Mersin Akdeniz Belediyesi’nin düzenlediği Akdeniz Kitap Günleri’ne konuk olan HDP Mardin Milletvekili Mithat Sancar’la parlamenter siyasete dâhil olduğu süreçten itibaren değerlendirmelerini, darbe girişimi ve olağanüstü hal dönemini ve Türkiye'nin nereye gittiğini konuştuk.
Sancar, gelinen noktada diktatörlük stratejisinin bir kişiyi tek başına iktidar yapmaktan fazlasını gerektirdiğini söylüyor. Sancar'a göre bunun için yeni toplumsal ve siyasal düzenleme ve bunun içinde yeni bir ideoloji oluşturmak gerekiyor. AKP'nin ideolojisini ise "Sünni İslamcı Türkçü" olarak niteliyor...
Akil insanlar heyeti
Akil İnsanlar Heyet’inde Marmara bölgesinde yer aldınız, hem rapora hem de sizin söylemlerinize yansıyan; görüşülen bölge halkının, Kürt ulusal sorununun çözümüne yönelik bir umut ve beklenti si olduğuna dair öngörü vardı. O günlerden bugüne geçen zamanda bahsi geçen olumlu yaklaşıma konu olan insanların tutumlarının değiştiğini söyleyebilir miyiz?
Bu tür çatışma dönemlerin, çatışmalı sorunların çözümü için bir süreç başlatıldığında toplumu ikna etmek, toplumun desteğini sağlamak önemli bir meseledir ve çok çeşitli faktörlerin bir arada bulunmasını gerektirir. Topluluğun belli kesimlerinin tabii belli tereddütleri olabiliyor. Kolombiya’da toplum bu açıdan ikiye bölünmüştü; barışı isteyenler ve buna karşı çıkanlar. Karşı çıkanlarında hepsi aynı gerekçeye dayanmıyorlardı. Farklı gerekçelerle o anlaşmayı desteklemiyorlardı. Yine mesela Güney Afrika’da barış süreci devam ederken, beyazların bu müzakerelere desteği çok net değildi. O nedenle de Klerk görüşmeler devam ederken, süreci yürütelim mi, durduralım mı şeklinde bir referanduma başvurmuştu. Referandumda kendisine destek çıkınca referandum yürüttü. Türkiye’de de 2013’te süreç başladığında karşı çıkan kesimler vardı zaten bunu biliyoruz. Çok çeşitli argümanlarla propaganda yapıyorlardı. Burada özellikle siyasi iradenin süreci istemesi ve bunu göstermesi toplumun tereddütlü kesimlerini ikna etmek açısından önemlidir.
O dönemde Başbakan Erdoğan, hükümet süreci isteyen bir irade ortaya koyuyorlardı ve basının çok büyük bir bölümü, hükümeti destekleyen basın başta olmak üzere, Kürt basını bu çözüm sürecinin arkasında duruyordu. Bir de birebir iletişim amacıyla, toplumun çeşitli kesimlerine ulaşmak amacıyla iki taraf arasında ki mutakabat gereği akil insanlar heyeti oluşturuldu. Bu kısmı bazen atlanıyor. Akil insanlar kurulması önerisi Öcalan’dan gelmişti. Tabi ki Öcalan’ın ve Kürt tarafının önerdiği model ile hükümetin kafasındaki model aynı değildi. Fakat sonuçta bir noktada bir uzlaşma sağlandı ve o sözünü ettiğiniz yapı devreye girdi. Orada bütün sıkıntılara, eksiklere rağmen iki tarafın kabulüyle kurulmuş bir heyetin, çok farklı kesimlerden üyeleri olan bir heyetin toplumun değişik kesimleriyle iletişim kurması da sürece yönelik tereddütleri büyük ölçüde gidermişti. Tabi ki çatışmaların durmuş olması, o zaman çatışmaların olmaması, cenazelerin gelmemesi ve bunun kalıcı hale gelme ihtimali insanları ikna etmekte çok önemli bir rol oynuyordu.
Batıda, özellikle benim çalıştığım bölgede bu sürece desteği büyüten en önemli sebep çatışmaların durmasıydı, kan akmıyordu. Bunun üzerinden aslında insanlara sunulan çok basit bir açıklamaydı. Dediğimiz şuydu, bu sorun silahla ve güvenlik politikalarıyla, operasyonlarla, çatışmalarla çözülmez. Görüşmelerle, müzakerelerle, diyalogla, siyasetle çözülür. Biz bunun için buradayız. Her birimizin Kürt sorununun esasının çözümüne ilişkin farklı görüşleri vardı. Bu farklı görüşler üzerinde değil yöntem üzerinde bir uzlaşma sağlanmıştı. Yöntem müzakere, diyalog, siyasetti bu anlatılıyordu. Şimdi tabii süreç bitince insanların hayalkırıklıklarıda büyük oldu. Bir umut, büyük bir umut doğmuştu. Güçlü bir beklenti oluşmuştu toplumun geniş bir kesiminde artık çatışmaların olmayacağı, artık kanın akmayacağı yönünde ciddi bir beklenti oluşmuştu. Çatışmalar yeniden başlayınca insanlarda hayal kırıklığıyla birlikte bir öfke doğdu. Bu öfkenin nereye evrileceğini büyük ölçüde siyasi aktörler belirler.
"HDP barajı aşmasaydı"
Bu sürecin ardından HDP’den size milletvekili adaylığı teklifi geldi. Akademisyen kimliğinizle sorumluluk aldınız daha fazla katkıda bulunabilmek adına adaylığı kabul ettiniz. Fakat bu durumda da artık siyaset yapamaz, yaptırılamaz hale getirildi, o günden bugüne gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben zaten akademisyendim, aynı zamanda kamusal bir aydın kimliğimle siyasetin çeşitli düzeylerde içindeydim. Gazetede köşe yazarlığı Birgün’le başlayan en son Basnews’e kadar uzanan, Taraf, Milliyet gazetelerinde devam eden köşe yazarlığım vardı. İnsan Hakları Derneği kuruluş sürecinde ve sonraki çalışmalarında yer aldım. Bunun yanında Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın kurucularındanım. Televizyon programlarında yer aldım, İMC Tv’nin kuruluşunda yer aldım, milletvekili seçilene kadar İMC’de program yaptım. Daha öncede siyasete girme ihtimalleri olmuştu. Aktif siyaset yapmayı tercih etmemiştim. 7 Haziran öncesi çok özel bir dönemdi. Orda bana adaylık teklifi geldiğinde tereddüt etmemin tek nedeni vardı. Ben acaba aktif siyasette mi daha iyi mücadele ederim, çalışırım, katkı sunarım? Yoksa şimdiye kadar yaptığım şekilde hem akademisyen, hem de işte diğer alanlarda çalışan bir insan olara mı daha fazla katkı yaparım. Tek tereddüdüm buydu. Fakat 7 Haziran öncesi durumun çok özel olduğunu düşündüm. Şu açıdan özeldi bir çözüm süreci vardı. Henüz bitmemişti. Evet çok ciddi bir tıkanma yaşanıyordu. Türkiye barış umuduna her zamankinden daha fazla sahipti. Öte yandan eğer çözüm süreci devam edecekse yeni bir anayasada gündeme gelecekti. Bunlar benim akademik alanda çalıştığım konular HDP’nin yeni bir parti, yeni bir paradigma, yeni bir fikir olması da çok heyecan verici idi. Şu açıdan; Türkiye’de bütün halkları buluşturan, bütün renkleri buluşturan, yeni bir model olması, siyasette de, yönetimde de yen. Bir model öneriyordu ve baraj sorunu vardı. Bu barajın aşılması gerekiyordu. Aşılmasaydı Türkiye farklı bir yola girecekti. İşte bütün bunlarda benimde katkım olabileceği yönünde görüşlere bende ikna oldum.
Şimdi şunu söyleyeyim çatışmasızlık dönemlerinde siyasetin farklı dinamikleri var. Çatışma dönemlerinde farklı. Çatışmasızlık dönemlerinde demokratik siyasetin kurucu işlevi daha fazladır, alanı daha geniştir. Çatışma dönemlerinde daha sıkıntılıdır. Şimdi, evet özellikle 7 Haziran’dan sonra partiye uygulanan baskılar, kuşatma, ardından 1 Kasım seçimlerinin darbe gibi yapılması ve sonra çatışmaların tekrar başlaması şüphesiz demokratik siyasetin alanını daralttı. Ama işlevini ortadan kaldırmadı. Demokratik siyaset her şart altında bir demokrasiyi, özgürlükleri ve bunlarla birlikte barışı hedefler. Savaşın en koyu döneminde bile bir barış politikası oluşturur. Barış politikası da basit bir müzakereye dönüş çağrısından ibaret değildir. Barış politikası çok boyutlu olup, çok yönlüdür. Savaş derinleşmişken, barış kapsamlı, ikna edici bir barış politikası daha hayatidir. Yani 7 Haziran öncesi barışı sağlamlaştırmak, inşa etmek ve bu inşayı sağlam yapmak gibi bir hedefimiz vardı. Şimdi sağlam bir geleceğe yönelik barış politikası oluşturma görevimiz var. Esasta işlevimiz değişmedi fakat şartlar değişti. Bu şartlara göre yapacaklarımız değişti. Şu anda da 7 Haziran öncesi hedefe aynı şekilde sahip olduğumuzu düşünüyorum ve bütün kuşatmaya, kısıtlamalara rağmen siyasi işlevimizin hala hayati önemde olduğunu düşünüyorum. Yani HDP’nin olmadığı bir Türkiye iç savaşa ve savaşın, çatışmaların derinleşmesine çok daha yakın olur.
“Erdoğan'ın stratejisi İttihat ve Terakki’ninkine benziyor"
İç çatışma ihtimali çok fazla çevre dile getiriyor. Özellikle akademisyenler ve aydınlar. Ortadoğu konulu konuşmanızda da ‘Yeni devlet koalisyonundan bahsettiniz. Geçmişte İttihat ve Terakki Ermeni Soykırımı ile başlayan ve Birinci Dünya Savaşı’na dahil olma üzerinden yani içeride ve dışarıda bir savaş politikası yürütüldüğü üzerine bugün ki durumla bir benzerlik ilişkisi kurdunuz…
Doğrudur vardır. Aslında iki tane önemli dönem var kıyas yapabileceğimiz. Başka örneklerde kullanabiliriz karşılaştırma yapmak için ama bu iki dönem önemli. Biri Türkiye’den, biri dünyadan Türkiye’den örnek tabiî ki İttihat ve Terakki dönemidir. İttihat ve Terakki’nin diktatörlük oluşturmak için izlediği politika içeride kıyım dışarıda savaştı. Şimdi Enver, Talat ve Cemal Paşa’ların ismi ile sembolize oldu. Böyle baktığınızda içerde diktatörlük kurmak istiyorsanız, o yönde ilerliyorsanız kutuplaşma, gerilim ve çatışmayı canlı tutmanız gerekiyor. İç düşman yaratmanız gerekiyor. çok tehlikeli bir iç düşman fikrini topluma empoze etmeniz gerekiyor. O dönemde gayrimüslimleri özellikle Ermenileri, Türkiye’yi yıkacak daha doğrusu ülkeyi yıkacak tehlikeli iç düşman olarak yansıtıp soykırım politikalarını böyle meşrulaştırmaya çalıştılar. En azından, meşrulaştırdılar demeyelim toplumun geniş kesimlerine böyle kabul ettirdiler. Arkalarında da geniş bir koalisyon oluşturma İttihat ve Terakki İslamcı bir görüşe sahip değildi. Ama Ermenileri iç düşman ilan etmekle bu İslami kesimden pek çoklarını da arkalarına aldılar. Aynı zamanda ulusalcıları yani bugün ulusalcı diyebileceğimiz o günün çevrelerine; milliyetçi şoven ırkçı devletçi bütün kesimleri arkasına topladı. Ve dışarıda da büyük bir tehdit olduğunu anlatmak için de savaşa girdi. Şimdi, Almanya’nın yanında Birinci Dünya Savaşı’na girdi.
Böylece kendisinin ülke yangın yerine dönmüşken tehlikeli kuşatmalar ve tehditlerle karşı karşıyayken kurtarıcı olduğunu topluma benimsetmek için çok çeşitli stratejiler oluşturdu ve kurdu. Ama ne oldu; ülkede korkunç bir durum ve savaşta korkunç bir yenilgi. Aslında Türkiye’de toplumunun bugün yaşadığı sorunların önemli bir kısmını kayıt altına alındığında o dönemin bu yanlış politikaları bu tehlikeli bu kirli politikaları yatıyor. Yani Türkiye toplumunun derinden tramvatize eden bütün kesimleri, sadece katledilenler değil, o soykırım ve bununla hesaplaşmamış olmak. İkincisi savaşta alınan yenilgi ve savaşta yaşanan kayıplar.
Bir ikinci örnekte Hitler örneğidir. Yani, Naziler örneği verildiğinde hep Hitler tek başına anılır. Oysa Naziler iktidara yürürken içerde tehlikeli bir iç düşman söylemini çok güçlü kullandılar. İç düşmanda Yahudilerdi, komünistlerdi. Ama en çok Yahudileri hedef gösterdiler. Böylece Almanların büyük bir kısmını arkalarında toplayabildiler. Irkçı fikirlerle, ırkçı motiflerle yine milliyetçi aklınıza gelebilecek bütün bu gerici ideolojiler, Almanların geniş bir kesimi kendi arkalarında tuttular ve savaş politikalarına hazırlandılar. Yani iktidara geldikleri andan itibaren ilk yaptıkları şey içerde tehlikeli bir iç düşman vardır fikrini kabul ettirmek toplumun geniş kesimlerine, Yahudilere karşı soykırım politikası izledi ve arkasından da yine yayılmacı bir dış politikayla savaş yoluna girmekti.
“Cemaati iç düşman olarak göstererek bu koalisyonu uzun süre ayakta tutamazlar”
Şimdi aynı ya da benzer bir durum, bu tabloyla karşı karşıyayız. Bugün AKP daha doğrusu Tayyip Erdoğan etrafında yeni devlet koalisyonuyla hareket eden… Bu yeni koalisyonun içerisinde ulusalcılardan belli kesimler var eski derin devlet artıkları var işte ne bileyim gladyo artıkları var, Ergenekon artıkları var. Milliyetçiler geniş bir şekilde zaten onunla birlikte hareket ediyor. Özellikle MHP bugün AKP’nin bir tür yedek lastiği durumunda, şimdi bu koalisyonu bir arada tutan en önemli argüman içerde tehlikeli bir iç düşmanın var olduğudur. Bu iç düşman baştan beri Kürtler olarak kodlanmıştı. 15 Temmuz’dan sonra tırnak içerisinde FETÖ dedikleri yapıyı eklediler ama sadece cemaati iç düşman olarak göstererek bu koalisyonu uzun süre ayakta tutamazlar. Böyle bir koalisyon sadece bir düşman fikriyle mobilize olmaya devam edemez. Asıl korktukları asıl tehlikeli buldukları Kürtlerdir. Kürtlerin siyasi hareketidir. O nedenle içerde şimdi HDP’ye, belediyelere, bütün Kürt kurumlarına ve Kürt siyasi dünyasına hatta Kürt halkına yöneliyor. Böylece koalisyon sağlam duruyor. Bütün bu ırkçı, milliyetçi, şoven koalisyon Kürt düşmanlığı üzerinden bir arada duruyor. Aynı şeyi Ortadoğu politikasında da yapıyor. Orda da savaş politikaları izliyor. Ortadoğu’da da savaş politikalarıyla bu koalisyonu ayakta tutuyor. Bir yandan da toplumun küçümsenmeyecek bir kesimine kendisini tek çare tek seçenek olarak kabul ettirme yollarına zorluyor. Bu kadar büyük bir kriz varken ülkeyi kurtarmak için kendisinin başkan yapılmasını tek seçenek, tek çözüm olduğu fikrini benimsetmeye çalışıyor. Yani kapsamlı bir diktatörlük stratejisi izliyor. Bu diktatörlük stratejisi AKP’nin özellikle Tayyip Erdoğan’ın etrafındaki devlet koalisyonuyla birlikte izlediği diktatörlük stratejisi İttihat ve Terakki’nin 1910’lardan başlayan birinci dünya savaşındaki stratejisine benziyor. Nazilerin 1930’larda başlayıp 1940’larda savaşla korkunç bir şekilde sonuçlanan stratejisine benziyor.
“Erdoğan'ın darbe girişiminden haberi vardı"
Hakkında spekülasyon yapılıyor ama yurtta sulh konseyi isminden tutalım da okunan bildiriye kadar ülkedeki bir çok sorunu, bir şekilde ele aldıkları bir içeriği var. Gerek Kürtler üzerinden gerek ülke dışında da olumsuz bir gidişatın olduğundan bahseden bir bildiriydi. Özellikle bu darbe girişimine katıldığı söylenen isimlerin büyük ölçüde Kürt illerinde operasyonları sürdüren komutanlar olduğu göze çarpıyor. Daha önceki darbe ve girişimlerinde de bu tür bir hareketi çeşitli ekipler üstleniyor. Kore savaşına, Kıbrıs hareketine katılanlar gibi buradan doğru Abdullah Öcalan’ın değimiyle darbe mekanizmasının devam ettiğini söyleyebilir miyiz?
Şöyle söyleyelim 15 Temmuz’da bir darbe girişimi oldu. Tamamen bir senaryo olduğunu iddia etmek gerçekçi değil. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sunduğu gibi de değil durum. Bizim gördüğümüz tablo şu: Evet Gülen Cemaati ilişkili ya da mensup subaylar bu darbe girişiminin çekirdeğinde yer aldılar. Ancak, darbe girişiminden Erdoğan’ın haberi oldu, hem de darbeden bir süre önce. Bu darbeyi engellemek yerine onlara yol verdi. Harekete geçtiklerinde de bastırdı. Şimdi darbeyi araştırma komisyonunda da yer alıyorum. Bugüne kadar edindiğim izlenim, bizim bu görüşümüzün doğru olduğu yönünde.
Yani Erdoğan ve çevresi belli generallerle pazarlıklar yaptılar, onları sanki bu darbe girişiminde yer alıyorlarmış gibi görünmeye teşvik ettiler, fakat darbeciler harekete geçtiğinde bunları geri çekilmeye ikna ettiler. Böylece cemaate yakın ve onlarla birlikte hareket eden subayların ortalıkta kalmasını sağladılar ve kolayca bastırdılar. Bastırdıktan sonrada kendi diktatörlük stratejisini devreye soktu hem de bütün şiddetiyle soktu. Olağanüstü hal ilan etti, önündeki anayasal engelleri, birden hepsini yıktı. Bütün devlet teşkilatını yeniden yapılandırma imkanı elde etti. Orduyu, yargıyı, polisi, eğitimi, sağlığı hepsini yeniden oluşturacak bir plan hazırlanmıştı belli ki. Bu plan uygulamaya sokuldu. Cemaate yakın kesimlerle hesabını aslında kısa sürede gördü büyük ölçüde tavsiyeyle onları etkisiz hale getirdi en azından operasyonel gücünü kırdı hemen Kürtlere yöneldi, muhaliflere yöneldi.
Şimdi bu darbe 15 Temmuz’u esas olarak öyle yorumlamak gerekiyor. Biz 15 Temmuz’u bir fırsat olarak kullanılabileceğini söyledik sürekli. Bir demokratikleşme ve barış fırsatı sunduğunu, yeni politikalar oluşturmak için imkan sunduğunu söyledik. Fakat Erdoğan ve çevresi bunu reddettiler. Zaten ellerinde ki diktatörlük stratejisini bu fırsatı kullanarak daha da hızlı bir şekilde işletmeye başladılar. Darbecilerin kendi planlarını olgunlaştırmaları konusunda çatışma ortamı çok elverişli bir zemin sunuyor. Son bir yılda sokağa çıkma yasakları şehirlerin yakılması, sivillerin katledilmesi bunların tamamında daha sonra darbede yer alan generallerin birinci derecede rol üstlendikleri ortaya çıktı. Öcalan görüşmelerde bunu kastetmişti. Demişti ki; eğer bu süreç çözüm süreci biterse çatışmalara yeniden dönülürse bir darbe mekaniği işleyecektir. Darbe mekaniğinden kastı şudur; bir darbe girişimi olur başarılı olur veya olmaz başarılı olsa bile arkasından yeni darbe girişimleri gelir. Bu darbeler bildiğimiz klasik modelde olmayacaktır. Yani 12 Eylül gibi hiyerarşik bir darbe girişimi de olmayacaktır. Farklı cuntalar, toplum içerisinde farklı çatışma eksenlerinin iyice kırılması ve buna benzer gelişmeler ülkeyi sürekli bir darbe mekaniği içine sokacaktır diyordu. Nitekim böyle oldu. Hükümet ve cumhurbaşkanı bu mekaniğin işlemesi için her şeyi yaptılar. Darbeden de bu nedenle birinci derecede siyasi sorumluluk onlardadır.
İktidar olma durumu aynı zamanda rejimi değiştirmeye çalışmasıyla birlikte yürüdüğünü söyleyebilir miyiz? 29 Ekim’de görülen birkaç tablo var. Anıtkabir’in önüne kamyonların çekilmesi, Of’ta bir okulda yazılamaların yapılması, ülkenin kuruluş yıldönümünün o veya bu şekilde kutlanmasına izin verilmemesi, eğitime dair endişe veren uygulamalar rejim değişikliğine de işaret ediyor mu?
Bu diktatörlük stratejisi sadece tek adamı başkanlığa oturtmak için değildir. Bunun yanında şüphesiz yeni bir toplumsal ve siyasal düzenlemeyi de beraberinde getirecektir. Bir defa ortak ideoloji olarak Sünni Türkçü ideoloji yani Sünni İslamcı Türkçü ideoloji. Tersinden söylüyoruz Türkçü İslamcı değil Sünni İslamcı Türkçü ideoloji çok daha kapsamlı bir şekilde pratiğe geçilecektir. Eğitimdeki uygulamalar bunun sadece bir parçasıdır. Daha da önemlisi toplumun ortak paydasının Sünni İslamcı Türkçü ideoloji üzerine inşa etmeye çalışıyorlar. Böyle bir ideolojinin ortak payda olarak Türkiye’de kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir ideolojiyi dayattığınız anda ülkeyi en az üç eksende sert bir şekilde bölersiniz parçalarsınız. Yani Sünni olmayan kesimi dışlayan bir ideolojidir bu. Alevileri başta olmak üzere Müslüman olmayan toplulukların sayısı az olsa bile bunlarda önemlidir. Ama Alevileri dışarıda bırakan bir ideolojidir. Bu da toplumun geniş bir kesimini dışlamak anlamına gelir. Öte yandan Türkçülük üzerine ortak bir payda dikta etmeye çalıştığımızda da Türk olmayanları en başta, toplumun büyük bir kesimini oluşturan Kürtleri dışlamış olursunuz ve toplum sürekli bir teyakkuz halinde yaşar. Ciddi bir sert parçalanma riskiyle sürekli karşı karşıya kalır.
"Karl Schmit'in teorileştirdiği bir yapıya çok benziyor"
Her gün yeni bir KHK ile uyanıyoruz. Özellikle hukuk alanında çalışma yapan bir akademisyen olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şöyle söyleyim KHK rejimi aslında tam da hukukun olmadığı bir yönetim anlamına geliyor. Türkiye’deki olağanüstü hal batıda ki örneklerine benzemiyor. Bazen Fransa’yı örnek veriyor hükümet temsilcileri, ‘orda da olağanüstü hal var’ diyorlar ama arada dağlar kadar fark var. Öte yandan burada kurulan düzen aslında 1933’te başlayan Nazi rejiminin kurduğu düzene benziyor. Orada da olağanüstü hal vardı, orada da kararnamelerle yönetme imkanı veriyordu anayasa. Fakat Hitler, hükümet olur olmaz bunları sınırsız bir keyfilikle ve zulmü, baskıyı yerleştirmek için kullandı.
Bir yandan anayasa yürürlükteydi, bir yandan kanunlar yürürlükteydi fakat öbür yandan hiçbir kural tanımıyordu aynı şimdi ki dönem gibi. Şu an Türkiye’de yürürlükte olan şey öyle klasik bir olağanüstü hal rejimi değildir. Bir diktatörlüğe geçiş sürecidir. Bu şekilde işletiliyor dolayısıyla olağanüstü hal KHK’larında şu hüküm var bu hüküm var tartışmak zaten anlamlı, onu konuşabiliriz. Fakat genel tablo çok daha vahim her şeyi yapabiliyorlar. Şu an yürürlükte olan anayasa ya göre de KHK’lara biraz önce saydığım hükümler koymak mümkün değil. Anayasaya aykırı çünkü ayrıca koyduklarını da bunları yargıya götürmek mümkün değil. Dolayısıyla tamamen anayasa dışı anayasanın işlevsiz kaldığı, hukukun hiç işlemediği bir dönemdeyiz.
Bu dönem dinamiklerini ayrıntılı olarak anlatabilirim. Alman siyaset bilimci Karl Schmit'in teorileştirdiği bir yapıya çok benziyor. Karl Schmitt tam da, Nazilerin iktidar teorisyeni ve hukuk teorisyeniydi. Hukukun işlemediği bir dönemden geçilerek ancak istikrarın sağlanabileceğini söylüyordu. İç istikrarın iç huzurun işte tam da içerisinde bulunduğumuz dönem naziklerin iktidar stratejilerini oluştururken söylediklerini nerdeyse tamamını içeriyor. Yani hiçbir kural yok, anayasa yok ve buradan yeni bir anayasal düzene geçilmesi öngörülüyor. Yeni anayasal düzeninde resmi adı başkanlık sistemi olarak öngörülüyor. Şu an işleyen strateji bu.
Bu başarılı olacak mı? Oraya doğru mu gidiyoruz?
Burada en önemli şey geniş bir demokrasi cephesinin kurulmasıdır biz HDP olarak sonuna kadar zaten bu stratejiye karşı mücadelemizi her alanda sürdüreceğiz. Demokratik siyasetin bütün imkânlarını son noktaya kadar kullanarak bu stratejisinin başarıya ulaşmasını engellemek için elimizden geleni yapacağız. Fakat bu sadece HDP’ye bırakılamaz. Türkiye de bütün demokrasi güçleri, bütün mağdurlar, bütün ezilenler ortak bir blok oluşturmalı ve çok kapsamlı çok boyutlu bir mücadele programını hayata geçirmelidirler. Bunu durdurmak mümkündür yeterki güçlü bir demokrasi mücadelesi, güçlü bir demokrasi cephesi oluşturulabilsin. Bunun da oluşturulabileceğine inanıyoruz. Hiç kimsenin karamsarlığa umutsuzluğa kapılmasına gerek yok. En zor zamanda en büyük kaynağımız, en güçlü kaynağımız mücadele kararlılığımızdır ve kendi değerlerimize olan inancımızıdır birbirimize olan güvenimizdir, demokrasi güçlerinin birbirine olan güvenidir.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi eş başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı, KJA Dönem Sözcüsü Ayla Akat Ata’nın tutuklanması ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Her şeyi keyfice yapabilme imkânını, bu OHA’le ellerine geçirdiklerine inanıyorlar ve kamudan tasfiyelerle başladılar. Öte yandan kayyumlarla devam ettiler. Belediyelere el koymakla, belediyeleri gasp etmekle devam ettiler. Şimdi de sürekli çıtayı yükseltiyorlar bizim Diyarbakır Büyükşehir Belediye eş başkanlarımız ve KJA dönem sözcüsünün tutuklanması yeni bir aşamaya geçtiğimizin açık işaretidir, çok açık işaretidir. İktidarın sarayın saray etrafındaki devlet koalisyonunun diktatörlük stratejisinde yeni bir dönemeçtir. Bunu herkesin çok iyi anlaması gerekiyor. Gülten Kışanak Fırat Anlı ve Ayla Akat Ata’nın tutuklanması baskı rejiminin daha da aratacağını bu uygulamanın daha da sertleşeceğini, nitekim Cumhuriyet gazetesine yapılan baskın gösteriyor. Bu iktidarı kritik kavşaklarda durdurabildiğimizde geri çekilmek zorunda kalacaktır. (İUE/HK)
* Fotoğraf: Derya Hamurcu