. Bize çok hak ediyor görünmeseler de hiçbir yapıtın takdiri hakemsiz olmaz diyorum.
Katılıyor bu görüşüme ama gençliğinin nihilizmi yansımaktan geri kalmıyor tartışmamıza. Bu işini coşkuyla yapan genç rehberden en yakın zamanda feyiz almaya kararlı olarak yanından ayrılıyorum.
Özelleştirme yine karşımda
Ersin Özince röportaj vermekte. Sıramı bekliyorum, müzenin ona ne ifade ettiğini sormak üzere. "Son derece gururlu ve müteşekkirim bankanın koleksiyonu artık çok büyük sayıda insana ulaşacak diye. Özellikle çocuklarımız adına," diyor mutlulukla.
İş Bankası, Eczacıbaşılar ve Mimar Sinan Üniversitesi ile birlikte Gözlem, Yorum, Çeşitlilik adlı sergiye resim veren beş koleksiyon sahibinden biri.
Özince, İstanbul Modern sanat müzesinin kuruluş ve açılışının sivil toplum örgütlerinin eseri olduğunun altını çiziyor. Özelleştirme yine karşıma çıkıyor böylece. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki müzeleri düşünüyorum.
Onlar da devlete ait değil görünüyorlar. Ama arkalarında çok güçlü bir devlet yardımını duruyor. Belli bir eğitim sürecinden geçerek edinilebilen haftalık müze gezmesi alışkanlığını topluma kazandırmak için yapılan harcamalar göze görünmüyor ama müzelerin belkemiğini oluşturuyorlar.
Ayrıca Picasso, Magritte, Pollack gibi açık artırmalarda trilyonlarca liraya alıcı bulan eserlerini müze koleksiyonuna bağışlayanlara vergi indirimi veriliyor.
Demokrasi kültürüne doğrudan katkı!
Rafi Portakal'ın Türkiye'ye ilk olarak getirdiği Picasso tablolarını alacaklar da böyle bir kazan-kazan kurgusunun farkındadırlar herhalde diye düşünüyorum: hem rüya tablolar yıllarca duvarlarını süsleyecek, hem enflasyona karşı servet erimesine set çekecek, hem de sonunda bağışlanarak miras vergisini küçültecek.
Müzenin dükkanına uğrayıp katalogları satın alıyorum ben de karınca kararınca hem kendime hem de müzemize katkıda bulunmak için. Katalog epey kaliteli görünüyor, endeksini bulamasam da.
Özince öz bir biçimde Türkiye'de halk devlet işbirliğinin yeni biçimlenmesine dikkat çekmiş bulunuyor. Müzeyle vedalaşıp Tophane'de gece serinliğine çıkarken, yeniden oksijen almamın da etkisiyle, İstanbul Modern sanat müzemizin Özince'nin de değindiği gibi yerinden yönetimin geliştiği demokrasi kültürüne doğrudan katkısı başımı döndürüyor.
Haydi Modern'e
Bülent Eczacıbaşı'nın bir tren istasyonundan dönme Musée D'Orsay'da "Bizim de içinde yemek verip yabancı devlet konuklarını ağırladığımız böyle bir müzemiz olabilir, sayın başbakan," sözünü belki de ancak yerel yönetim şampiyonu bir belediye reisi kökenli başbakan duyabilir ve süratle hayata geçirebilirdi.
Ne şanslı diyorum şimdiki nesil. Artık içinde dev gibi resimlerin sergilendiği, film gösterileri, halka açık şahane sanat kitaplarıyla bezeli kütüphanesi olan, ulaşımı kolay bir mekanda bir müzemiz var.
Ne şanslıyız hepimiz; hafta sonunda gidecek adresimiz artık belli. Haydi herkes İstanbul Modern'e. (AO/NM)