Pisliği ve politikacılarıyla ünlü Uttar Pradesh eyaletindeki Agra'dan sonraki ikinci geziydi bu, şimdi okuduğumda aslında nasıl bir şoka uğramış olduğumu daha iyi anlıyorum.
Neden Batılılar Hindistan'a tatile gelir?
Hindistan'da yolculuk etmek, gezmek, tatil yapmak kavramları ile bu kavramların Batıdaki karşılıkları arasında dağlar kadar fark var. Belki de bu dağları görmeye geliyor Batılıların çoğu, hınca hınç bu ülkeye.
Görüp kendi hijyenik şehirlerinden pisliğin ortasına dalmaya, günlük hayatlarının monotonluğundan kurtulup biraz kaos deneyimlemeye, eve döndüklerinde ise müthiş bir rahatlama hissiyle "evim evim güzel evim" demeye, şükretmeye.
Ruhlarını dengelemeye geliyorlar apaçık, uçak biletlerinde dönüşü gösteren gün olmasa ne yaparlardı çok merak ediyorum. Bir kısmı kaptırık oluyor buralarda, Kirshna'nın tapınağındaki beyazları hatırlıyorum da, kendilerini yerlere atmış dualar okumalarını... Otu çekip çekip ciğerlerine, kendini sürekli havada, Nirvana'ya yakın sananlar da var tabi.
Benim için bu ülkede tatil yapmak, gezmek, yolculuk etmek kavramları çok başka şeylerle özdeş. Cinsiyet hassasiyeti yüksek kampüsümüzün dışında pek çok yerde olduğu gibi, kadınların yalnız gezmeleri çok kolay değil her zaman. Hele de beyaz kadınların. Oranızın buranızın ölçüsünü almak isteyenler, çantanızı kapmak isteyenler, sürekli pazarlık etme hali, üç tekerlekli taksi rikşa şoförlerinin sizi doğru yere götürmesini sağlamak, kazıklanmadan bir yerden bir yere gitmeye çalışmak... Geçtim bütün bunlardan yolda yürümek kimi zaman azap.
"Görmek"
Bütün bunları hesaba katıp olabildiğince az uzun yolculuk etmeye yavaş yavaş ikna olmuştum zaten. Fakat ta buralara kadar gelmişken Agra'yı Varanasi'yi "görmeden" gitmek de olmazdı. Bu görmek lafı da tepemi attırıyor...
Evet, görmek, çünkü, grubumuzdaki pek çok Batılıda olduğu gibi "görmek", yaşamaktan, anlamaktan çok daha önemli. Yarın bir başkasına anlatıp hava satmak için görmek. Ebleh ebleh bakmak aslında. Özden çok uzak, çok dışsal deneyim olarak trene bakar gibi bakmak...
Bütün bu söylediklerim aynı zamanda kendime yönelik de bir eleştiriyi içinde barındırıyor elbette. Sürekli bir mücadele halinde, gördüğümden en anlayıp ne anlamadığımı sorup duruyorum kendime. Varanasi'de fark ettim ki, Hindistan'da kadın olarak yolculuk etmekle, rahatça görebilmek, gördüğünü anlamak ve bunun kişiye bir şey katması meşakkatli bir süreç gerektiriyor.
Mistisizmin göbeği Varanasi
Varanasi'yi ilk dia gösterilerinde, belgesellerde gördüm. Ya gün doğmadan ya da gün batarken muhteşem bir ışık altında çekilmiş, tüm pisliği güneşin insanı bir anda sarıveren sıcaklığına emdirilmiş, mistisizmin göbeği Varanasi. Annem telefonda Varanasi hakkında çıkan bir haberi kesip bana sakladığını, televizyonda da bir belgesel seyrettiğini çok ilginç olacağını söyledi, sesi benden daha hevesliydi.
Gece boyunca on iki saat süren yolculuktan sonra sıcaklığın 38 civarında dolaştığı Hinduların kutsal şehrine vardık. İlk işimiz tavsiyelere uyup Vishnu otele gitmek olacaktı. Aradık, sorduk, rikşaya binip otelimize gideceğimizi sanarak pazarlığımızı yaptık, çıktık yola. Şehre girdikçe sokaklar daraldı ve artık rikşanın devam edemediği noktada indik, bol sinekli ve inek pislikli sokaklardan geçerek Vishnu otele vardık.
Ne var ki, bu otel öyle hiç de bize söylendiği gibi Varanasi'nin iyi bir oteliymiş gibi gelmedi. Resepsiyonunun duvarları perdelik kumaşlarla kaplı, odalarında yataktan başka hiçbir şey olmayan, tuvaletinde lavabo bile olmayan bu otelde bir gariplik vardı ama biz anlamadık.
Kişi başı fiyatı sorduk, 50 rupi dedi, yani bir buçuk milyon! Bizim Yamuna'nın kıytırık misafirhanesi bile 75 rupi! Nasıl olur? Hindistan'da kişi başı 100 -150 rupi verilerek ortalama bir pansiyonda/otelde kalınabilirken, 50 rupi gibi bir fiyat, kuşkulanmamızı farz kılan bir durumdu ama biz gene anlamadık. Sonuçta bir gece kalacaktık, hem de ne güzel, Varanasi'nin iyi otellerinden birinde 50 rupi'ye kalacaktık, daha ne olsundu ki?
İyi ne ki?
Ha bu arada, odaların, banyonun durumundan da uyanmıyoruz işin içinde bir bit yeniği olduğuna, çünkü "iyi" "kötü" kavramlarımızın içi sonuna kadar boşaltılmış vaziyette. "İyi" diyorlar ama iyi ne ki? Derken yerleşiyoruz ve Varanasi'yi keşfe çıkmak üzere müthiş pansiyonumuzdan ayrılıyoruz.
Bir de ne görelim? Bizi getiren rikşacı oturmuş perdeli resepsiyonda, pansiyon sahipleriyle birlikte plastik beyaz sandalyenin üzerindeki siyah-beyaz karıncalı televizyona dikmiş gözlerini, bacaklarını kucaklamış oturuyor. Biz yine anlamıyoruz.... Vishnu Guest House yerine Vishnu Rest House'a zorla getirilmiş olduğumuzu....
Merkezden 15 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde, bu mesafe çok değilmiş gibi görünebilir ama sabah saat sekizden sonra kavuran güneşin altında on beş dakika bile insanın dünyasını döndürmeye yeter. Neyse diyoruz oldu bir kere olan, zaten bir gece...
Sokakta yürümek...
Kaosun alası şehir merkezinde kıskıvrak yakalıyor bizi. Bir yanda inekler, bir yanda rikşaların durağı, bir yanda yığılmış halde bisikletli rikşalar, işlemeye çalışan trafik, sağlı sollu kurulmuş pazar, oralı mısınız, buralı mısınız diye sorup birşeyler satmaya çalışanlar, feci bir karmaşadır gidiyor.
Kendimizi kahvaltı edebileceğimiz bir yere atıp, rahatlıyoruz, sonra yeniden çıkıyoruz Varanasi'nin daracık sokaklarına.Üç kişinin yan yana zor yürüyeceği darlıktaki sokaklarda, inekler, keçiler, her adım başı dikkat etmezseniz üstüne basabileceğiniz sıcaktan mayışıp uyuyakalmış köpekler, bisikletler, motosikletler ve yürümeye çalışan turistler...
Bu duruma ayak uydurmak halihazırda iki aydır Hindistan'da olan bizler için bile çok yorucuydu. Her an bir sağa manevra, bir sola kıvrılma, motosiklete mi yoksa yaklaşan ineğe mi yol vereyim arasında, yoksa boka mı bastım derken birbirimizi kaybetmeden bir tur atmayı başarıyoruz.
Bu arada öğlen oluyor, sıcak dayanılmaz halde, acilen bir yer bulup oturuyoruz. Turistlere hitap eden kafelerin, lokantaların, giyim kuşam dükkanlarının olduğu bir sokaktayız, etrafta bolca turist var ve yukarıda saydıklarımın tümü.
Dükkanlardan İbranice sesler yükseliyor en çok, her tarafta İbranice tabelalar var. Hele bir de e-maillerimi kontrol etmek için girdiğim Internet kafede klavyenin üstüne yapıştırılmış İbranice harfleri görünce "Bu da ne!" dedim. Nitekim Hintli dükkan sahiplerinden bazıları şakır şakır İbranice konuşuyor!
Meğer bu mevsim, İsraillilerin Hindistan ve Nepal'e gidip mal toplama sezonuymuş, şimdi topladıkları malları yıl boyunca kendi ülkelerinde satıp her yıl yeni mal almaya geliyorlarmış. Hintlilerin İsraillilere gösterdikleri "hizmette sınır yoktur" anlayışını birbirlerine bile gösterdiklerini hiç zannetmiyorum. Şu koca ülkede sadece birbirlerinin dillerini bilmemeleri yüzünden yaşanan sıkıntıları düşünüyorum da, ey para sen nelere kadirsin!
Ganj'da yakılmak
Güneş hafifleyince çıkıyoruz yeniden sokaklara, Hinduların en kutsal şehrinde güneş batmaya yaklaşmış, yumuşak renklere boyuyor şehri, kartpostal manzaralarındaki. İlk önce Ganj nehrinde bir tur atıyoruz, şehri bir de nehirden görmek için. Ölülerin yakıldığı yere yaklaşınca kayığımıza bir "cenaze levazımatçısı" biniyor ve ölü yakma törenleri hakkında yüzlerce defa tekrarladığı turistik bilgileri bize de aktarıyor.
Günde yaklaşık 200 ölü bedeni Ganj'ın kıyılarında karmadan kurtularak Nirvana'ya eriyor Varanasi'de. Çünkü Varanasi'de ölmek ve yakılmak ruhun sonsuza dek karmadan, yani yeniden doğmadan kurtulması demek Hindu inanışına göre. Arkadaki binaları göstererek, orada yüzlerce yaşlı, hasta, kimsesi olmayan insanın salt burada yakılabilmek için ölmeyi beklediğini anlatıyor.
Yakılması caiz olmayan beş gruptan bahsediyor levazımatçı. Önce çocuklar, on iki yaşın altındaki ölü çocuklar yakılmıyor, "çünkü onlar daha çiçek", diyor ve "çiçekler yakılmaz", hamile kadınlar da bedenlerinde çocuk taşıdıkları için yakılmıyorlar.
Sadhu'lar, yani gerçek hayatta Nirvanayla kanka olduğuna inanılan kutsal kişiler yakılmıyor, madem bu dünyada bu kadar samimisiniz, biz araya girmeyelim diyorlar zahir.
Cüzamlılar yakılmıyor, çünkü onların kötü karma sonucu cüzamlı oldukları inanılıyor, kötü karmanın Nirvana'ya yaklaşması düşünülemeyeceğinden onlar da yakılmıyor. Bir de kobra sokması sonucu ölmüş olanların bedenleri yakılmıyor, zehrin özel törenlerle bedenden çıkartılması gerekiyor önce.
Bütün bu ölü bedenler yakılmıyor da ne yapılıyor derseniz... Bedenlerine taş bağlanıp Ganj'ın sularına bırakılıveriyorlar, insan eti ziyafetine hazır balıklara yem oluyorlar.
Levazımatçı Ganj'a bırakılan ölü ineklerden bahsetmemişti ama biz onu da gördük. Ganj'ın içinde yok yok zaten!
Sularındaki metal koruyormuş bu gökten yeryüzüne indiğine inanılan nehri. Ganj'ın suyunu alıp bir kavanoza koysanız ve uzun süre kapalı tutsanız hiçbir şeycikler olmazmış. Yine de bu hiçbir şey olmamama sınırının fena halde zorlandığı kanaatindeyim.
Çok amaçlı nehir Ganj
Ganj nehri boyunca yıkanmak, yüzmek, çamaşır yıkamak, taharetlenmek, ibadet etmek suyla yapılan aklınıza ne gelirse görmek mümkün. Kadınların çamaşır tahtasında çamaşırları döve döve yıkadığı sonra bir güzel kumların üzerine sererek kuruttuğu çarşaflar, elbiseler, çamaşırlar kıyı boyunca...
Onun yanında ibadet etmekte olan erkekler, sıcaklayıp kendini sulara atmış çocuklar, gençler. Ha bir de en popüler faaliyet sabahları Ganja bakarak, iyice bir diz çöküp büyük ihtiyacı gidermek! Agra'ya giderken Yamuna nehri'nin kıyısında da aynı manzarayı görmüştüm, burada daha bir mistik, Ganj'a baka baka...
Düşünsenize bir, bir nehir ki, insan ruhunu tüm acılarından kurtarıyor hem de sonsuza dek ve siz bu nehre bakarak içinizdeki tüm pisliklerden kurtuluyorsunuz! Sonra kutsal sularla bir güzel taharetleniyorsunuz! Yoksa hala farkında değil misiniz, ne şanslı bir poponuz ve kıymetli bir dışkınız olduğunun!
Kanatlı hamamböceği
Akşam otelimize döndüğümüzde tek dileğimiz biraz uyku. Muhtemelen Ganj'da döve döve yıkanmış çarşaflarımızın üzerine bırakıyoruz kendimizi. Ve fakat uzun sürmüyor. Karşı odadan bir çığlık yükseliyor, zıplıyoruz.
Böcek, böceeeeekkkkk! Devasa bir hamamböceği kılığında bir yaratık, üstelik kanatlı! Karşı odadan çıkıp bizim odaya dalıveriyor. Perdeli resepsiyondakilere sesleniyoruz, böceği tarif ederek. Gülüyorlar. İki çocuk çıkıyor yukarı yüzlerinde koca bir sırıtışla. Ne yapacaklar diye merakla bakıyoruz.
Çığlıklarımızdan korkmuş böcek duvarın dibinde sünmüş dururken, bu çocuklar böceği ellerine alıp, oynayan bacaklarını gösteriyorlar gülerek! Meğer birlikte bir mazileri varmış, tanışlarmış....
Ganj'da gün doğumu
İkinci günün sabahında erkenden kalkıp gün doğumunu izlemeye gittik. Varanasi Ganj kıyısında doğuya bakan tek şehir ne de olsa ve gün Ganj'ın üstüne doğacak. Hakikaten harikulade bir gün doğumu izliyoruz.
Sinekler hala gece tarifesinde çalışıyor belli ki, nehrin üstü sinekle dolu, her yanımızı iyice kapatıyoruz ve Varanasi'de nadiren bulunan bir sükunet içinde güneşin kırmızıdan sarıya dönerek Ganj'ın üstünde yükselmesini izliyoruz.
Eh artık bunu da gördükten sonra dönebiliriz.
Gördüğünüz gibi, Varanasi kimi gazete köşe yazarlarının söylediği gibi "VIP'ler" gibi gezilecek bir yer değil. Kaldı ki, Hindistan'ın neresi uygundur o "Çok Önemli İnsan"lara bilemiyorum. Yine de onlar da yazının başında söylediğim ruh dengelemesinden paylarını alacaklardır evlerine döndüklerinde. İşte o zaman, Hindistan doya doya, uzun uzun bol sıfatlı cümlelerle anlatılacak, hatta "anlatılamayacak" bir "diyar" olarak boy gösterir gazete köşelerinde.
Bir de küçük düzeltme yapayım - başka pek çok düzeltmesi vardı ama bizde "eğri düzelten Maryam olmak" diye bir laf vardır, "ona yanlış, buna yanlış" diye her birşeye itiraz edenlere söylenen, işte ondan olmak istemiyorum- Figen Batur, Hürriyetteki köşesinde Mart ayında, Hindistan gezisi üzerine yazdığı yazılarda, "kan tüküren insanlardan" bahsediyor. Çok büyük ihtimalle gördüğü kan tüküren insanlar değil, çiğnediği kırmızı tütünün suyunu büyük bir keyifle tüküren insanlar. İlk gördüğümde ben de öyle sanmıştım.
Varanasi bana ne anlattı derseniz, ben Uttar Pradesh eyaletindeki iki ziyaretimden boyumun ölçüsünü alarak ayrıldım. Birincisi ormanlar içindeki sakin kampüsümüzün ve Yamuna'mızın kıymetini anladım, ikincisi kaosa tahammül sınırlarım biraz daha zorlandı ama genişledi mi bilmem, o kadar ukala olmayayım, üçüncüsü buraya kadar gelmişken "Gördün mü?" "Evet, gördüm". (TS/YS/BB)